Şampiy10
Magazin
Gündem

Tespih, Allah’ın şanını yüceliğini anmak demektir

SORU: “Kur’an okurken Allah’ı tespih ediniz” derken namaz kılmak mı emrediliyor yoksa Allah’ın her türlü eksiklerden uzak ve yüce olduğunu dile getirmek mi? Ayrıca “Allah’ı çokça anın” ve “Zikredin” arasındaki fark nedir? Allah’ı anmak onu düşünmek midir yoksa Haşr Suresi’nin son 3 ayeti gibi onu yüceltmek midir? (Halime Engin)

CEVAP: Önce “Kur’an okurken Allah’ı tespih ediniz” şeklinde bir ayet yok. Herhalde siz şu ayeti kastediyor olmalısınız: “Kur’an okurken kovulmuş şeytandan Allah’a sığınınız” (Hicr: 98). Ama birçok yerde Allah’ın tespih edilmesi buyurulmaktadır. “Sabah akşam O’nu tespih ediniz” (Meryem: 11), “Akşam sabah Rabbini övgüyle tespih et” (Mümin: 55), “Onların dediklerine sabret, güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbini överek tespih et, gece saatlerinin bir kısmında ve gündüzün uçlarında da tespih et ki memnun olasın” (Taha: 130) ve benzeri birçok ayette Allah’ın tespih edilmesi emredilir. Tespih, namaz kılmak demek değil, Allah’ın şanının yüceliğini anmaktır.
“Onların dediklerine sabret ve Rabbini övgüyle an: güneş doğmadan önce, batmadan önce, gecenin bir kısmında ve secde arkalarında O’nu tespih et” (Kaf: 39-40) ayeti tespihin, namazdan ayrı bir zikir olduğunu kanıtlar. Zira secde zaten namazın bir öğesidir. “Secdenin ardından tespih et”, namaz kıl demek değil, “Allah’ı an, O’nun şanının yüceliğini söyle, Subhanallah de” demektir. “Allah’ı çokça anın” sözü, Arapça’daki “Fezkurullahe zikran kesiran: Allah’ı çok zikredin” sözünün karşılığıdır. Allah’ı zikretmenin tam Türkçesi “Allah’ı çok anın” demektir. Allah’ı zikretmek yani anmak, içinden Allah’ı düşünmek, O’nu unutmamaktır. Zaten zikir hatırlamak, anımsamak, anlamına gelir.


Takiyye ile riyanın farkı

Okurum Kübra Yıldız “Takiyye ile riya arasında fark var mıdır? Varsa nedir?” diye soruyor. Cevabım şudur: Takiyye, takva kökünden gelir. Asıl anlamı korunmak demektir. Bir tehlikeden korunmak. Takvanın dindeki anlamı, insanı cehennem azabına düşürecek günahlardan korunmak ve saf dindarlık demektir. Kur’ân-ı Kerim’de takiyye, güçlü düşmanlara karşı korunmak için onlara dost görünmek, asıl inancını gizlemek demektir. Şu ayete dayanır: “Müminler, inananları bırakıp kafirleri dost edinmesin. Kim böyle yaparsa Allah ile bir dostluğu kalmaz. Ancak onlardan (gelebilecek tehlikeden) korunmanız (tukah, takiyye) başka. (Şerlerinden korunmak için dost gözükebilirsiniz)” (Al-i İmran: 28). Riya ise korunmak için değil, bir yarar sağlamak, itibar görmek için kendini dindar göstermektir. Evde namaz kılmazken başkalarının yanında namaz kılmak, aslında hayır hasenat yapmazken birileri görsün de kendisini övsün diye herkesin içinde sadaka vermek, hasenat yapmak gibi şeylerdir. Riyada tehlike söz konusu değildir. Sadece yarar sağlamak ve itibar görmek, övgü kazanmak için yapılan gösteriş davranışıdır.

Yazının devamı...

Peygamber olunmaz peygamber doğulur

SORU: Siz tıpkı değeri ve eserleri öldükten
sonra milyarlar eden ressamlara benziyorsunuz. Bugünkü ilahiyatçılardan bazıları, sırf halka şirin görünmek onların sevgisini, sempatisini yitirmemek için halkın eskiden beri süre gelen yanlış inançlarını, hiçbir ilmi dayanağı olmayan hikâyeleri onaylar gibiler. Siz bu tabuyu yıktınız, elinizi taşın altına koydunuz. Yine bazı ilahiyatçılar, sizin Kur’ân merkezli ilmi yazılarınızın gerçekliğine karşı reddiye yazamaz olunca sizin yazılarınızı kaynak göstermeden söylemlerinizi ucundan ucundan dile getirmeye başladılar. Belki de kitaplarınız 10-
15 yıl sonra büyük kaynak olarak elden ele dolaşacak.
Daha düne kadar türbelere çaput bağlayan, mum yakan bu insanlara yine ses çıkarmayan, okuduğunu araştırmadan aktaran bazı hocalardı. Olsun, sizin mükâfatınız en büyük mükâfat sahibi Allah’tan gelir. Allah size sağlık ve huzur
versin, ilminizi ve yazılarınızı artırsın. Bu yazdıklarım
gerçek. Sizi över gibi gerçekleri yazmak bana birşey kazandırmayacağı gibi haddime de düşmez. Size iki sorum var: 1- Hz. Adem’den önce insan veya insana benzer yaratık var mıydı? Eğer yoksa Filistin bölgesindeki ilk insanlar niye çok uzaklara, Çin ve başka yerlere yayıldılar? Oralara nasıl gittiler? Adem’in yaradılışı, insana benzer yaratıkların akıl, şuur, düşünce ve iradeye geçişin bir timsali miydi? 2- Peygamber doğulur mu, peygamber olunur mu? Allah, insanlar içinden peygamber
olacak kişiyi seçer mi, peygamber doğacak kişiyi donanımlar mı? (Murat Losar)

CEVAP: Sözleriniz için teşekkür ederim. Zaten
söylediklerimi ve yazdıklarımı kimsenin hatırı için değil Allah’ın hatırı için söyleyip yazdım, yazıyorum. Sorularınıza gelince: 1- Benim Kur’ân’dan anladığıma göre Hz. Adem ilk insan değil, ilk halife yapılan, dilin temel taşı olan kelimeleri bulup kullanan insandır. Ama ondan önce de insanlar vardı fakat çok ilkel, çok barbar, kan dökücü, hayvana çok yakın mahluklardı. Yüce Allah bu
varlıklardan birini hilafet makamına yükseltti. Bu
insan, dilin yapısı olan isimleri, kelimeleri bulup
kullanan insandır. İnsan herhangi bir hayvanın evrimiyle değil, kendi kökünden gelmiştir. Bu gelişimin mahiyetini bilemeyiz. Yalnız bütün dünyada insanın yaratılış şart ve ortamı oluşunca dünyanın çeşitli yerlerinde insanlar var olmuştur. İşte bunlardan biri, belki Afrika’da, belki Hindistan’da, belki başka bir yerde olgunlaştırılmış, zekası
geliştirilip halife yapılmıştır. İnsanın sorumluluğu
da ondan itibaren başlamıştır.

2- Peygamber olunmaz, peygamber doğulur. Yani peygamber olacak insan, o kabiliyetle yaratılır. Ama yine peygamber olabilmesi için manen eğitilmesi gerekir. İşte her peygamber böyle bir manevi eğitimden geçmiştir. Bu okul eğitimi değil, ruhani eğitimdir. Hz. Musa’nın Şuayb yanındaki eğitimi ve Tur’da uzleti, Hz. İsa’nın çöllerde riyazeti, Hz. Peygamber’in takriben 5 yıl Hira mağarasında
uzlete çekilmesi, o peygamberlik kabiliyetinin filizlenip yeşermesi, ortaya çıkması içindir.

Yazının devamı...

Sabır her şeyi halleder

SORU: 1.5 yıldır evliyim. 3 aylık bir kızım var. Eşimle maddi sebepler yüzünden anlaşamıyoruz. Birbirimizi hem seviyoruz hem de üzüyoruz. Zaman zaman ondan ayrılmayı düşünüyorum. Ama daha sonra kızım aklıma geliyor. Ona karşı, daha doğrusu Rabbime karşı sorumluluklarım olduğunu biliyorum. Bu du-rumda ne yapmalıyım?

CEVAP: Çözüm gayet basit. Boşanma düşüncenizden vazgeç. Ayrılmak, hayatınız boyunca size üzüntü getirir. Biraz sabırlı ol, tahammül et, kızını babasız bırakma. Kendini düşünme, çocuğunu düşün. Niçin egonun peşinden gidiyorsun, niçin nefsine yenik düşüyorsun? Sabırlı ol. Kızın büyür, eşinizle birbirinize alışırsınız. Hatta bir bütün olursunuz. Ben size ayrılmayı aklınızdan çıkarmayı öneriyorum. Sabır her şeyi halleder. Kur’ân da barışı tavsiye eder, “Barış daha iyidir” buyurur.

Vicdanınızın sesi ne diyorsa öyle hareket edin

SORU: 15 senelik bankacıyım. 2009 Mart ayında kendi isteğimle ayrıldım. O tarihten beri eşim, kendi çalışanıymışım gibi SSK primlerimi yatırıyor. Bebeğimizin doğumunda da ücretli izin paramı, yasalara uygun olarak verdi. Buna bağlı olarak devletten iş görmezlik parası almam gerekiyor. Çalışmadığım halde SSK’lı olmamdan dolayı hak edilen bu parayı almamın günah olup olmadığı konusunda görüşünüzü rica ediyorum. (Ü.İ.)

CEVAP: Bunu kendi vicdanınıza danışın. Kanunların tanıdığı haklar nedir? Yaptığınız şey eğer kanunun ruhuna uygunsa yapılan eylem caizdir, uygun değilse caiz değildir, devleti milleti aldatmadır. Peygamberimizin bir hadisi size bu konuda ışık tutar: “Müftüler fetva vermiş olsa da sen kendi vicdanına sor.” Hassasiyetinizi takdir ediyorum.

İbn Kayyim’in eserini okumanızı tavsiye ederim

SORU: İbn Kayyim el-Cevziyye’nin Medaricus Salikin adlı eserini tavsiye eder misiniz? Bu âlimi tanıyor musunuz? Hangi mezheptendir?

CEVAP: İbn Kayyim el-Cevziyye, İbn Teymiyye’nin talebesidir. Hanbeli mezhebi usulüne göre yetişmiştir ama tasavvufi yönü ağır basar. Büyük bir âlimdir. Birçok konuda ictihad sahibi olan İbn Kayyim’in “Zadul Maad fi Hedyi Hayril İbad (Kulların en hayırlısının getirdiği ahiret azığı)” adlı eseri onun derin bilgisini ve dirayetini gösterir. Medaricus Salikin de tasavvufun ana ilkelerini açıklayan çok güzel ve bilimsel bir kitaptır. Okumanızı tavsiye ederim.

Yazının devamı...

Gazali’nin düşünce yapısı

SORU: Türkçe’ye çevrilen İmam-ı Gazali’nin “İlahi Nizam” adlı eserinin 359-375 sayfalarında yer alan “ölümün dehşeti” ile “kabir ve kabir suali” kısmında Hz. Ali, İbrahim Aleyhisselam ve Hz. Musa ile Evzai, Evs oğlu Şeddad, Kaab Ahbar, Abbas oğlu Akrime, Umeyr oğlu Ubeyd Leysi, Sabih oğlu Muhammed, Yezid Rakkaşi, Ubeyd oğlu Ubeydullah, Azip oğlu Berra, Ali oğlu Muhammed, Ebu Hüreyre, Kaab oğlu Muhammed yoluyla Peygamberimize dayandırılan hadis ve aktarımlarla anlatılan çok detaylı ve dehşete düşüren ifadeler bulunmaktadır. Bu kısım hakkındaki görüşünüzü belirtir misiniz? (Ercan Cici)

CEVAP: Sizin gönderdiğiniz yazıda bir sürü yanlış isimler var. Bu isimleri okuduğunuz kitabın çevirmeni, sahabi isimlerini hatalı yazdığından onun çevirisine güvenilmez. Abbas oğlu Akrime diye bir kimse yok, Abbas oğlu Abdullah var. Ayrıca Akrime değil İkrime, Abbas oğlu Abdullah’ın azatlı kölesidir. İmam-ı Gazali’nin kitaplarında pek çok zayıf ve uydurma hadis vardır. Kabir suali hakkındaki o ürkütücü rivayetler tamamen uydurmadır.

Bunlar Kur’ân’a terstir. Ama İmam-ı Gazali’nin düşünce yapısı doğrudur. O kendi düşüncesini, bulduğu sağlam çürük tüm rivayetlerle desteklemek istemiştir. Hadisin sağlamına çürüğüne pek bakmamıştır. Zaten kendisi hadisçi değildir.

Hiç kuşkusuz Gazali, İslâm âleminin en parlak yıldızlarından biridir.

Şartlı talak diye birşey yok

SORU: Eğer birinin karısı, “evlerin başına yıkılsın” diye beddua etse ve o da “evlere bir şey olursa...” diye şartlı talak verse sonradan evlere bir şey olmadan şartlı talakından dönebilir mi? “Şartımdan vazgeçtim” derse sonradan evlere bir şey olsa talak vaki olur mu? Bu badireden kurtulmak için ne yapılmalıdır?

CEVAP: Siz Kur’ân’a bakın. Kur’ân’da talakın şekli bellidir. Şartlı talak diye bir şey yoktur. O hükümler Hasan, Ahmet, Mehmet gibi insanların ürettikleri görüşlerdir. “Karım falan yere giderse boş olsun” demekle kadın boş olamaz. Boşama ancak üç ayda tamamlanır. O şart geçerli olsa bile sadece bir talak sayılır. Yani geri dönüşümlü talaktır. Kişi sözünden vazgeçerse talak olmaz.

Vazgeçmez de kadın oraya giderse yine bir talaktır. O kişi isterse karısına dönebilir. Dönmesi de gerekir. İsterse bunun için bir yemin fidyesi verir. Bu da 3 gün oruç tutmak yahut 10 fakiri doyurmaktır ki 100 lira eder.

Umre, hac yerine geçmez

Okurum Nazan Öncül “Umre hac yerine geçer mi?’’diye soruyor. Cevabım şudur: Umre, yarım hac sayılır. Sevabı çoktur ama hac yerine geçmez. İmkânı olan haccetmelidir. Gitme imkânı yoksa sorumlu olmaz. Çünkü Allah kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez. Hac, gitme imkânı olanlara farzdır. Sıra bulamamak da imkânsızlıktır.

Yazının devamı...

Peygambere salat ve selam

SORU: Ahzab Suresi’nde Allah ve meleklerin peygamberimize salat ve selam getirdikleri belirtiliyor. Salat ne anlama geliyor? (Zekeriya Deser)

CEVAP: Ahzab Suresi 56’ncı ayette Peygamber’in,
Allah katındaki yüce şanı, değeri anlatılıyor. Allah’ın ve meleklerinin ona salat ettikleri bildiriliyor, müminlere de ona salat ve selam etmeleri emrediliyor. Allah’ın Peygamber’e salatı, ona acıması, onu esirgemesi, melekler yanında övmesi, meleklerin salatı, ona dua ve istiğfar etmeleri, onu desteklemeleridir.

Allah’ın rahmet ettiği, huzurundakilere övdüğü bir zata elbette saygı göstermek, onu incitmekten son derece sakınmak ve ona salat ve selam getirmek (yani Allah’tan rahmet ve esenlik dilemek) gerekir. Bu ayeti bulunduğu bağlam içinde düşünmek gerekir. Ahzab Suresi’nde eşlerinden
ötürü Peygamber’i inciten bazı görgüsüz insanların davranışları eleştirilmekte, Allah’ın ve meleklerinin
ona acıdıkları, onu korudukları, övdükleri belirtilmekte,
müminlere de ona saygılı olmaları, onu sevgi ve saygıyla anmaları emredilmektedir. Nitekim bunun ardından gelen 57-58’inci ayetlerde de Allah’ı ve O’nun Elçisi’ni incitenlerin, dünyada da ahirette de Allah’ın lanetine uğrayacakları ve onur kırıcı bir azaba çarpılacakları, mümin erkek ve kadınları, yapmadıkları şeylerle suçlayarak haksız yere onları incitenlerin büyük bir iftira ve açık bir
vebal yüklendikleri ifade ediliyor.

Ayetler, Peygamber’in evlenmesini dedikodu yapan, hatta uydurdukları yalanlarla Peygamberin Hz. Ayşe gibi namus timsali masum bir Peygamber zevcesi hakkında yakışıksız sözler söyleyen, temiz Peygamber’e yakın temiz müminler aleyhinde yalanlar yaymak suretiyle ortalığı karıştırmaya çalışan münafık, hasta yürekli insanların davranışını sergilemektedir.

Allah’ın Elçisi’ni incitmek, Allah’ı incitmek demektir. Yüce Allah, Peygamber’in kendisine yakınlığını belirtmek için kendisini de onunla beraber saymış “Allah’ı ve Elçisi’ni incitenler” buyurmuştur.

Bir kudsi hadiste yüce Allah “Kim benim bir velime (dostuma) düşmanlık ederse ben ona savaş açarım. Kulum bana en çok, kendisine farz kıldığım ibadetlerle yaklaşır.

Nafilelerle de bana yaklaşmaya devam eder. Nihayet o derece bana yaklaşır ki ben onu severim. Ben de onu seversem
onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden isterse veririm, bana sığınırsa onu korurum...” buyurmamtadır.

56’ncı ayete göre Allah’ın Elçisi’ne ömürde bir kez olsun salat ve selam etmek farzdır. Bazı âlimlere göre onun ismi her anıldıkça salat ve selam getirmek, bazılarına göre de onun ismi anıldığı zaman sadece bir kere salat ve selam getirmek yeterlidir.

Her adı anıldıkça salat ve selam gerekmez. Duaların başında ve sonunda da ona salat ve selam getirmelidir (İbn Kesir, Tefsir: 3/519). Bunlardan en uygunu orta görüştür. Yani onun adının anıldığı mecliste sadece bir kere salat ve selam getirmek gerekir. Yazılacak dini kitaplarda da onun adı her geçtikte “s.a.v.” koymak veya bunu açıkça yazmak
zorunlu değildir. Her bölümde onun adının geçtiği ilk yerde salat ve selam işareti koymak yeterlidir.

Yazının devamı...

Hindistan’dan mektup var...

HİNDİSTAN’DA 14 yıl zorunlu olarak alıkonuldum. Bu zaman içinde kitaplarınızı okudum, sabrettim. Rabbimden hâlâ sabır diliyorum. Hindistan’da şirk var, putperestlik var. Buradaki Müslümanlar ne yazık ki hurafeleri benimsemiş. Sizin Kur’ân’la gösterdiğiniz ışıklı yol, karanlığımızı aydınlatıyor. Allah ömrünüzü uzun etsin ki yollarımızın mumları sönmesin. Saygılarımla... (Tuncay Alankuş)
CEVAP: Yüce Allah sizi sıkıntılardan kurtarsın, gönlünüzce versin, önünüzdeki engelleri kaldırsın. Allah yardımcınız olsun. Teşekkür eder, müşküllerinizin halli için dualar ederim. Teselli bulmanız ümidiyle Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin hikmet dolu Tafviznamesi’nden iki kıta aktarıyorum:

Naçar kalacak yerde
Nagah açar ol perde
Derman eder ol derde
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler.

Her kuluna her anda
Geh kahru geh ihsanda
Her anda o bir sanda
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler.


Ebu Hüreyre kimdir?

SORU: Yıllardan beri camilerde ve dini toplantılarda nakledilen hadislerin yüzde 95’i belki de daha fazlası Ebu Hüreyre’den naklediliyor. Ebu Hüreyre kimdir? Camilerde Kur’ân ayetlerinden çok Ebu Hüreyre’den hadis anlatılıyor. Neden? (Veyis)

CEVAP: Ebu Hüreyre, Hayber’in fethi sırasında yani 626 yılında Yemen’den gelip Müslüman olan yoksul bir kişidir. Kitap ehli kişilerin etkisinde kalan, güvenilirliği tartışılır bir insandır. Hz. Ömer zamanında hadis rivayet etmesine müsaade edilmemiştir. Ancak Hz. Ömer’den sonra dili açılmış, kendisinin bulunmadığı olayları sanki yaşamış gibi anlatmış, hepsini birbirine karıştırmış ve birçok rivayet de onun ağzına konularak güzel din İslâm’ın sadeliği bozulmuştur. Keşke bu adam olmasaydı, keşke bu rivayetler İslâm literatürüne sokulmasaydı. O zaman din sadeliğini koruyacak ve böyle çetrefilli hale gelmeyecekti. Şimdi Kur’ân bir tarafa atılıyor, Ebu Hüreyre’nin sözleri veya ona yakıştırılan sözler din yapılıyor.


AÇIKLAMA

20 Ekim Çarşamba günü, Frankfurt Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hakkında bir yazı yazmış ve yazıma, konu hakkında Zaman Gazetesi’nde yayınlanan bir yazıyı da eklemiştim. Bu yazıyı yazan Prof. Abdullah Takım değil, Erhan Kardaş’tır. Prof. Abdullah Takım, Avrupa’da yayınlanan bu yazıyı bana göndermiş ben de köşemde yayınlamıştım. Durumun yanlış anlaşılmaması için bu açıklamayı gerekli gördüm.

Yazının devamı...

Din ve vicdan özgürlüğü (3)

DÜNDEN DEVAM

Gelen rivayetlerden anlıyoruz ki Peygamber, Arapça konuşan toplum arasında şirkin kökünü kazımak ve halkı tevhit dininde birleştirmek istiyordu. İmam-ı Malik’in Muvatta’ında yer alan mürsel rivayette, Peygamber “Arap Yarımadası’nda iki din birlikte olmaz” (Muvatta: Medine, 18-19) demiştir. Buhari ve Müslim’in tespitlerine göre de Peygamber vefatı sırasında şöyle vasiyet etmiştir: “Müşrikleri Arap Yarımadası’ndan çıkarın. Bölgeye gelecek delegelere benim izin verdiğim gibi izin verin...” (Buhari, Cihad: Cevazul-Vefad). Özetle, Hz. Peygamber’in Arap dilinin konuşulduğu topraklarda iki dinin (yani tevhit yanında şirk dininin) bulunmasını istemediği anlaşılmaktadır.

Ebusüfyan’ın Herakleious ile görüştüğüne ihtimal vermiyorum ama haber doğru ise Peygamberimizin, krallara yazdığı mektupla onlarla dostluk kurmak istediği, böylece İslâm’ın güvenlik içinde yayılmasını sağlamaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Bu mektuplarda dünya krallarından, Tanrısal dinlerin temeli olan tevhit inancında birleşmeyi istemiş olmalıdır. Zaten Kur’ân da bunu istemektedir: “De ki: ‘Ey kitap ehli, bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah’a tapalım. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, birbirimizi Allah’tan başka tanrılar edinmeyelim.’ Eğer yüz çevirirlerse ‘Şahid olun, biz Müslümanlarız’ deyin” (Al-i İmran: 64).

Kur’ân’da anlatılan Süleyman-Belkıs olayı ibret için Kitab-ı Mukaddes’ten bir anlatımdır. Burada tevhitle şirk karşılaştırılmakta ayrıca ülkesini zeka ve ferasetiyle yöneten dirayetli kadın yöneticinin, ülkesini yıkılmaktan, toplumunu da öldürülmekten koruduğu gibi gerçeği kabul edip tevhit çizgisine girerek hem tacını tahtını hem de ruhunu koruduğu mesajı verilmektedir.

Fetih, İslâm’ın önündeki engeli açmak, kaldırmak demektir. Yoksa başkalarının topraklarını zorla ele geçirmek değildir. Nitekim Mekke’nin fethinde hiç kimsenin malına mülküne dokunulmamıştır. Hayber fethedildiğinde de yine topraklar, bir miktar vergi ödemeleri koşuluyla sahiplerine bırakılmıştır. Fethin asıl anlamı açmaktır. Neyi açmak? Karanlığı açmak, engelleri ortadan kaldırmak. Elbette İslâm’ın tebliği gerekir. Ama Mekkeliler buna engel oluyor, Müslümanları hac için dahi Mekke’ye sokmuyorlardı.

Peygamberimiz umre için Mekke’ye gitmiş, Mekkeliler uzun görüşmeler sonunda o yıl Mekke’ye girmeyecekleri, ertesi yıl sadece üç gün kalmak üzere Mekke’ye gelip umre yapabilecekleri hususunda antlaşma yapmışlardı. Hudeybiye antlaşması denilen bu antlaşmanın ardından Müslümanlar geri dönerken yol esnasında Fetih Suresi inmiş, bu antlaşmayla artık İslâm’ın yolunun açıldığı, en büyük engelin ortadan kalktığı anlatılmış ve bu olaya “Büyük Fetih” denmiştir. Bu antlaşmayla İslâm tanınmış, özgürce hareket ve tebliğ imkânı sağlanmıştır.

Yazının devamı...

Din ve vicdan özgürlüğü (2)

DÜNDEN DEVAM

Dünkü yazımda Peygamber’in, Bizans İmparatoru’na tehditkâr söylem taşıyan bir mektup göndermiş olduğu kanısında olmadığımı belirtmiştim. Çünkü;

* Bu mektupların hiçbirinin orijini yoktur. Mevcutlar, rivayetlerden ibarettir.

* Bu mektuplarda sadece “İslâm ol” denilmektedir ama nasıl İslâm olunacağı açıklanmamıştır. Kur’ân okuyarak mı? Henüz o zaman Kur’ân, derlenip bir kitap haline getirilmemişti. O halde onlardan istenen İslâm nedir?

* Buhari’deki rivayette Hz. Peygamber’in, Herakleious’a mektup yazmış olduğu, olaydan uzun zaman sonra Müslüman olan Ebusüfyan’ın anlatımıdır. Bu habere göre Ebusüfyan, Hudeybiye barışından sonra 627 yılında ticaret için gittiği Şam’da, Suriye kentlerinden Hims’te bulunan İmparator Herakleious, kendisini huzuruna çağırtmış ve ondan, Hz. Muhammed’in durumunu ailesini sormuş, Ebusüfyan da bildiklerini söylemiş. Herakleious, Hz. Muhammed’in yolladığı mektubu Ebusüfyan’a göstermiş.

* Oysa 627 yılında İmparator Suriye’de değil, Kafkasya’dadır. Suriye’ye ancak 630 yılında gelmiştir ki o tarihte de Mekke fethedilmiş, Ebusüfyan da Müslüman olmuştu. Haberde onun, Ebusüfyan’ın Müslüman olmadan önce imparatorla görüştüğü söylenmektedir. Bu, tarihi gerçeğe uymamaktadır.

* Ayrıca bir zafer töreniyle kutsal haçı Kudüs’e getiren imparatorun, haberde anlatıldığı biçimde nihayet bir kabile lideri olan Ebusüfyan’ı çağırması, ona Peygamber’in vasıfları hakkında sorular sorması ve papazlarına Müslüman olmalarını önermesi, onların kızdığını görünce bunu sadece onları denemek için yaptığını söylemesi kabul edilebilecek ciddiyetten uzaktır.

* Sözde, imparator-Ebusüfyan görüşmesi dikkatle incelenirse haberin nasıl tutarsız ve çelişkilerle dolu olduğu anlaşılır. Şöyle ki:

* Kralın huzuruna çıkarıldığı söylenen Ebusüfyan da arkadaşları da Hz. Peygamber’e karşı içleri kin dolu müşriklerdi. Onu krala övücü mahiyette anlatmaları mümkün değildi.

* Güya Ebusüfyan, Hz. Muhammmed’in dinine girenlerden hiç kimsenin dininden dönmediğini söylemiş. Bu da doğru değildir. Hz. Peygamber’in hayatlarının sonunda ve özellikle Ebubekir zamanında dinin zekât vergisini kabul etmeyen kabileler olmuş ve bunlara savaş açılmıştır ki bu savaşlara ridde (dinden dönme) savaşları denilir.

* Mektupta yazıldığı söylenen ayet, henüz o zaman indirilmemişti. Çünkü bu ayetin bulunduğu Al-i İmran Suresi’nin baş tarafı, Hicret’in 9’uncu yılında gelen Necran Hıristiyanları ile ilgili olarak inmiştir. Hasılı Peygamberimizin bu büyük imparatorlara böylesine tehditkâr mektup yazmış olduğu rivayeti delilden yoksundur.

DEVAM EDECEK...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.