Geçen haftalarda yayınlanan bir araştırmanın sonucuna göre, ülkemiz insanı, yaratıcılık konusunda, dünya sıralamasının en sonlarında yer alıyor. Ya pek çok konuda olduğu gibi yıllarca kendimizi kandırmışız ya da yıllar, sahip olduğumuzu sandığımız yetenekleri elimizden almış! Her iki durumda da sonuç değişmiyor: Yaratıcı değiliz.
Bunu tahmin etmek için araştırma yapmaya gerek yok aslında. Sanattan her yıl biraz daha koptuğumuzu, baleden heykele, tiyatrodan sinemaya değin, kültür politikamızda da sanata desteğe pek yer olmadığını düşündüğümüzde, yaratıcı insanların ülkesi olmamız beklenemez. Eğitim anlayışımız da zaten öğrencilerden yaratıcılık beklentisi içermediğine göre daha uzun yıllar, bizim açımızdan listenin sonucu değişmeyecek belli ki.
Elbette, yaratıcılığın beslendiği pek çok kaynak var. Özellikle çocukluk dönemi yaratıcılığın tohumlarının atılması için en önemli dönem. Bizim çocuklarımız ne yazık ki bu konuda da fazla şanslı sayılmaz. Mimarinin korunduğu, estetik bir kentleşmenin hâkim olduğu bir şehire gözlerini açıp büyüyenle, her gün çarpık yapılaşmayı seyrederek okula giden çocuklar büyüyünce eşit göz zevkine sahip olabilir mi hiç? Mimar Sinan, Ayasofya’yı görmeseydi, yıllarca incelemeseydi, Sultanahmet Camii’ni yapabilir miydi?
Bizim çocuklarımız, günümüzün hangi yapılarına bakıp da geleceğin yaratıcı mimarları olacaklar? Hangi konser salonlarını, opera binalarınıörnek alacaklar? Dünya’daki kamu binaları sanatsal formlarıyla gelecek nesillere ilham kaynağı olurken, ülkemizdeki alışveriş merkezleri mi geliştirecek gençlerimizin yaratıcılığını!
Bu hafta, TEMA Vakfı’nın basın toplantısında konuşmacıydım. Orada yepyeni bir araştırmanın sonucu, kafamda dağınık dolaşan bazı düşünceleri yeniden hizaya soktu. Öncelikle belirtmeliyim ki, TEMA Vakfı, sadece ülkemizi değil tüm dünyayı ilgilendiren muhteşem bir araştırma yapmış. Sonuçları da tüm insanlık ve özellikle çocuklar açısından çok çarpıcı. Bu araştırmanın pek çok çıkarımı var elbette ama özellikle bir tanesi doğa ve yaratıcılığın bağlantısı açısından dikkat çekici. Buna göre, doğa ile iç içe olan ve kendini doğanın bir parçası olarak görebilen çocuklar daha yaratıcı ve daha başarılı oluyorlarmış. Elbette, doğa-çocuk ya da doğa-insan ilişkisi açısından da özellikle büyük kentlerde yaşayanlarımız ve çocuklarımız oldukça talihsiz. Doğru düzgün parklarımızın olmadığı, olanların da ne yazık ki kaderine terkedildiği hatta yok edildiği kentlerimizde, çocuklarımızı doğa ile ilişkilendirmek epey zor. Yapılan araştırmaya göre; sağlıklı çocuklar ve sağlıklı bireyler yetişmesi için, gençlerin ve çocukların her gün parkta vakit geçirmesi gerekli. Hele küçük çocuklar için günlük park ihtiyacı süresi 4 saatmiş! Özel sitede yaşama şansına sahip olanlar ya da büyük tesadüf eseri evine yakın küçük de olsa bir park yeri bulunanlar dışında, ne yazık ki günümüz çocukları, evdeki elektronik parklarında oynamak zorundalar. İşte, yarınlara yaratıcı bir nesil yetiştirmemize başka bir engel daha! Sayfama arada bir göz atanlar, seyahat konusunda aktif bir gezgin olduğumu biliyorlar artık. Gittiğim ülkelerde en çok kıskandığım hep kentlerin parkları olmuştur.
Önüm, arkam, sağım, solum toprak!
TEMA Vakfı araştırması; özellikle “annelerin” çocuk-doğa ilişkisine yön verdiğini söylüyor. Bu durumda bize yapacak çok şey düşüyor. Her ne kadar, kent merkezlerimizde, gölgesinde çocuklarımıza kitap okuyabileceğimiz, onunla top oynayıp, piknik yapabileceğimiz fazla yeşil alan bulunmasa da elimizden geldiğince çocuklarımızın doğa ile ilişki kurmasını sağlamalıyız. Onların mutlu, başarılı, yaratıcı bireyler olmasını istiyorsak, çocukları evden, bilgisayarları başından kaldırıp toprakla buluşturmalıyız. Ve hepimiz bir ödevi yerine getiriyormuşçasına, elimizden geldiğince TEMA Vakfı’na destek olmalıyız, bağış yapmalıyız. Çocuklara, tüm canlılar gibi bizim de doğanın bir parçası olduğumuzu hissettirmeli ve bu yüzden kuşa, köpeğe, çiçeğe sevgi ve saygı köprüleri kurmaları için çaba göstermeliyiz. Gördüğümüz ağaçlara sarılmalı, fotoğraf çekip, TEMA’nın sayfasında paylaşıp, başkalarına da örnek olmalıyız belki. Çiçek dikmeliyiz saksılara olduğu kadar yaşadığımız yerlerde yol kenarlarına da... “Seni sokar” diye korkutmak yerine anlatmalıyız, arılar yok olursa Dünya’nın da yok olacağını. Ve saklambaç oynamak için kolumuzu dayadığımızda bir ağaca, birlikte haykırmalıyız TEMA’nın parolasını: Önüm, arkam, sağım, solum toprak! Bu mevsimde doğa ile buluşmak için nerelere gidilir? Acarlar Longozu ve Terkos gölü ile Ömerli Barajı çevresi benim favorilerim. Ayrıca; Ihlamur Kasrı’na gidip mabed ağacı ve yaşayan fosil olarak da bilinen Ginko ağaçlarını keşfedebilirsiniz. Yazın ne yazık ki kendin pişire dönüşen Belgrad Ormanları için de güzel zamanlar bunlar. Havaların iyi gitmesini değerlendirebilir, güz çiğdemlerini, siklamenleri, yağmur sonrası bir anda beliriveren rengarenk mantarları görebilir, sincapları, karatavuk, kızılgerdan, çıtkuşu ve ispinozları çocuklarınızla tanıştırabilirsiniz.
Park var da gençler mi gitmiyor?
Son gezilerimde farkettim ki, Avrupa ülkeleri için zenginlik göstergesi, gerek büyük kentlerine gerekse küçücük köylerine özene bezene yaptıkları parklar... Portekiz’i köylerine kadar gezdim Eylül ayında. İki şey çok dikkatimi çekti: En küçük yerleşim yerinde bile kocaman bir park ve bir tiyatro salonu var. Park dediysem, kendi kendine yetişmiş başı boş bitkilerle çevrili alanlardan bahsetmiyorum. Ulu ağaçlarının etrafı çerçevelenmiş, bir levhayla hakkında bilgi verilmiş, havuz, gölet ve içinde hayvanlarla bezenmiş, halkın nefes aldığı, çocukların özgürce oynadığı alanlar bunlar. Aynı durum, daha bu bayram gezdiğim Sicilya için de geçerli. Sanatın merkezi olan Berlin, Londra, Paris gibi gelişmiş ülkeleri örnek vermiyorum dikkat edersiniz. Avrupa’nın daha mütevazı yerlerindeki durumdan söz ediyorum. En güzeli de kent sahiplerinin de parklarının güzelliğiyle övünüyor olması, zenginliği, alışveriş merkezlerinin değil parklarının güzelliği ve çokluğunda bulması. Hele bizim gibi İstanbul’da yaşayanlar için durum iyice vahim. Bir annenin gün içinde çocuğunu güzel bir parka götürüp geri getirmesi, trafik yüzünden bir saatten fazla sürer. Dolayısıyla, her gün birkaç saat çocuğu parka götürmek neredeyse imkânsız. Ayrıca, varolan az sayıdaki park alanlarını da o sözde spor aletleri kapladığı için çocuklar artık kaydırak yerine her gün bir sürü teyzenin sakatlanmasına sebep olan, tehlikeli spor aletleriyle vakit geçirmek zorundalar. Yine, TEMA’nın araştırmasına göre, gençlerimiz vakit geçirmek için parkları tercih etmiyormuş. Ülkede “Central Park” var da gençler mi gitmiyor? “Genç” dediğiniz, çimene yayılıp sohbet etmek, sevgilisiyle vakit geçirmek ya da grupça eğlenmek ister. Bizim ülkemizde, parklarda yan yana biraz samimi oturmak bile ayıp sayılıyor, gençler özgürce davranamayacakları yere elbette gitmek istemezler.
Yaratıcı çocuklar için
Haberin Devamı