Ruhunuzu doğayla uyumlayın

Haberin Devamı

Malum bu yıl bahar baki kaldı. Sonbahardan ilkbahara doğrudan geçiş yaptık adeta. Mart kapıdan kaptırdı, ama henüz o da kazma kürek yaktırmadı. Bundan sonrasını kestirmek ise öyle kolay değil. Artık Mayıs ayında kar yağsa şaşırmayacak hâle geldik. Elbette moda hava durumuna aldırmıyor. Hava cehennem-i sıcak da olsa Ağustos sonu kışlıklar vitrine çıkıyor ve Mart kapıdan bakınca, kar da yağsa sandaletler, askılılar her yanımızı sarıyor. İşin ilginci, modadan geri kalmamak uğruna, günümüzde pek çok kadın da hava durumuna aldırmadan giyiniyor. Özellikle Nişantaşı sokakları filme alınsa, insanların kıyafetine bakarak mevsimi tahmin etmek nerdeyse imkânsız olurdu. Ağustos sıcağında çizmeyle dolaşanlar olduğu gibi kar yağarken açık ayakkabıyla dolaşanları da görmek mümkün. İnanın abartmıyorum, ben defalarca şahit oldum, oradan biliyorum. Şimdi ismini vermek istemediğim moda meşhuru bir kadının, çıplak ayağına değen kar tanelerini gördüğümde, onun yerine içimin ürperdiğini çok net hatırlıyorum. Ben, parmak arası terliklerimle oturmuş kahvemi içerken, karşı masada çizmeli kadınları görünce kendimi çıplak gibi hissettiğimi de biliyorum. Belki, İzmirli olmanın verdiği muhafazakârlıktan belki de doğaya mümkün olduğunca bağlı yaşamayı sevdiğim için, sırf herkesten önce giyebilmek adına havaya uygun olmayan parçaları kuşanıp, vitrin gibi ortada gezenleri yadırgıyorum yinede. Sanırım kolay kolay da alışmam mümkün olmayacak buna.

23 Nisan’dan önce çorapsız sokağa çıkmayan, 19 Mayıs’tan önce açık ayakkabı giymeyen, hava istediği kadar sıcak olsun Temmuz ayından önce askılı giymeyen İzmirli kadınlar tarafından büyütüldüğüm için belki de bu tutuculuğum. Ama her şeyden önce modayı, doğanın belirlemesini sevdiğim için daha çok. Hatta sadece hava durumu değil kasdettiğim... Mart geldi mi doğayla beraber yeşil ve beyaz katmalı insan giysilerine bence, tıpkı erik ve badem ağaçları gibi. Sonra hafif pembeler gelmeli, bahar dallarıyla beraber. Mayıs gelince, erguvana kesmeli insan, tıpkı Boğaz gibi ve gül kokmalı kadınlar İstanbul kadar. Hanımeli veya lavanta olmalı parfümün notaları yazın, sarılar giymeli önce, turuncu gelmeli sonra, güneş yakıcılığını arttırdıkça. Renklere bırakmalı insan kendini doğayla beraber. Uyumlu olmalı elbiselerin rengi, bahçedeki çiçeklerle. Moda dergisi sayfalarından çok, çevresindeki parklara bakmalı insan alışverişe çıkarken. Boşverin modayı stres hâline ya da “kim önce giyecek” yarışına döndürmeyi. Mutlu olmak için, ruhunuzu doğayla uyumlayın, ilhâmınızı park ve bahçelerden alın.

Reyting reyting söyle bana en çok kim izleniyor!

Epeydir her televizyoncu gibi ben de farkındayım, televizyon izlenme ölçümleri için seçilen seyirci denekleri değiştiğinden beri sonuçlar da yüz seksen derece değişti. Yanlış anlaşılmasın, eski AGB ölçümleri iyiydi demek istemiyorum. O dönem nasıl belli odakların isteğine göre ölçümleme yapılıyorsa, bugün de başka odaklara göre dizayn edilmiş bir ölçümlemenin sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Geçmiş yıllarda da defalarca “reyting”lerin sağlıklı olmadığını söylemiştim, bugün de söylemeye devam ediyorum. Bu hafta dizimiz final yaptığı için artık yarışta değilim ve rahat rahat, objektif olarak konuşabilirim. Ölçüm mekanizması değiştiğinden beri hemen her gün, “en çok izlenen diziler”, Samanyolu TV’den çıkıyor. En çok izlenenler içinde bir diğer kanal ise, Kanal 7. Bir önceki ölçüm şirketinin yok saydığı bu iki kanal, bugünün liderliğine oynuyor. Üstelik iki kanalın da yayın politikasında dünden bugüne değişiklik olmadığı halde! Daha önce en yüksek reytinge sahip dizi ya da programlarda ise, çok ciddi reyting kaybı görülüyor ve bu ölçümleri gereğinden fazla ciddiye alan kanal yöneticileri tarafından yayından kaldırılıyor. İşin en acı yanı, ne dün ne de bugün yapılan ölçümler, seyircinin nabzını gerçek anlamda tutmuyor. Tıpkı iç politikamız gibi reyting sonuçları da iktidarlara göre ölçüm politikalarını değiştirdiği için, televizyon seyircisinin izleme tercihleri ne yazık ki sonuçlara sahici bir şekilde hiç bir zaman yansımıyor. İşte son örnek: Aylardır merakla beklenen Kurt Seyit ve Şura, çok büyük özenle çekilen ilk bölümüyle total seyirci ölçümlerinde üçüncü çıkıyor. Hem de birinci ile arasında epey fark çıkıyor. Oysa her tür çevre ile ilişki içinde olan biri olarak kadınların Kurt Seyit ve Şura için adeta ekrana yapışmış olduğunu gayet net biliyorum. En büyük izleyici kitlesinin kadınlar olduğunu da biliyorum. Bankalarda, hastanelerde, pastanelerde, gezip dolaştığım farklı semtlerde hiç olmazsa bir kere ‘Kıvanç Tatlıtuğ’un ilâh kadar yakışıklı olduğu’nun konuşulduğunu duyuyorum. Sosyal medya haftalar sonra ilk defa, “Kıvanç” uğruna, iki saatliğine de olsa “tapeler”le değil, Kurt Seyit ile ilgileniyor... Sonuç: Açık ara birinci olması beklenen dizi, açık ara fark yemiş görünüyor.

Sırf, Kıvanç’ın son halini görebilmek uğruna, “necefli maşrapa” misali iki saat kıpırtısız dursa, diziyi birinci sıraya yerleştirecek kadar kadın seyircinin ekrana kilitleneceğine eminim. Artık reytinglerin gerçeği ne kadar yansıttığını varın siz hesap edin! Gelin beni dinleyin, hiç olmazsa siz seyirciler reytinglere itibar etmeyin. Bakarsınız, gün gelir, âdil ve istatistik verebilecek bir sistem ve her kesimi temsil eden deneklerle, gerçeği yakalayan bir ölçümlemeye geçer ülkemiz.

Not: “Berna n’oldu, neden birden ülkenin siyasi gündemini bir kenara bıraktın” diye soracak olursanız cevabım basit: Yoruldum, yıprandım, sıkıldım ve anksiyete geçirmeye başladım. Ruh sağlığım için kendime bir hafta izin verdim. Kısacası, “tape detoksu” yapıyorum.

DİĞER YENİ YAZILAR