Son iki gün olağan haber akışının dışında kaldım. Kur, faiz, borsa, kur, euro krizi, yayınlanan veriler, vs. hiç birine bakma fırsatım olmadı. Gazetelere bile ancak şöyle bir göz atabildim. Ekonomi köşelerini okumakla yetindim. Merkez Bankası İstanbul’da çok ilginç bir uluslararası konferans düzenledi. Genel teması: “Enflasyon hedeflemesine finansal istikrarın dahil edilmesi”. Böylece iktisat politikasının en sıcak konusunu işi bilenlerden dinleme olanağı bulduk.Banka yönetimini hem kutluyor hem teşekkür ediyorum. Çok iyi hazırlanmış. Çok yararlandım. Çalışmaları okumak da mümkün ama hiçbir zaman yazarı ve tartışmaları dinlemek gibi olmuyor. İnsan nüansları daha iyi görüyor. Enflasyon hedeflemesiEnflasyon hedeflemesi 20.inci yüzyılın son çeyreğinin keşfidir. Dalgalı kur rejimleri için uygun para politikası tarzı olduğu düşünüldü. Giderek hakim para politikası paradigmasına dönüştü. Küresel kriz ve ardından gelen maliyetin ağırlığı enflasyon hedeflemesinin sorgulanmasına yol açtı. Eski eleştiriler hatırlandı. Yeni arayışlar güçlendi. Paradigma kaymasının işaretleri belirdi. Enflasyon hedeflemesi ile para politikası aslında sadeleşmişti. Tek hedefe (enflasyon) ve tek araca (faiz) indirgenmişti. Para otoritesinin faizi kontrol ederek fiyat istikrarını tam istihdama yakın bir yerde sağlamasını öngörüyordu. Ancak, bu yaklaşım fevkalade kritik bir varsayım üzerine inşa edilmişti. Literatürde mali piyasaların “etkin işleyişi” deniyor. Türkçe “işbilir” yakışıyor. Mali piyasaların riski daima doğru fiyatladıkları anlamına geliyor. Bu durumda para politikasının ayrıca mali istikrarla ilgilenmesine gerek kalmıyor, Çünkü risk sorununu zaten “işbilir piyasalar” hallediyor. İşte, küresel krizde bankalarla birlikte çöken bu varsayımdır. Bir gözlemKonferansta çok önemli konular tartışıldı. İlginç araştırmaların sonuçları gösterildi. Yeni modeller anlatıldı. Sadece ana başlıklar bile birkaç gazete yazısı gerektirir. Arada sırada bazılarına gireceğimi sanıyorum. Genel bir gözlem yapmak istiyorum. Geçmişte parasal iktisadın teori ve pratiği gelişmiş ülkelerin adeta tekelinde idi. Hatta, ABD’nin tekeli bile diyebiliriz. Neticede teori orada üretilir, gelişen dünyaya uygulaması kalırdı.Küresel kriz bu ilişkiyi de değiştirmiş. Yeni politika arayışlarında gelişen ülkeler inisiyatif almaya başlamış. Eskisi gibi merkezin fetvası beklenmiyor. Türkiye de bunlar arasında yer alıyor. Bir dizi neden sayılabilir. Batı üniversitelerinde yetişmiş birinci sınıf iktisatçıları var. Sorunlarının farklı olduğunu anlıyorlar. Daha önemlisi özgüvenleri artmış. Yani gelişmiş dünya karşısında eziklik duymuyorlar. Bir anlama krizin olumlu dolaylı etkisidir. Bence olağanüstü önemli bir gelişmedir. Çok sevindiricidir. Son olarak, konferansın Türkiye’de uygulanan para politikasına güvenimi pekiştirdiğini söylemeliyim.
Küresel mali piyasalarda sert çalkantı sürüyor. Dünya borsaları inişe geçti. Dün bir ara Paris borsası yüzde 6 düşmüştü. Hata olabilir diye kontrol etmek ihtiyacını hissettim. Euro bölgesi tahvil piyasalarında ise tam bir kâbus yaşanıyor. Parite 1.33’e geriledi.Türkiye de fırtınadan payını alıyor. Son baktığımda İMKB endeksi 51 bin civarında dolaşıyordu. Buna karşılık döviz kuru nispeten sakindi. Sepet kur 2.18 TL’ye, paritenin etkisi ile dolar 1.87 TL’ye yükseldi.Para Politikası Kurulu olağan toplantısı dün yapıldı. Piyasa bir değişiklik beklemiyordu. Merkez Bankası şaşırtmadı. Politika faizlerini sabit tuttu. Ama paranın patronu olduğunu tekrar hatırlattı. Rekorlar yılıHanehalkı İşgücü Araştırması ağustos sonuçları TÜİK tarafından yayınlandı. Temmuz-eylül dönemini kapsıyor. Dolayısı ile üçüncü çeyrek itibariyle istihdam ve işsizliğin durumu kesinleşti. Geçen yılın aynı dönemi ile karşılaştırınca karşımıza çok parlak bir resim çıkıyor. Son bir yılda 15+ yaş nüfus 1.1 milyon artarken toplam istihdamda artış 1.7 milyon oldu. Yani istihdam nüfustan 600 bin (yüzde 55) daha hızlı büyüdü.Fark nereden geldi? Canlı emek piyasası iş gücüne katılımı destekledi. Katılım oranı yüzde 51’e yükselerek tarihi bir rekor kırdı. Nüfusun üzerindeki istihdam artışının 100 bini buradan kaynaklandı.Ya geri kalan 500 bin kişi? İşsiz sayısı 3 milyondan 2.5 milyona indi. Böylece üçüncü çeyrekte işsizlik oranı 2.2 puan düşüşle yüzde 9,2’ye geriledi. Bu da tarihi bir rekordur.Takvim ve mevsim etkisinden arındırılmış sayılar da aynı yöndedir. İşsizlik oranı yüzde 9,6’ya düştü. Ocak 2005’te başlayan serinin en küçük işsizlik oranıdır. Sadece 2007 kışında iki ay (ocak ve mart) yüzde 10’un altına inmişti.İlginç eğilimlerBazı uzun dönemli eğilimler de ilgimi çekti. Grafik bunları gösteriyor. Birincisi, küresel kriz sonrasında istihdam daha hızlı artıyor. Ücretli istihdamına bakıyorum. Kriz öncesinde (2005-08) 1.4 milyon, sonrasında ise (2008-11) 2 milyon artmış.Olumlu ama açıklanması gereken bir gelişmedir. İki dönem arasında ne değişti? Ücretli istihdam artışı şimdi mi yüksek? Yoksa kriz öncesi artış mı çok düşük? Bence tartışmaya değer. Diğeri istihdamın kalitesindeki ciddi zafiyetlerdir. Tarımda istihdam kriz öncesinde 45 bin, sonrasında 1.1 milyon artıyor: 23 katı. Sanayide ise artış kriz öncesinde 250 bin, sonrasında 135 bin: adeta yarısı.Düşünsenize, kriz sonrasında sanayide iş bulan her vatandaş için tarımda sekiz kişi çalışmaya başlıyor. Hayra alamet değildir; benden söylemesi...
Pazar yazıma sevgili dostum Ege Cansen’den iltifat aldım. Grafiğin dış açıkta tehlikeli gidişatı ortaya çıkardığını söyledi. Mevcut kur düzeyinin bu eğilimi kırmakta yetersiz kalacağı görüşüme katılıyor. Huyludur; öyle kolay beğenmez. Sevindim. O arada “net hata noksan” (NHN) kalemini de konuşma fırsatını bulduk. Yazıda “nesebi gayri sahih” döviz girişlerinde patlamaya da işaret etmiştim. Beraberce sayıları gözden geçirdik. Telefonda beyin fırtınası yaptık. Ödemeler dengesinde muhasebe hataları dünyanın da gündeminde. The Economist iktisat köşesine “Mars’a ihracat” başlığını attı. Eskiden dünya cari denge toplamı sıfır ya da eksi bakiye verirdi. Altı yıldır bayağı artıya geçti. (www.economist.com/node/21538100) Muhasebe sorunuYöntemi hatırlatalım. Ödemeler dengesi ülkenin dış dünya ile tüm parasal ilişkilerini kapsıyor. İhracat, ithalat, sermaye hareketleri vs. bir bölümü işlem bazında tutuluyor. Turizm, bavul ticareti vs. diğerleri ise çeşitli yöntemlerle tahmin ediliyor. Böylece cari işlemler ve sermaye dengelerine ulaşılıyor. Teoride ikisinin toplamının rezerv değişimine eşit olması gerekiyor. Değilse, aradaki fark “net hata noksan” kalemini oluşturuyor. NHN fazlası hâline bakalım. Ülkeye döviz girdiği, banka sisteminden görülüyor. Ama ödemeler dengesinin hangi kaleminden girdiği saptanamıyor. Doğru anlaşılması çok önemlidir. Olay özünde bir muhasebe sorunudur. Aylık NHN büyük dalgalanmalar gösterir. Uzun dönemde bakiyesi sıfıra yöneldiği sürece ihmal edilebilir. Buna karşılık büyük artı/eksi bakiye oluşması ciddi ölçme hatalarına işarettir. İki ihtimal var. Bir: Gerçek dış açık hesaplanandan küçüktür. İki: Gerçek sermaye girişi hesaplanandan büyüktür. Hata nerede?Türkiye verileri aşağıdaki grafiktedir. Birikimli NHN hesabını Aralık 2006’dan başlattım. İlk 22 ay iki yönlü hareket ediyor. Küresel krizin başladığı Eylül 2008’de 2 milyar dolar eksi bakiye veriyor. NHN tanımı ile uyumludur. Kriz sonrasında aniden değişiyor. Eylül 2009’da 11 milyar dolar artıya geçiyor. Bir yılda 13 milyar dolar giriş demek. Ertesi yıl gene durağan geçiyor. Eylül 2010’da 12 milyar dolar artıda kalıyor. Son yılda ise döviz girişi tekrar patlıyor: 14 milyar dolar. Birikimli 27 milyar dolara, üç yılda giren ise 29 milyar dolara ulaşıyor. Üç yıllık dış açığın (127 milyar dolar) yüzde 22.4’ü bu dövizle karşılanıyor. Sistematik hata olduğu kesindir.Hata nerede? Kayda girmeyen sermaye girişi mi? Yoksa kayda girmeyen ihracat geliri mi? Ege ile epey tartıştık. İkincisi daha makul duruyor. “Olağan şüpheli” hizmet ihracatı hesaplarının zorluğudur. Böyle ise dış açık göründüğünden daha küçüktür.
Normal olarak Eylül sayıları ile birlikte üçüncü çeyrekte dış ticarete bakarım. Bu kez araya bayram ve başka konular girdi. Güncelliğini kaybedince ödemeler dengesini beklemenin daha doğru olacağına karar verdim.Konu tercihi üstüne birkaç söz edeyim. Yeni bilgi değeri yüksek göstergeleri her ay ele alıyorum. Diğerleri için çeyrek sonu yetiyor. Bir süredir dış ticaret ve ödemeler dengesi ikinci kategoriye giriyor.Neden? Dış açık önemsiz mi? Tam tersine, Türkiye ekonomisinin en ciddi kırılganlık nedenidir. Nitekim tüm iktisat politikası tartışmaları da dönüp dolaşıp dış açığa ve yaratacağı sorunlara odaklanıyor. Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir. Mevcut konjonktürün cari işlemler açığını 80 milyar dolara taşıyacağını yılın başında yazdım. Abartılı bulanlar oldu. Ama üçüncü çeyrekte fark iki milyar dolara indi.Tarihi rekorlarEylül’de cari i∫lemler açığı 6.8 milyar dolar çıktı. Ağustos’da 4.1 milyar dolar, geçen yıl 3.8 milyar dolardı. Tahmin edeceğiniz gibi, gelmiş geçmiş en yüksek Eylül cari işlemler açığıdır.Yılın ilk dokuz ayında cari işlemler açığı 61 milyar dolara yükseldi. Bu da tarihi bir rekordur. Üstelik, bir önceki rekorun (Geçen yıl 30 milyar dolar) iki katından fazladır.Oniki aylık cari işlemler açığı 78 milyar dolara ulaştı. Yıllık açık Ocak 2011’den bu yana her ay yeni bir rekor kırıyor. Yani her rekorun ömrü bir ay; sonra yenisi geliyor. Bakalım daha ne kadar böyle devam edebilecek!Geri planda dış ticaret açığı rekorları yatıyor. Yıllık dış ticaret açığı üçüncü çeyrekte 105 milyar doları buldu. 110 milyar dolar demiştim. Konjonktür değişmediği takdirde geçme ihtimali vardır. Ödemeler dengesinin rekor kıran ilginç bir kalemi daha var: net hata noksan. “Nesebi gayri sahih” dövizlere sık değiniyorum. Bu kalemde yıllık giriş 14.3 milyar dolara yükseldi. Son dört yılın birikimli değeri de 27 milyar dolara tırmandı. Ayrı bir yazı gerektiriyor.Tehlikeli eğilimlerSorunu daha iyi görmek için son onbeş yıla bakalım. Cari işlemler açığı biliniyor. Ben ayrıca finansman giderleri dışında cari dengeyi de izlerim. Bütçede “faiz-dışı denge” ile benzerlik kurulabilir.Grafik verileri milli gelirin oranı olarak gösteriyor. Üç dönem var. İlki 1996-2000 arası beş yıldır. Finans öncesi denge fazla veriyor (yüzde 1). Ancak finans giderleri eklenince açığa dönüşüyor (yüzde 1). Diğeri 2003-2010 arası sekiz yıldır. Finans öncesinde ciddi açık oluşmuş (yüzde 4). Buna finans giderleri de eklenince dış açık iyice yükseliyor (yüzde 6). Sonuncusu bu yılın üçüncü çeyreğidir. Finans öncesi açık yüzde 9’a, dış açık ise yüzde 10 yakındır.Bence grafik dış açıktaki tehlikeli gidişatı çok iyi yansıtıyor. Kritik soru ile bitirelim. Döviz kurunun bugünkü düzeyi bu eğilimi değiştirmeye yeter mi? Ne dersiniz?
Euro krizi Papandreu’nun ardından Berlusconi’nin de başını yedi. Siyasi liderin teknokrat yönetici ile değiştirilmesi çözüm getirir mi? Emin değilim. Yunanistan ve İtalya’nın tahditleri içeride ve dışarıda siyasettir. Teknik değildir. Almanya’nın bir raundu daha aldığı söylenebilir. Borçlu ülkelere ağır bir bedel ödetme inat ve kararlılığını sürdürüyor. Olayı iyi özetleyen bir özdeyişi bu arada öğrendim: “Bir Alman’la daima konuşabilirsin ama fazla bir şey anlatamazsın.”Euro bölgesi banka sisteminin küçülmek zorunda kalması kaynak sağladığı ülkeleri sarsacaktır. Akla hemen Doğu Avrupa ve Türkiye geliyor. Dış açığın finansmanında zorlanacaklar. Ani bir sermaye çıkışı işleri iyice karıştırır. Kurban Bayramı ve İnsani Gelişme Endeksi derken içeride açıklanan verileri ihmal ettik. Sanayi üretimi, ödemeler dengesi ve istihdam için üçüncü çeyrek sonuçları çıktı. Ekim bütçesi yayınlandı. Bugün sanayi üretimine bakıyorum.Eylül’de yüksek artışEylül’de sanayi üretimi artışı piyasa beklentisinin çok üzerinde çıktı. Toplam sanayi üretimimin geçen yıla kıyasla yüzde 6 artacağını öngörülüyordu. Yüzde 12 geldi. İmalat sanayiinde ise artış daha da yüksek, yüzde 12,8 oldu. Yıllık ortalama artışa bakalım. Son on iki ay ortalamasını bir önceki on iki ay ortalaması ile bölüyoruz. Ağustos 2010’dan bu yana çift haneli seyrediyor. Eylülde toptan sanayide yüzde 10,3, imalat sanayiinde yüzde 11,2 oldu.Sanayi üretimi çalışılan gün sayısından etkileniyor. Bu yıl Şeker Bayramı eylülden ağustosa kaydı. Düzeltince artışın yarısının buradan kaynaklandığı görülüyor. Mevsim etkisi de temizlenince ağustosa kıyasla toplam sanayinin yüzde 1.5, imalat sanayiinin yüzde 1,9 arttığı anlaşılıyor.Aslında şaşırtıcı olan, takvim ve mevsim etkisi düzeltilmiş endeksin ağustosta yüzde 2,6 (imalat sanayiinde yüzde 2,3) gerilemesi idi. O zaman Ramazan’ın yaz tatili ile çakışmasına bağlamıştım. Eylül sonuçları bunu doğruluyor.Nasıl tefsir edeceğiz? Sanayi üretimi artış hızında yumuşak bir düşüş vardır. Olumlu bir gelişmedir. İktisat politikası amaçları ile uyumludur. Son çeyrekte de bu eğilim devam eder mi? Yoksa düşüş sertleşir mi? Göreceğiz. Büyüme güçlü çıkarİmalat sanayii üretimi ile milli gelir arasında güçlü bir ilişki vardır. Dolayısı ile aralık sonunda yayınlanacak üçüncü çeyrek büyüme hızı hakkında bir fikir sahibi oluyoruz.Üçüncü çeyrekte imalat sanayii üretimi geçen yıla kıyasla yüzde 7,5 arttı. İkinci çeyrekte yüzde 7,9 olmuştu. Biraz düşüş var ama gene de yüksek bir artıştır. Üçüncü çeyrekte yüzde 7’nin üzerinde büyüme hızına işaret ediyor. Daha kolay izlenmesi için son iki yılın sayılarını grafikte özetledim. Sütunlar milli gelirin, çizgi ise imalat sanayii üretiminin bir önceki yılın aynı çeyreğine göre artış hızını gösteriyor.
İtalya’da devlet tahvili faizlerindeki artış bana Türkiye’nin 2001 krizinde yaşadıklarını anımsatıyor. Şimdi belki unutuldu. Ama o dönemde yüksek reel faizin yol açtığı olumsuz borç dinamiğinden Türkiye çok çekti. Nitekim makro iktisat ders notlarıma ünlü borç dinamiği denklemini o sıralarda ekledim. Türkiye krizi çabuk atlattı. Sıkı maliye politikası borç dinamiğini hızla düzeltti. Ben tedbirli davrandım. Denklemi öğretmeye devam ettim. Doğrusunu yapmışım. Borç dinamiği denklemi aniden gelişmiş ekonomilerin gündeminde baş köşeye oturdu. İtalya, Fransa, ABD, İngiltere vs. her yerde kamu borcu senaryoları büyük önem kazandı. Gene en güzelini The Economist yapmış: www.economist.com/debtdynamics. İnteraktif bir grafik var. 13 ülke ve 4 ülke grubu için IMF tahminlerine göre borç eğrilerini çiziyor. Varsayımlarla oynayabiliyorsunuz. Çok eğlendirici ve öğretici. Basit bir aritmetikDenklemi net ya da brüt kamu borcu ile yazmak mümkün. Keza, yerli para ve dövizle borç ayırt edilebiliyor. Denklem borcun milli gelire oranını sabit tutmak için gerekli koşulları saptıyor. Aşağıda brüt kamu borcu ve sadece yerli para varsayıyorum. Denklemin sol tarafında reel faiz haddinden büyüme hızını çıkartıyoruz. Elde edilen sayının işaretine bakıyoruz. Sıfırdan büyükse borç oranı artar; küçükse azalır, sıfırsa sabit kalır. Reel faiz ve büyüme, borç dinamiğinin iki kritik belirleyicisidir.Denklemin sağ tarafında faiz dışı fazla oranını başlangıç borç oranı ile bölüyoruz. İkincisi veri; ilki ise denklemin politika değişkenidir. Yani reel faiz ve büyüme veri iken borç oranını sabit tutan faiz dışı dengeyi ifade ediyor. 2011 için Türkiye’ye uygulayalım. Reel faizi yüzde 2, büyüme hızını yüzde 7 alınca fark yüzde 5 çıkıyor. Borcu yüzde 40’ta sabit tutmak için faiz-dışı dengede yüzde 2 açık gerekiyor. Hızlı büyüme, düşük faiz ve düşük borç oranının yarattığı mucize budur. The Economist’in hesabı ile İtalya’ya bakalım. 2010 yılı borç oranı yüzde 119; reel faiz yüzde 3.1; büyüme yüzde 0.8; yani fark yüzde 2.3 çıkıyor. Buradan borç oranını sadece sabit tutmak için yüzde 2.7 faiz-dışı fazla gerektiğini anlıyoruz. İlginç senaryolarBirkaç ilginç örneğe bakalım. İtalya’da nominal faizin yüzde 7.5’e yükseldiğini düşünelim. Reel faiz yüzde 5.7’ye, dolayısı ile borç oranını sabit tutan faiz dışı fazla yüzde 5.7’ye tırmanıyor. Neden olmasın? Türkiye 2001 krizi sonrasında yüzde 6.5 tutturmuştu. İtalya’nın temel sorunu büyüme hızının düşük olması; reel faiz de yükselince başı derde giriyor. 2001 sonrasında Türkiye’de büyüme hızı yüksekti ama reel faiz inanılmaz düzeye tırmanmıştı (yüzde 15-20). Devasa faiz dışı fazla ondan gerekti. Diğer uçta ABD yer alıyor. Reel faiz yüzde 1.5; büyüme hızı yüzde 2.6; 2010 borç oranı yüzde 94; faiz-dışı dengede yüzde 1 açık borç oranını sabitliyor. Halbuki IMF’nin faiz dışı açık beklentisi yüzde 4.7; 2020’de borç oranı yüzde 129’a yükseliyor. ABD’de borç dinamiğini bozan büyüme ya da faiz değil; doğrudan kamu açığı. Mim koyun derim.
Geçen yazıda Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı tarafından hesaplanan İnsani Gelişme Endeksi’nin (İGE) 2011 yılı sonuçlarına baktık. 187 ülkeyi kapsıyor. İki ana kalemden oluşuyor.Biri ekonominin verimliliğini ölçen kişi başına milli gelirdir. Ancak Türkiye’de yapıldığı gibi, TL dolara cari kurdan çevrilmiyor. Temsili mal-hizmet sepetini eşitleyen satınalma gücü paritesi (SGP) kullanılıyor. Sabit 2005 yılı fiyatları baz alıyor.Diğeri toplumsal refahı ölçüyor. “Gelir-dışı insani gelişme endeksi” (GD-İGE) biri sağlık, ikisi eğitimden, üç göstergeyi yansıtıyor: Doğumda yaşam beklentisi, yetişkin nüfusun ortalama eğitim süresi ve çocukların beklenen eğitim süresi.Döviz kurunun etkisiTürkiye’de ikisi arasındaki uçurum hemen göze çarpıyor. Kişi başına gelir sıralamasında 67’nci, buna karşılık GD-İGE sıralamasında 112’nci çıkıyor.Farkın nedenleri üzerinde durmak istiyorum.Böyle durumlarda aklıma ilk gelen ölçme hataları ihtimaline bakmaktır. GD-İGE ile başlayalım. Üç göstergenin de ölçülmesi kolaydır. Tüm ülkelerde aynı yöntem kullanılmaktadır. Türkiye’de sorun çıkarması için bir neden yoktur.Ya kişi başına milli gelir? TL cinsinden milli gelirin doğru hesaplandığını kabul ediyorum. Son milli gelir serileri gerçekçi duruyor. En azından diğer ülkelere kıyasla sistematik bir hata gözükmüyor.Sanırım tahmin ettiniz; aynı şeyi döviz kuru için söyleyemiyorum. Cari kur yerine SGP kullanılması kurla ilgili sorunlardan bir bölümünü çözüyor. Ama bizim açımızdan önemli bir soruna çözüm getiremiyor.Nedir o sorun? TL’nin aşırı değerli olması halinde içeride reel gelirler şişiyor. Yani aynı TL gelirle fiilen daha fazla ithal malı satın almak mümkün oluyor. Bu da SGP ile ölçülen kişi başına gelirin daha yüksek çıkması sonucunu doğuruyor.İlginç şekilde karşımıza gene reel kur sorunu geldi. Örneğin daha küçük bir dış açığa olanak sağlayacak kur düzeyinde Türkiye’nin kişi başına geliri de daha düşük çıkacak. Yani Türkiye gelir sıralamasında 67 yerine belki 77, belki 87’nci sıraya gerileyecek.BigMac döviz kurlarını hatırlayalım. Kişi başına gelire göre düzeltince, TL yüzde 50 değerli çıkıyordu. Kaba bir hesap yaptım. Kişi başına gelirde Türkiye’yi 15-20 sıra geriye atmaya yetiyor.Refahın dağılımıDiğer sorun, üretim düzeyi ile refah göstergeleri arasında mekanik bir ilişki olmamasıdır. Araya toplumsal tercihler girer. Siyasi kararlara yansır. Aynı üretim ve gelir düzeyinde farklı refah dağılımları oluşur.GD-İGE iki alana bakıyor: Sağlık ve eğitim. Yani ülkelerin bu alanlardaki çabalarını karşılaştırıyor. Vatandaşının sağlık ve eğitimine önem veren ülkeler sıralamada yükseliyor. Özel tüketimi tercih eden ülkeler ise geride kalıyor. İktisatçı dili ile söylersek, özel tüketimle sosyal refah harcamaları arasındaki toplumsal tercihten etkileniyor.Türkiye’nin nisbi yerini çok iyi özetleyen bir örnekle bitirelim. İGE sıralamasında Ürdün üç altımızda (95’inci) yer alıyor. Halbuki kişi başına geliri Türkiye’nin yarısına ulaşmıyor (5 bin 300 dolar). Bence işin özü budur.
Bu sütunda ölçme sorunları ile sık karşılaşıyoruz. Bilimsel düşünce için ölçme işlevinin doğru yapılması hayatidir. Üstelik çok zordur. Hatalara açıktır.Ekonomide ölçü biriminin tanımlanması bile başlı başına bir sorun haline dönüşür. Akla hemen enflasyon geliyor. Mal-hizmet seçimi, ağırlıklar, fiyat toplanması, farklı alt-endeks tercihleri vs. iktisat politikasını birebir etkiler.Bir diğer örnek milli gelir muhasebesi konjonktür dalgalarını izlemek için geliştirildi. Sadece toplam üretim ve harcama hacmine odaklanıyor. Bir dönemden diğerine değişimlerini saptıyor. Sağlık, eğitim, gelir dağılımı vs. refah göstergelerini hesaba katmıyor.Öte yandan ülkeler arasında refah karşılaştırması da ilgi çekiyor. Ne yapmalı? Yöntem zafiyetine rağmen, kişi başına milli gelir verilerine başvuruluyor. Pratik kolaylık sağladığını kabul etmek zorundayız. Ama sorunları çözmüyor.Sosyal göstergelerBirleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) 20 yıldır farklı bir yöntem uyguluyor. Bir dizi sosyal gösterge ile İnsani Gelişme Endeksi (İGE) oluşturuyor. Sıralamayı kişi başına gelir ile karşılaştırıyor.‘İnsani Gelişme Raporu 2011’ geçen hafta İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde tanıtıldı. Mehmet Altan ve ben de birer konuşma yaptık. İlgilenenler İngilizce tam metin ve ayrıntılı tabloları www.undp.org.tr adresinden indirebilir.Endeks doğal olarak kişi başına milli geliri de kapsıyor. Satın alma gücü paritesine göre 2005 sabit fiyatları ile hesaplanıyor. 2011 için Türkiye 12.250 dolarla 187 ülke arasında 67’nci sırada çıkıyor.Gelir-dışı insani gelişme endeksini hesaplamak işin zor kısmı. Sosyal boyutu yani gelir dağılımını yansıtmalı; kolay ölçülmeli, öznel etkilere açık olmamalı. İGE bu amaçla biri sağlık, diğer ikisi eğitimle ilgili üç göstergenin ortalamasını alıyor.Sağlık sisteminin etkinliğini ve yaygınlığını ölçmek için doğumda yaşam beklentisi kullanılıyor. Bu göstergeyi özellikle çocuk ölümlerinin olumsuz etkilediğini hemen hatırlatalım.Eğitim için stok-akım ayırımı yapılıyor. İlki için yetişkin nüfusun ortalama eğitimine bakılıyor. Diğerini bu yıl doğan çocukların ortalama beklenen eğitim süresi temsil ediyor. Bu iki sayı toplumun insana yatırıma verdiği önemi özetliyor.Türkiye’nin yeriTürkiye’nin üç gösterge değerleri şöyle: Yaşam beklentisi 74 yıl; ortalama eğitim 6.5 yıl; doğumda beklenen eğitim 11.8 yıl. Bunların toplamı Türkiye’yi gelir-dışı insani gelişmişlik endeksinde 0.704 puan ile 112’nci sıraya taşıyor.Resmin tümüne bakalım. Kişi başına gelir sıralamasında Türkiye 67’nci; gelir-dışı İGE sıralamasında 112’nci; birleştirince genel İGE sıralamasında 92’nci çıkıyor. Çarpıcı: Türkiye gelir-dışı İGE ve gelir sıralama farkı yüksek ülkelerden biridir.İki uç örnek veriyorum. Yeni Zelanda: Gelir 23.750 dolar; yaşam beklentisi 80.7 yıl; ortalama eğitim 12.5 yıl; beklenen eğitim 18 yıl; gelir sıralamasında 35’inci; gelir-dışı İGE sıralamasında 2’nci: genel İGE sıralamasında 5’inci.Kuveyt: Gelir 47.900 dolar; yaşam beklentisi 74.6 yıl; ortalama eğitim 6.1 yıl; beklenen eğitim 12.3 yıl; gelir sıralamasında 6’ncı; gelir-dışı İGE sıralamasında 111’inci, genel İGE sıralamasında 63’üncü. Konu ilginç, devam ederiz.