Müslüm Baba’nın, akla hayale sığmayacak acılarla dolu hayat hikayesini bugüne kadar işitmediyseniz, benden değil bu hafta sonu vizyona giren “Müslüm” filminden öğrenin isterim. Müslüm Gürses’i tanımış ve birlikte keyifli programlar yapmış biri olarak, film ve bana düşündürdüklerinden bahsetmek istiyorum biraz...
Küçüklüğünden başlayarak 2000 yılına kadar, Müslüm Gürses’in hayat hikayesini anlatıyor film. “Müslüm Baba” rolünde, Timuçin Esen var. Büyük fenomenleri ve her hareketi halkın ezberinde olan yıldızları oynamak zaten çok zor, hele bu kişi bir de Müslüm Gürses gibi fizik ve tavır olarak alışılmışın dışında karakteristik özelliklere sahip biriyse... İşte bu noktada, Timuçin Esen’in alkışı hak ettiğini düşünüyorum. Müslüm Gürses deyince gözümüzün önünden gitmeyen o vücut dilini, kendi bedeninde yeniden inşa etmeyi başarmış Timuçin Esen. Üstelik film içindeki tüm Müslüm şarkılarını, hem de hakkıyla söylemiş, bu da performansını ikiye katlıyor. 2 ay Amerika’da oyuncu koçuyla, 3 ay ses koçuyla çalışmış duyduğum kadarı ile ki çok uzun bir çalışma süresi sayılmaz böyle bir rol için. Tahminimce dıştan içe, önce beden dilinden başlayarak hazırlanmış role Timuçin Esen ve belki metot sebebiyle, belki de kendi seçimi, rolle arasında bir ince mesafe kalmış sanki. Hakan Günday’ın çemberi kırıp, seyirciyi birden Müslüm baba ile nefes nefese getirdiği, insanın yüreğinde takılı kalan bazı dialoglar hariç, film ve seyirci arasında da aynı mesafe var gibi; ne çok içinde, ne dışında, sanki bir ince çemberin üzerinde, olaylarla birlikte döne döne seyrettim olan biteni.
Çok iyi bir oyuncu kadrosu var filmin ve yönetmenlerin detaylı yaklaşımlarıyla birlikte harika iş çıkarmışlar. Hele, Limoncu Ali (Erkan Can) ve küçük Müslüm (Şahin Kendirci) sahneleri o kadar seyredene değiyor ki, bence “Müslüm”ün ana hissi... Filmin “Gülhane Konseri” sahnesinin etkisini anmadan geçersem yönetmenlere de yapımcıya da büyük haksızlık etmiş hissederim. Yapımcı Mustafa Uslu, Ayla filminden sonra “Müslüm” ve Ocak’ta vizyona girecek “Çiçero”da düşünüldüğünde, gerçek insan hikayelerinden yola çıkan, görkemli filmler yapmayı sürdürecek ve günümüz sinemasının nabzını yükseltecek gibi görünüyor.
...bana düşündürdükleri
Bir “yanlış” baba, kaç insan hayatını mahvediyor bu hayatta... Önce kadınlar ve çocuklar kurban gidiyor. Bu bir zehir gibi nesilden nesile, akıyor, dokunanı yakıyor.
İnsanı en çok kendi ailesi yaralıyor çünkü insan savunmasız yakalanıyor.
Müslüm Baba için kendini parçalayan, konserleri dolduran binlerce insan, sadece hayran değil Müslüm Baba ile aynı yazgıyı, aynı yaraları paylaşanlar... Bu coğrafyada o kadar çoklar... Çok da yaralılar...
Birbirine yaralarından tutunanlar, ölümsüz aşkı buluyorlar.
...“keşke” dediklerim
Halfeti sular altında kalmasaydı da Müslüm’ün doğduğu toprakları da izleyebilseydik. Bizim ülkemizde tarihi film çekmek şöyle dursun, 60 yıl öncesine bile döndüğünüzde bıraktığınız yerleri yerinde bulmak mümkün değil. Yazık ki ne yazık...
Müslüm Gürses’in sesinden bir şarkıyla filme veda etseydik. Elbette bu bir eleştiri değil, belki de biyografik filmlerde hep gerçek görüntülerle final yapılmasına alışık olduğumuzdan.
Müslüm Gürses’in pop ve rock ile buluşan müzikal değişim dönemi de filmde yer alsaymış.
Film bu kadar steril kalmasaymış. Elbette senarist-yönetmen-yapımcı ve belli ki Muhterem Nur’un tercihi... Ama mevzubahis Müslüm Gürses gibi eğrisiyle, acıdan beslenişiyle, karanlıkla hemhâl olmuş sesiyle sevilmiş bir fenomen olunca... Daha derinden anlamak, daha içerden tanımak için filmin gerçeklik dozu daha yüksek olsun isterdim.