6 Mayıs öğleden sonra... Koşarak, Venedik’teki Marriott Otel’in kapısından giriyorum. Aslında oldukça kalabalık bir gazeteci topluluğuyla geldik bu Venedik lagünündeki küçük adaya. San Marco Meydanı‘nın bulunduğu büyük adanın karşısında küçük bir adada tek başına bu otel. İçinde kendi kilisesi bile var. Hemen hazırlanıp çıkmak zorundayım çünkü deniz motoruyla San Marco Meydanı‘yla Giardini arasında bulunan La Pieta’da Ahmet Güneştekin’in sergi açılışına davetliyim. “Hoşgeldiiiiin” diye dostane ve sıcacık bir sesleniş duyuyorum arkamdan. Sanki kırk yıllık dostmuşçasına selâm eden bu adam karşısında nasıl davranacağımı bilemiyorum önce.
Yanımdaki arkadaşım, ülkemizin en önemli iletişim firmalarından Effect’in başkanı Gonca Karakaş, dönüp sarılıyor sanatçıya. Monaco’daki sergiden sonra Venedik’teki büyük buluşmayı da birlikte organize etmişler. Yurt dışında başarı kazanmanın verdiği özgüven ile birlikte tatlı bir heyecan okunuyor yüzlerinde. Beş dakika içinde ben de giriyorum bu samimi havaya ve o andan itibaren hayranlıkla uzaktan tâkip ettiğim bir sanatçının arkadaşı oluvermenin keyfini çıkarıyorum. Birlikte geçirdiğimiz iki gün boyunca aklımdaki soruları soruyor, kavramsal temalı modern sanat eserlerini sanatçısıyla gezmenin keyfini ve eserlerde anlatılmak isteneni yaratıcısından dinlemenin lüksünü yaşıyorum.
Batman’ın Garzan işçi kampında doğmuş Ahmet Güneştekin. Küçük yaşlarda başlamış resim yapmaya ve uluslararası alanda başarılı olana kadar pek çok sergi açmış. Açıkçası benim dikkatimi 10 yıl önce TRT için yaptığı sanat temalı belgeselleriyle çekmişti. Nerdeyse kaçırmadan izlediğim, “Haberci” belgeselinin de uzun bir süre sanat yönetmenliğini yapmış olduğunu ise yeni öğrendim. Aslında 2003 yılında açtığı “Karanlıktan Sonraki Renkler” sergisinden beri ressam olarak adını duymaya başladım ama asıl olarak son yıllardaki uluslararası alandaki büyük çıkışından sonra benim için yeni işleri merakla beklenen bir sanatçıya dönüştü.
AHMET GÜNEŞTEKİN
'MİLYON TAŞI' DÜNYANIN ORTASI OLARAK İŞARETLENMİŞ'
Anadolu binbir çiçekli kültür bahçesi benim için. Ben hep Anadolu, Mezopotamya ve Yunan kültürlerinden beslendim. Bu sefer İstanbul’u ve ‘kadın’ı merkeze koymak istedim. Milyon Taşı‘nın eril duruşuna bir karşılık olarak Adem’in ilk eşi Lilith’i yerleştirdim. (Milyon Taşı; Doğa Roma döneminden tahmini 4’üncü yüzyıldan kalma bir anıt. Ayasofya’nın karşısında Yerebatan Sarnıcı‘nın girişinde bulunuyor) Milyon Taşı, Dünya’nın ortası olarak işaretlenmiş bir anıt. Elbette, erkek egemenliği temsil ediyor. Ben açıkçası bundan çok rahatsızım. Erilliğe ve erkek egemen anlayışa karşı bir duruş olarak yaptım heykeli. Ben toplumun cinsiyetine göre ayrılmasına karşıyım. Eserimde de dikilitaşı cinsiyetsizleştirmeye çalıştım. Dikilitaşı bir beden gibi düşündüm. Güneş, baş, ayak koydum ondan kollar, ayaklar çıkardım. Ama cinsiyet bölümünde bir boşluk bıraktım. Ne şanslıyım ki bugün yıllardır hayalini kurduğum bu mekâna, hayranı olduğum ve çok etkilendiğim Vivaldi’nin evinin bahçesine Lilith’e atfettiğim, eril olmaktan kurtardığım ve kadına şiddete karşı olarak yaptığım milyon taşımı yerleştirdim.
Konstantiniyye’de ise İstanbul’un farklı katmanlarına dikkat çekmek istedim. Şehrin kültürel belleğinde biriken eski isimlerini bir araya getirdim. Bir tek “İstanbul” ismini kullanmadım. Çünkü o değişmedi, hala yürürlükte. Anadolu’da pek çok yer defalarca isim değiştirmiş ne yazık ki. İsim değiştirmek kendinden önceki kültürü yok saymak bir bakıma. Buna dikkat çekmek istedim.
Ben Yaşar Kemâl’den çok etkilendim. Anadolu ve mitleri benim eserlerimin temelini oluşturur.