Şampiy10
Magazin
Gündem

Kadınlara yasaklar nereye varıyor!

Suriyeli gazeteci Hüsnü Mahalli ülkesinin yapısını ve Ortadoğu ülkelerinde neler olduğunu bildiği için doğal olarak orada olanları en iyi anlayanlardan biri ve baştan beri Türkiye’nin Suriye (ve Mısır) politikasıyla ilgili çok doğru değerlendirmeler yapıyor.

Bana mail olarak gönderilen bir yazısında ise Türkiye’nin desteklediği Esad muhalifi cihatçıların Suriye’nin Rakka kentindeki son yasaklarını yazmış, okumayanların duyması gerektiğini düşündüm. Zira Halep’te çarşaf giymeyen, sadece başörtüsü takan kadınlara “kafa derinizi yüzeriz” dediklerini, bu “Kur’an’da olmadığı halde” köktendincilerin kafasına göre icat edilen yasaklar başlayınca hangi noktalara vardığını ben daha önce yazmıştım.

1- Kadınlar “yanlarında yakın akrabaları olmadan” sokaklarda dolaşamaz, makyaj kullanamaz ve sallana sallana yürüyemez.

2- Mağazalarda satılan malların ambalajında “kadın resmi” kullanılamaz. Var olanlar da sökülecektir.

3- Sokakta eşi ile dolaşan kadınlar “onun yanında değil, arkasından gelecek”tir.

4- Genç kızlar ve kadınlar “dar kot pantolon ve kazakla” dolaşamaz, onların yerine “her tarafı örtecek İslami kıyafet” giyecektir.

5- İçki, sigara ve nargile yasaktır. Uymayanlar kırbaçlanacak, tekrarlanması durumunda baş ve orta parmakları kesilecektir.

6- Erkek berberler kapatılacak ve erkek saçları kısalmayacaktır.

7- Vitrinlerde kadın çamaşırları sergilenmeyecek ve kadınların alışveriş yaptığı yerlerde erkekler çalışmayacak. Kadın terzilerinde erkek bulunmayacak.

8- Kadın kuaförü vitrinlerine herhangi bir tanıtım levhası veya kadın fotoğrafı asılmayacak.

9- Kadınlar “kadın doğum uzmanı erkek doktorlara” gitmeyecek.

10- Genç erkekler saçlarına Batı türü model vermeyecek, düşük bel pantolon giymeyecek.

11- Hırsızların eli kesilecek.

12- Kadınlar kamuya açık yerlerde sandalyeye oturmayacak.

Sandalye erkekmiş!

Sonuncuyu Hüsnü Mahalli de anlamamış ve bilen bir arkadaşına sormuş; Arapça’da sandalye sözcüğü “dişi” değil, “erkek” sözcük olduğu içinmiş. Siz kafaların ne kadar hasta olduğunu düşünün artık, kadınların yaşamasını toptan yasaklasalar daha kolay olacak.Ve buradaki “erkek doktor” meselesi Afganistan, Pakistan gibi ülkelerde de (muhtemelen Suudi Arabistan’da) var, kadınların okuması da yasaklandığı için kadın doktor yetişemiyor ve hastalanan kadınlar ölüme terk ediliyor.

İşte bu nedenle ben, aynen Avrupa ülkelerinin telaşlandığı ve medyalarıyla dünyaya duyurduğu gibi başta El Kaide olmak üzere “o cihatçı örgütlerin Türkiye’ye geçişine ve burada konuşlanıp savaş yönetmelerine” izin verilmesinden, bizim ülkemize de sızmış olmalarından ciddi endişe duyuyorum. Birkaç terör saldırısı ile isteklerini toplumlara kabul ettirmeleri, il il ele geçirerek istedikleri rejimi kurmaları gayet kolay oluyor. Endişemde haksız mıyım sizce?

Tavşan ve jip!

Yeni gösterime giren ve gazetelerdeki reklamların aksine sıkıcı bir film olan “Danışman”da tavşanları sanıyorum vahşi Çita’lara yakalatıp bunu zevkle seyreden bir kadın var. İzlerken içim katıldı, öyle kötü sahneler.. Sonra “Bir iş adamının Eskişehir’de jipinin far ışığında kaçak tavşan avına çıktığı, bunu da Facebook sayfasına koyduğu.. Bu nedenle ‘doğa koruma’ kanununa göre Orman Bakanlığı tarafından jipe el konulduğu.. Sahibinin yaptığı tüm itirazlara rağmen de satışa çıkarıldığı” haberini gördüm.

Vallahi iş adamı K.Ç. hiç bozulmasın, çok mutlu edici bir haber bu. Medeni dünyada insanların başka canlıları keyfi için yok etmesine, zavallı tavşanları veya başka hayvanları öldürmesine izin verilmiyor artık. (Diğer ülkelerde “kedi ve köpeklere zarar verenlere hapis cezası var” mesela.. Hayvan polisleri var. İnşallah en kısa zamanda bizde de olur.)

O nedenle, herkes bundan sonra kendi sınırlarını bilecek. Kimse dünyanın hakimi değil!

Diyanet açıklasın!

Geçen Cumartesi yazım; Diyanet’in kendince hadis seçerek ve Hz. Peygamber’in adını kullanarak; akıl-mantık dışı ve üstelik son örnekte olduğu gibi “erkekleri karılarına karşı şiddete teşvik edecek” hutbeler yazdıramayacağı ile ilgiliydi. Bunu yapmaya devam eder ve on binlerce camide beyin yıkama yaparlarsa gerçekten de çok yakında köktendinci, katı ve acımasız, kadını erkeğin kölesi sayan, Şeriat kurallarına göre yönetilen Ortadoğu ülkelerine döneriz.

Zira bir yandan camilerde insanları etkilerken diğer yanda TÜİK anketleri yaptırarak, mezhep soruları, içki, namaz, ibadet, günah-sevap soruları ve yukardaki gibi konuları aralara sıkıştırarak çok yönlü faaliyet gösteriyorlar. Bir de “evlere din adamı gönderip eğitme” gibi konular çıkardılar üstelik ve bu yolla da aynı çalışma evler bazında kolayca yürütülebilir.

Eş koşma..

Diyanet önce şunları açıklamalı; 1- “Kur’an’da insanların dini, inancının başka insanlar tarafından sorgulanabileceği ve değerlendirilebileceği” yazıyor mu?

2- Bunları yapma yetkisi “Hz. Peygamber’e bile verilmemiş” değil midir? Sadece Allah’a ait değil midir?

3- Madem ki “hadislere göre” din-kural empoze edilebiliyor, Hz. Muhammed neden sağlığında sözlerinin yazılmasını yasakladı?

4- Kur’an’da neden “Oku, biz sana gerekli tüm bilgileri bu kitapta verdik, Allah’ın indirdiğine uy” diyor. “Diğer dinlerden olanlara bile mahşer günü Allah karar verecek” dendiğine göre mezhep sormak ve ayırımını yapmak Allah’a eş koşmak değil midir?

İnsan öldürme!

Diyanet hiçbir şekilde “Kur’an’-da bulunmayan boşanma kurallarını ve başka konuları” keyfi olarak, “bu hadistir” diyerek hutbelere koyamaz (hele hadis uzmanı Başkan’ın kendisi “hadislerin çoğu uydurma” dediği için hiç koyamaz) Faydalı iş yapmak istiyorsa “Bir insanı kasten öldürenler” için ne söylenmiş, “dedikodu ve insanlara zarar verme” konularında neler öğütlenmiş onları koysun hutbelere.

Diyanet İşleri Başkanı cami hutbelerinden “boşanan kadının cennette yeri yok” benzeri cümlelerin çıkarıldığını hemen açıklasın veya bu soruları cevaplasın, “cebinden çıkan paralarla kurumun devamını sağlayan” halka bunu borçludur!

Yazının devamı...

Dershane konusu pek garip!

Dershanelerin kapatılması, bu nedenle Gülen Cemaati ile Hükümet arasındaki çekişmenin ortaya çıktığı iddiaları ve bunun tam da “seçim öncesine denk gelmesi” günlerdir tartışılıyor ama bu işte bir dama taşı eksik duygusu veriyor insana..

Televizyonda “her zaman pek güzel anlaşan” iki kadın gazetecinin bu konudaki tartışmaları bile gerçek değilmiş, danışıklı dövüşmüş gibi.. Öyle ya eğer söylendiği gibi cemaatin “devlet içinde devlet haline gelmesi”nden rahatsızlık varsa önce “tüm güç Hükümetin elindeyken bu duruma gelinmesine neden izin verdi” sorusu çıkar. Arkasından da “sorunun çözümüne neden Emniyet’ten ve diğer kurumlardan başlanmadı” sorusu..

MGK olayı!

Ve tabii bugüne kadar hiç duyulmayan, kimsenin söz etmediği 2004 yılında MGK’da alınan Cemaat’le ilgili (Hükümet’in de o toplantıda itiraz etmediği) karar meselesi var. Dershane konusu seçime çok az zaman kala çıktı, bu yeterince garip.. Hemen arkasından MGK konusu çıktı, bu daha garip.. Herkes kendine göre bir mantık yürütmeye çalışıyor ama “olanları net şekilde anlayacak tek kişinin çıkmaması” en garip..

Milli Eğitim Bakanlığı özel okula dönüşecek dershanelere “kapasiteyi doldurma garantisi” verecek ve kişi başına 2500 TL ayıracak, ailelerinin cebinden hiç para çıkmadan okuyacak öğrencilerin seçimi de devlet okullarına bırakılacakmış. Düşünün, ne büyük bir meblağ tutacak.. Ve ayrıca devlet okullarına bu öğrenci seçiminde “devlet baskısı” olmayacağı nasıl garanti edilecek?

Dershaneler mağdur mu?

Bu kararla dershaneler mağdur oluyor mu? Hayır, dershane yerine aynen özel okuldan kazanacaklar ve üstüne devletten müthiş teşvikler alacaklar. O zaman koparılan kıyametin sebebi ne?

Bütün veriler yan yana dizildiğinde şöyle bir sonuç çıkıyor; eğer bu gerçekten “artık devlet katında halledilecek konular bitti, desteğinize ihtiyaç yok” durumu değilse -ki Cemaat desteği bugüne kadar gerekli ise 3 seçim yaklaşırken de gereklidir- o zaman bir başka önemli ve “görülmeyen” nokta var demektir.

Çekişme olmasaydı..

Mesela, görünürde böyle bir çekişme olmasaydı çoğunluğun aklına “dershanelerle devletin önceden anlaşarak” millete ait olan dev bir para kaynağının bu özel okula dönüştürme işine aktarılacak olması gelebilirdi, şimdi gelmiyor.. Eğer çekişme olmasaydı “ne hakkınız var bunu yapmaya, ayrıca Anayasa’daki eşitlik ilkesine aykırı değil mi” sorusu çıkardı, şimdi çıkmıyor..

Mesela bugüne kadar aileler, öğrenciler dişinden tırnağından arttırarak dershaneye giderken, özel okullara varını yoğunu yatırırken, okula gidecek ayakkabısı-çantası olmayan milyonlarca yoksul öğrenci dururken, Bilkent’i ya da diğer iyi üniversiteleri kazandığı halde “okul taksitlerini ödeyemiyorum” diyen öğrenciler varken şimdi “devlet ne hakla, kim bilir hangi ölçüye göre seçilecek olan öğrencilere ve dershanelerin özel okula dönüşmesine büyük para akıtacak” denirdi, şimdi denmiyor.

Milletin cebinden!

Aileye “çocuğunuz özel okula gitsin mi” diye sorulunca elbette “evet” cevabını verir ama bu soruyu sorup cevabı da “çocuğunu milletin kesesinden ben özel okulda okutacağım” diye vermeye devletin (yani burada Bakanlık, Hükümet oluyor) hakkı var mıdır? Ve acaba dershanelerin özel okul olması için devlet kasasından çıkacak olan para tam olarak ne kadardır? Öyle ya, dershane sahipleri yıllarca büyük paralar kazandılar, bunu milletle mi paylaştılar ki şimdi zararlarını millet ödeyecek ve hepsini teşviklerle ve desteklerle özel okula çevirecek?

Bir de bugüne kadar binlerce dershaneden yetişen gençlerin büyük kısmının kendini “Cemaate yakın” hissetmesi var. Acaba özel okul olup da onlara “kişi başına 2500 TL” ayrılınca bu yakınlığın da taraf değiştireceği düşüncesi rol oynadı mı? Mesele iktidar-güç paylaşımı olunca her şey geliyor akla..

Bence bunlar tartışılmazsa o dama taşı hep eksik, aldatılmışlık duygusu da yerinde kalacak!

28 Şubat benzerliği!

Bu konudaki ilk yazımda da belirttim, 2004’te AKP Hükümeti’nin MGK kararlarını itirazsız imzalaması ile 28 Şubat’ta Erbakan-Çiller Hükümeti’nin attığı imza arasında fark yok. Olaylar ve kararlar farklı o kadar.

Ayrıca Cemil Çiçek “MGK toplantısından önce konular bellidir, herkes okur, çalışır gider. Ayrıca MGK sonrasında yine bir değerlendirme yapılır. Bu çerçevede herkes nereye oturtursa oturtsun o belgeyi” dedi.. Yani her iki durumda hükümetler “önceden de konuyu bilerek” gittiler toplantıya, emrivaki yok.

Bu takdirde, sorumluluk tümüyle “itirazsız imza atan hükümetlere” ait olduğuna göre MGK ile ilgisi olmayan, orada bile bulunmayan askerler neden 28 Şubat kararları nedeniyle haksız-hukuksuz hapsedilmişlerdir? Dönemin Başbakan Yardımcısı Çiller neden “mağdur ve tanık” yerine konmuştur? Bu sorular cevap bekliyor!

Yazının devamı...

Diyanet, kadınlar ve hadisler!

Diyanet İşleri Başkanlığı daha ne yanlışlar yapacak bakalım, daha fazlası kalmadı ama sınır tanımazlık söz konusu olunca arkası kesilmiyor. Zaten daha baştan “laik ve bu nedenle ‘her dine-inanca eşit mesafede durması, eşit haklar tanıması, insanları belli bir dine-inanca zorlamaması’ gereken” devlette “tek bir din hatta onun da tek bir mezhebi” ile ilgili çalışan bir kurumun olması yanlıştır ama göz yumuluyor, bu kadarla kalsa katlanılabilir, o da yok gittikçe gidiyor. Dersiniz Suudi Arabistan kurumu!

Başkan hadis gösteremez!

Önce bir kez daha söyleyeyim; Diyanet Başkanı Mehmet Görmez benim Star TV’de yaptığım ve siyasi baskılarla kesilen programım Her Açıdan’da 3 saat boyunca sadece hadisleri konuşmuş, bu hadisler gösterilen kaynakların “en güvenilir” denilenleri arasında bile “UYDURULMUŞ” binlercesinin olduğunu ve bunların uzun çalışmalarla ayıklanması gerektiğini söylemiştir. (Kendileri kaydettiler o programları, çıkarıp izlesinler.)

O da, tüm din uzmanları da biliyor ki (Mehmet Görmez de bunu vurgulamıştır) Hz. Peygamber sağlığında sözlerinin kaydedilmesini istememiş ve ölümünden sonra yakınında bulunanlar “hatırladıkları kadarıyla” sözlerini yazmış, sonradan giderek “isteyenin ilavesiyle” bunlar on binleri bulmuştur. Yani kendisi dahil hiç kimse; hangi söz gerçekten söylenmiştir, hangisi uydurmadır ayıramaz. Bu nedenle de başta Mehmet Görmez olmak üzere kimse insanlara “din emri veya Hz. Peygamber’in tercihi” gibi, herkes hepsine inanmalıymış gibi hadisleri kaynak gösteremez. Fakat Görmez bu uyarıları ve kendi açıklamalarını yok saymaya devam ediyor.

Kadına cennet kokusu..

Tüm camilerde okunan hutbelere Peygamber hadisidir diyerek olmayacak sözler eklenmiş şimdi de.. Neymiş; Peygamber efendimiz bir hadisinde “Sebepsiz boşanan kadınlara cennet kokusu haram” demiş.. Bir başka hadisinde “Yüce Allah’ın en sevmediği helal boşanmadır” demiş. Toplumda sıkça görülen boşanma sebeplerinden biri “evliliğe dışarıdan müdahale eden kimselerin kadını kocasına karşı kışkırtmaları” olduğunu belirterek bir başka hadis eklemişler; “Kadını kocasına karşı kışkırtan bizden değildir” de demiş.

İnsanın aklına “acaba yakınları arasında bir kadınla ilgili böyle bir sorun mu çıktı da kadınları Allah’la korkutuyor, erkekleri haklı çıkarıyor ve üstelik kışkırtıyorlar” sorusu geliyor inanın, çünkü olacak şey değil. Açıklasınlar; içinde “Biz size gerekli her bilgiyi burada verdik, başka kaynak aramayın” denilen Kur’an’da neden söylemiyor bunlar? Allah istese orada kendisi bildirmez miydi?

Kadınlar öldürülürken!

Hutbelerde “Kutsal birlikteliğin büyütülen değersiz nedenlerle yok edildiği, boşanmanın bütün toplumu rahatsız ettiği, hayati bir zaruret olmadıkça boşanılmaması gerektiği” gibi sözler de varmış. Bir evlilikte kadını “nelerin rahatsız edip boşanmaya yönelttiği” hakkında kadın kimseye açıklama yapmak zorunda bile değildir aslında.. Açıklanamayacak nedenler bile olabilir, erkeğin sözlü şiddeti veya suskunluğu bile olabilir, hayati olması hiç de şart değildir. Kadınları köşeye kıstırmanın, baskı yapmanın Diyanet’in görevi olmadığı gibi..

“Boşanmak isteyen eşlerini çocuklarının önünde boğazlayan” yaratıkların hızla arttığı açıktayken, başka kadınlar için karılarını bırakıp giden, iki üç kadınla evlenen ve evliliği de hiç umursamayan erkeklerin sayısı (şimdi bir de Suriyeli mülteci kadınları 2’nci-3’üncü eş olarak almaları çıktı) bu ülkede tavan yapmışken Diyanet o konulara neden değinmiyor da bunu seçiyor? Karılarını öldüren veya bunu planlayan erkeklere din desteği midir bu da?

Başkan Görmez’in Diyanet’in yaptırdığı TÜİK anketinde vatandaşlara “mezhep sorusu” sorulması hakkında yaptığı açıklama da hiç inandırıcı değil.

Böyle giderse “Diyanet kaldırılsın” kampanyası başlatacak millet haberleri olsun!

Köpek giren eve melek girer!

Bu da Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. (olduğuna inanmak zor) Orhan Çeker’den bir kelam üzerinize afiyet.. O da “Köpek giren eve melek girmez” hadistir diyerek kadınlar yerine hayvanları seçmiş “yok edilsinler” diye .. Zaten bazı uydurma hadislerde kadınlarla hayvanları eşit tutmuştur “uyduranlar”.

Neyse ki bu olayda Diyanet Başkanlığı’nın telefon hattı “İslamiyet’te böyle birşey yoktur, Peygamber efendimizin hayvanları çok sevdiği bilinirdi” demiş. Bir öğretim üyesinin bile bu kadar garip ve gerçek dışı sözler etmesine söylenecek söz bile yok. Bir de “köpek beslenen evde biri ölürse Azrail bile gelmez” demiş. Bırakın “birinin Azrail gelmeden nasıl öleceğini”, demek ki köpek bulunan evlerde kimse ölmemiş şimdiye kadar. Hemen herkes köpek alsın evine.

Düz mantık bile yok, neyi yazıyorum ki ben?

Bir okurumuz da şöyle yazmış; “Batı ülkelerinde her evde köpek vardır, zenginlikleri ortada. Demek ki melek giren eve para girmez, köpek giren eve para girer”. İşte saçmalayan olunca karşısına bu mantık yürütmeler de çıkıyor!

Yazının devamı...

Yeni Bavul ve 28 Şubat!

Bir olaya bakarken herkesin ilk tepkisi, ilk aklına gelenler farklıdır, mesela şu yeni bavul olayı gibi.. Yüzlerce insanın somut delil sayılamayacak, bir plandan söz eden iddialar ve varsayımlarla hapse atılmasına ve hayatından yıllar çalınmasına neden olan bavulcu gazeteci yeni bir bavulla ortaya çıkmış. 2004’de yapılan MGK toplantısında “Gülen Cemaati’ni bitirme kararı alındığını, İçişleri, Dışişleri Bakanlıkları ile MİT görevlendirildiğini” gösteren belgeler var bavulda..

Hükümet olayı reddetmiyor, tam aksine kabul ettiğini anlatan şu açıklama twitterdan Başbakan’ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’dan geliyor “Hükümet 2004’teki MGK kararlarını yok hükmünde kabul etmiş, hiçbir Bakanlar Kurulu kararı alınmamış, hiçbir işlem yapılmamıştır” ..

Neden karar alındı?

Toplumun hemen sorma hakkı var; bu takdirde neden o kararları alma gereği duydunuz? Demek ki “o günün şartlarında” böyle bir sorun olduğu düşünüldü ve çözüm üzerinde MGK’da anlaşmaya varıldı. Demek ki her olayda “o günün şartları” gözetilmeli ve siyasetçilerin sık sık yaptığı gibi “geçmişteki olaylar bugün olmuş ve o günkü şartlar hiç önemli değilmiş” suçlamalar yapılmamalı, öncelikle bu sonuç çıkıyor..

Sonra altında “Başbakan ve Bakanlar Kurulu’nun imzaları” olan bir karar için sonradan yalanlama yapılabiliyorsa bugüne kadar hapis cezaları verilen son yıllardaki tüm davalar için de yapılabilir. “Islak imza” bulunan belgeler için “mazeret” kabul edilebilirse “bu belgede ıslak imza vardı” denen diğer davalar için de edilmelidir. Hele de altında imza bile bulunmayan ve mahkemelere “gerçek belge” gibi sunularak “belgeymiş gibi” kabul edilen sahte belgeler için davalar yeniden açılmalıdır.

Hükümet uygulamasaydı..

Gelelim 28 Şubat MGK kararlarına.. Bu durum ışığında; 28 Şubat’ta o günkü hükümetin, özellikle Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller’in bir tepki göstermeden, hatta “tam bizim beklediğimiz karar, işimize yarar” diyerek (ıslak!!) imzaladığı kararlar için yıllar sonra yüzlerce askeri hapsetmek olacak şey değildir. Demek ki MGK’da tartışılan kararlar “HÜKÜMET İSTEMEZSE” uygulamaya konmayabiliyor. Bu takdirde “28 Şubat MGK kararlarının uygulanmasının bir numaralı sorumlusu” benim bugüne kadar bu konudaki tüm yazılarımda belirttiğim gibi o günün hükümetidir.

Büyük çelişki!

Eğer onlar “biz altına imza atmıyoruz” deseler veya uygulamaya koymasalar ve ordu o zaman bir müdahalede bulunsa ancak o takdirde bir darbeden söz edilebilirdi.

Kısacası, eğer bir tarafta “Hükümet ile Fethullah Gülen’i bitirme planı yaptılar” diyerek veya “28 Şubat darbeydi” diyerek insanlar ömür boyu hapis cezalarına mahkum edilirken “Fethullah Gülen’i bitirme planı” sayılacak başka kararlar için “yok hükmünde saydık” demek esaslı bir hukuk çelişkisidir!

Elbette ‘yüzmeye’ gitmemişlerdi!

Mahkeme Gezi eylemleri davasında 23 kişiyle ilgili olarak “Deniz gözlüğü, kask ve sirke silah değildir” kararı vermişti, Savcı Nazmi Okumuş “Eylemciler Taksim’e yüzmeye gitmediler” cevabını vermiş.

Tabii, nasıl ki deniz gözlüğüyle yüzmeye gitmedilerse kaskla “motorsiklete binmeye”, sirkeyle de “salata yapmaya” gitmemişlerdi. Süslü ve popülist cümleler yanlış kararları gizlemeye yetmez. O günlerde Taksim tarafında oturan veya bir iş için o semtten geçmek zorunda olan birinin, Alman Yeşiller Partisi Lideri Claudia Roth, yaşlı insanlar veya bebekler dahil herkesin; polis tarafından sıkılan biber gazıyla, içinde vücutta yaralar açan kimyasallar bulunan gazlarla, kafasına alacağı cop darbeleriyle veya sıkılan tazyikli sularla beyin üstü düşerek hastanelik olması son derece mümkündü. Ve yüzlerce kişi bu nedenlerle hastaneye kaldırıldı, 5 genç hayatını kaybetti, çok sayıda insan “gözünden” oldu.

Onun için Savcı’nın deniz gözlüğü veya kask takanlara, biber gazı için sirke taşıyanlara “yüzmeye gitmediler ya” gibi bir neden bulması komiktir, çocuklar bile bunun açıklamasını yapabilir. Bir çocuk çağırıp sorsun isterse! “Devlet, yargı cinayette bile suçlunu değil, mağdurun yanında yer alıyor” diyenler haksız mı, bu soruyu da kendisine sorsun!



Şu ‘Alevi’ hikayesi!

Emniyet biliyorsunuz “Gezi’deki şüphelilerin yüzde 78’i Alevi’ydi” gibi akla ziyan, laik devlete ise hüsran bir açıklama yaptı biliyorsunuz. Hemen diğer tarafta “bir militan kadar taraf” olduğu herkesin malumu bir kadın gazeteci görev çıkarıp veya ortaklık edip “Gezi protestoları Alevi ayaklanmasıdır” demiş.

Diyanet başta..

Gerçek, tarafsız, dünya standartlarında gazetecilik yapan Aslı Aydıntaçbaş ise twitterda “Bu iddiayı ortaya atanlar oradaki öğrenciyle, solcuyla, Kürtle konuşmadılar, zahmet edip girmediler bile” demiş ve eklemiş “Ve bunun adı gazetecilikse ben herhalde başka iş yapıyorum”.. Gazeteciliğin “kendisinin yapmakta olduğu” iş olduğuna hiç şüphe yok ama bir ekleme yapmak istiyorum.

Gezi gösterilerini sadece Park’taki öğrenci, solcu veya Kürtlerle sınırlamak da doğru değil.. Günler boyu tüm illerde “polis şiddetine ve baskılara, öldürülen gençlere tepki olarak” sokaklara sel gibi akan, diğer ülkelerde bile destek veren yüz binlerce vatandaş arasında “her görüşten, her yaştan, her meslekten, her inançtan, her kökenden, hatta yabancı” sayısız insan vardı.

Bu da, artık “Diyanet’in TÜİK’e yaptırdığı anketteki mezhep soruları başta olmak üzere” arka arkaya çeşitli ağızlardan ve kurumlardan “mezhep ayırımcılığı ve toplumda bu konuda tepki yaratma gayretleri” görülmesi de son derece önemli. Mezhep kavgaları yaşayan ülkelere dönmemek için çok dikkatle izlenmesi gerekiyor.

Yazının devamı...

Devlet ‘mezhep’ soramaz!

“Gezi’deki şüphelilerin yüzde 78’inin Alevi olduğu”nu açıklamış Emniyet.. Ahmet Hakan da “Emniyet bunu nasıl saptadı acaba? Şüphelilere ‘senin mezhep neydi birader’, ‘Alevi misin, Sünni mi’ diye mi soruldu? İlk kimin aklına geldi acaba şüphelilerin mezhepsel kimliklerini merak etmek? Mezhep merakı devletimizin yeni merakı mıdır, yoksa öteden beri böyle bir meraka sahip midir? Öyle çok merak ediyorum ki, keşke İçişleri Bakanımız Muammer Güler merakımı giderse” diye yazmış.

Başlayınca sonu belli!

Merak etmemek mümkün değil gerçekten, keşke İçişleri Bakanı ve Emniyet Müdürü bunu hemen açıklasalardı zira çok önemli bir konu. Özellikle Müslüman çoğunluklu ülkelerde “mezhep nedeniyle” yaşanan, on binlerce Müslüman’ın çocuk büyük demeden katledildiği çatışmaları bildiğimiz için önemli.. Bu tür çatışmalardan kendimizi korumamızın sebebi olan “laik, bu nedenle kimsenin mezhebinin tartışılamayacağı” rejim nedeniyle “BİR DEVLET KURUMU” tarafından açıklandığı için önemli.

Bu açıklanmadığı takdirde bundan sonra devlet kurumlarında, okullarda mezhep sormalar, “o Alevi, bu Sünni” benzeri açıklamalar, mezhep üzerinden kutuplaştırmalar da duyulabilir demektir. Seçim yaklaşırken biz de kenarından köşesinden dikkat çekmeden “mezhep ayırımıyla” başlayıp Ortadoğu ülkelerine mi döneceğiz? Gezi gösterilerine katılanların halkta tepki yaratması için “terörist”e varana kadar her yakıştırma yapıldı da “çoğu Alevi” demek en komiği oldu herhalde (belki “faiz lobisi” ile yarışır).. Emniyet ve Bakan “Gezi şüphelilerine neden mezhep sorulduğunu” açıklasalar iyi olur.

RedHack soruşturması bile önce terör kapsamına sokuluyor, sonra gözaltına alınanlara “Gezi eylemine katıldınız mı” sorusu soruluyor ama sıranın mezhebe geleceği yine de düşünülemezdi, pes doğrusu!

Fatmagül dizisi mi çeviriyorsunuz?

İnanılır gibi değil, Yargıtay 14’üncü Ceza Dairesi’nin saçma sapan kararlarını Kadıköy Belediyesi’nin “Kadına Karşı Şiddeti Önleme Çalıştayı”nda da konuştuk ama devamı geliyor. Geçen hafta duyulmuştu bu Daire’nin “15 yaşından küçük çocuklara tecavüz” davalarında “çocuk büyük görünüyorsa veya tecavüzcüyle evlenmişse suç sayılmamalı” diyen kararına Yargıtay Başsavcılığının itiraz ettiği..

Ki 14’üncü Daire’nin bu kararının 2002 öncesinde Türk Ceza Kanunu değişiklikleri arasına konmak istenen ama büyük tepkiler sonunda konamayan maddelerden hiç farkı yok. Hala bazı hukukçularda (hem de Yargıtay düzeyine çıkmış) çağdışı düşüncelerin devam ettiğini gösteriyor.

Başsavcılık iyi ki var!

Yargıtay Başsavcılığı 5 dava dosyasında bu Daire’nin “sanıklara verilen cezanın bozulması” kararına itiraz ediyor ve bu itirazlar Genel Kurul’da kabul ediliyor, çocuk tecavüzcüleri onlarla evlenseler bile en az 5-6 yıl hapis cezası alacaklar ve umarım Fatmagül dizisinde olduğu gibi cezaevindeki diğer mahkumlardan bile dayak yiyecekler.

Neden 20 yıl değil?

Aslında “5-6 yıl” çok az, sığınma evlerinde çalışan görevliler “tecavüz mağduru kız çocukların psikolojisinin bir daha düzelmeyecek şekilde bozulduğunu” anlatıyorlar, aileleriyle birlikte kaç hayat mahvoluyor, bunun cezası neden Batı ülkelerindeki gibi “15-20 yıl” değil de 5-6 yıl olacakmış? Ve ayrıca hafif cezalarla toplum içine salıverilen bu sapıklardan diğer çocukları nasıl koruyacaksınız?

Suçlu-hakim fark etmez!

14’üncü Ceza Dairesi’nde “Mağdure 15 yaşından büyük görünüyorsa tecavüzcü ‘hata’ hükmünden yararlansın” kararı 1’e karşı 4 oyla kabul edilmiş. Hale bakın o 4 hakimin hakimlik yapmasına bile izin verilmemeli, zira suçlularla aynı kafadalar. Demek ki kız “15.5 yaşında görünüyorsa” tecavüzcü yaşta yanılmış, serbest olmalı, bunu mu diyorlar? Veya “KURBANLA evlenirse kurtulsun, evlenmezse hapsedilsin”.. Gerçekten Fatmagül dizisi gibi, inanamıyorum.

AİHM hak verdi!

Yıllar önce bunun aynısını TCK’ya koymak isteyen, hem de çocuklar değil, kadınlar için koymak isteyen 2 hukukçuya yazdıklarım nedeniyle açılan davaların çoğunu kazanmış, “ruh hastası olmalılar” sözünden dolayı kaybettiğim tek davayı AİHM’ye götürmüş ve orada haklı bulunmuştum. Devlet o tazminatı faiziyle ödemek zorunda kaldı bana. Şimdi 10 yıl aradan sonra geriye döndük, aynı noktadayız ve demek ki bu hakimler de “aynı tanımı” hak ediyorlar. Yargıtay Başsavcılığı cezaların neden çok az olduğunu da, bu hakimlerin durumunu da (Adalet Bakanlığı ile birlikte) tartışmalı bence, hayat mahvetmenin cezası bu kadar olamaz!



Matematikçi müftü!

Gerçekten çok eğlenceli olaylar da oluyor, işte bunlardan biri.. “TÜBİTAK Bilim Ödülleri” töreni yapılıyor. Ödül alan gençlerin sevincini izliyoruz TV haberlerinde, o arada Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün konuşma yapıyor; “Matematik bilen bir müftünün fetvası mı daha doğrudur, matematik bilmeyen bir müftünün fetvası mı? Cevap, tabii ki ‘matematik bilenin ki’, çünkü matematik mantık ve muhakeme kabiliyeti getirir”..

Devam ediyor Bakan ve “Müslümanlar için geometrinin ‘farz-ı ayın’ olduğunu, çünkü Kıble’yi bulmak için bu bilime ihtiyaç olduğunu” söylüyor. Bilim ödüllerini ve matematikle geometriyi bile dine bağlamayı başarma yeteneğine kimse söyleyecek söz bulamaz artık. Ama bir noktayı düzeltmeden geçemeyeceğim; Kıble’yi bulmak için geometriye ihtiyaç yok, güneşin doğduğu tarafı solunuza aldınız mı yüzünüz güneye yani Kıble’ye bakar. O kadar basittir yani!

Yazının devamı...

Buldan ve katiller!

BDP milletvekili Pervin Buldan, Mehmet Ağar’ın “Mecit Baskın’ın öldürülmesiyle ilgili olarak yargılandığı”

dava duruşmasında Ayhan Çarkın, Ziya Bandırmalıoğlu, Korkut Eken ve Ercan Ersoy’u görünce “tam bir katiller serisi” demiş. Bu isimlerden ikisinin eşi Savaş Buldan’ın da katilleri olduğunu söylemiş.

Elbette tüm katiller benzer tepkiler alır, özellikle de “yakını öldürülenler” feveran etmekte en haklı olanlardır. Ama hiç değilse Pervin Buldan biliyor ki eğer bu isimler öldürmüşse cezalarını çekecek-ler. Peki gencecik 18-19 yaşında onbinlerce şehit için ne düşünüyor Buldan? Onların anacıkları da “suçluların cezalandırılmasını isteme hakkına” sahip değiller mi? “Değiller” diyorsa bu nasıl eşit hak ve hukuktur ve kendileri “eşit haklar”dan söz etmektedirler?

O şehitlerin sorumlusu olan Öcalan’ın serbest bırakılmasını istiyorlar, karakol basan-mayın döşeyen, yol kesip öldüren, bomba atan PKK militanları ise serbest.. PKK baskınlarını BDP eğlencelerle kutluyor. İşte bu çelişkiler Pervin Buldan’ın “katiller serisi” lafını etkisiz kılmaktadır. Katil her yerde ve her zaman katil, “ Yok benimkilerin bir amacı vardı, o nedenle benim katilimin suçu yok” demek kabul edilemez. Öldürmek meşru görüldüğünde her katil kendine göre mantıklı bir neden veya yalan öne sürebilir, haksızsam “haksız” desin!

Büyük Risk!

Merakla izlediğim harika bir yarışma programı “Büyük Risk”.. Ünlü tiyatro sanatçımız Selçuk Yöntem 40 yıldır bu programı sunuyormuşçasına büyük başarıyla yönetiyor ve herkes de aynı zevkle izliyor olmalı ki “çok izlenen programlar”ın en üst sıralarında.. Favori programlarımdan olduğu için benim de soru sormam istendiğinde memnuniyetle katıldım ve Salı akşamı sorum çıktı.

Ekip çekim için geldiğinde ‘bu soruyu bilmeleri zor, başka bir soru çekelim’ diyerek fazladan bir çekim daha yapmıştık, yine de benim ‘zor’ dediğim soru kullanılmış; ‘Mühendislik eğitimi aldığım, Ankara’daki devlet üniversitesinin adı’.. Yarışmacı anında, belki benim bile cevaplayamayacağım bir hızla “ODTÜ” dedi.

Bu programda yarışmacılar bilgi sorularına öyle hazırlanıyorlar ki bilmedikleri yok ve siz daha düşünürken onlar söylemiş oluyor ama bu kadarına pes doğrusu! Cevabı veren yarışmacı Nermin Hanım’ı kutluyorum!

‘Yeni anayasa’nın ne suçu vardı?

Hayır, aslında “eski anayasanın ne suçu vardı” diye de sormak mümkün, zira defalarca değiştirilen ve “darbe anayasası” denilen halinden eser kalmayan Anayasa’yı yenilemek için “Kürt sorunu” denilen “özerk bölge” olayı ve “başkanlık sistemini getirmek” dışında pek neden yoktu. “Daha özgür anayasa” için dense, “uzlaşıldı” dedikleri maddeler arasında bile en temel vatandaşlık haklarına “keyfi devlet müdahalesi” getirecek maddeler var. O zaman nedir sorun?

Muhalefet partileri CHP ve MHP genel başkanları “Mısır ve Suriye’de izlenen yanlış politikaları eleştirdikleri” konuşmalarda iktidarı “Anayasa masasından kaçmakla” suçladılar. Diyelim ki muhalefet yapmaktalar, peki gerçekten de mesela “bu komisyon artık anayasa yapamaz” diyerek Anayasa Uzlaşma Komisyonu’ndan çekilen Cemil Çiçek’i bu kadar sabırsız yapan nedir?

Milletvekilleri kolay uzlaşamayabilir hatta aynı parti milletvekilleri bile aralarında tartışabilir ama aceleye gerek yok, arkadan kovalayan da yok.. Sonuçta “tüm toplumun hayatını düzenleyecek” olan anayasa hazırlanacak, bir uzlaşma yolu bulmak gerekirdi. Böyle önemli bir konuda kısa süre içinde “bakın biz denedik ama diğer partiler uzlaşmadı” demek inandırıcı olmadı. Ama “her duyduğuna inanlar” buna da inanacaktır, maalesef bizim ülkede politika bu işte!

CHP gazetecileri nasıl seçiyor?

Çok garip bir durum var ortada.. İktidar partisi zaten baştan beri “kendi medyası” dışında pek az gazeteciyi yurt içi ve dışındaki gezilere, toplantılara davet ediyor. Televizyon söyleşilerinde bile “yalnızca kendilerine yakın ve soracağı sorular tahmin edilecek” isimler seçiliyor. Ama Çarşamba günü Sözcü gazetesinin manşetindeki “CHP Kılıçdaroğlu’nun Amerika gezisinde Sözcü’yü dışladı, büyük ayıp etti” haberi ana muhalefet partisinin de gazeteci seçiminde yanlış yolda olduğunu gösteriyor.

CHP’nin daha önce de “Irak seyahatinde” ve dahi “Ramazan iftarında” bile acaba neye göre seçiyorlar dedirten, neredeyse rakiplerinin seçiminden farksız bir gazeteciler listesi yapmış, özellikle de tarafsız gazetecileri dışlamıştı.

Bunların “gözden kaçtığını veya oy almak için her numaranın geçerli olduğunu, nasılsa unutulacağını veya milletin nasılsa alternatif olarak başka çaresinin olmadığını” filan düşünüyorlarsa dikkatli gözlerin ve iyi hafızaların bu yapılanı yutmayacağını ve unutmayacağını bilsinler. Ana muhalefet içinde de modası geçmiş, kafası çağdaş siyasete basmayan, her devrin adamı tipler var ve bunlar yanlış yönlendirme yapabilir. Ama artık yanlış yönlendirilmesinler be anacım, değil mi?

Yazının devamı...

Kadına şiddette ‘medya’nın suçu!

Pazartesi günü 25 Kasım “Kadına Karşı Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma Günü”ydü ve ben de o gün Kadıköy Belediyesi’nin düzenlediği, Türkiye genelinden belediye temsilcilerinin, sığınma evi yöneticilerinin, sivil toplum kuruluşu ve avukatların katıldığı “Kadına Karşı Şiddette Belediyelerin Karşılaştığı Sorunlar ve Çözüm Önerileri Çalıştayı”nın moderatörlüğünü yaptım. Yerel Yönetimlerde kadın sorunları temsilcilerinden ve uzmanlardan son durumları dinlediğimiz, tartıştığımız ve temel sorunun nerede olduğunu kolayca görebildiğimiz, gün boyu süren son derece önemli bir toplantıydı.

Belediyelerin, sivil toplum kuruluşlarının yaptığı bu toplantılar söz konusu çalıştayda olduğu gibi “sebep-sonuç ilişkisini ve sorunu” net şekilde ortaya koyuyorsa, laf kalabalığı ile zaman kaybedilmiyorsa çok yararlı oluyor, bu nedenle Kadıköy Belediyesi görevlilerine ve Başkan Selami Öztürk’e teşekkür borçlu olduğumuza inanıyorum.

Ülkenin en tanınmış kadın hakkı savunucusu ve aktivistlerinden Avukat Hülya Gülbahar’ın, İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nden Yrd. Doç. Dr. Neylan Ziyalar, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Görevlisi Dr. Gürkan Sert ve LGBT Hakları’nı açıklayan Avukat Rozerin Seda Kip’in konuşmacı olduğu çalıştaydan çıkan sonuçlardan bazılarını paylaşalım..

Şiddet bitmiyor çünkü..

- Türkiye’de kadın ve çocuğa karşı şiddetin öncelikli nedeni hâlâ “ataerkil ve töreleri, alışkanlıkları, gelenekleri yasa yerine koyan, kadını erkeğin namusu ve kölesi durumuna sokan toplum yapısı”nın, kız çocukların eğitimini önleyecek- eğitim yerine evliliğe teşvik edecek karar ve yasaların bilinçli şekilde sürdürülüyor.. Eğitimsiz kadın baba, eş şiddetinden kurtulacak güce kavuşamıyor ve özellikle “çok çocuk” sahibi olan aileler kızları küçük yaşlarda evlendiriyor.

- Toplumda “boşanmış kadın, dul kadın” önyargıları ve “çocuklarını koruma isteği” kadını şiddete mahkum yaşatıyor.

Sığınma evi ve koruma..

- Günde en az 5 kadının öldürüldüğü Türkiye’de “sığınma evleri”ne sığınmış kadınları bile devlet koruyamıyor, sığınma evindeki kadınlardan yüzde 37-38’i de kocası veya erkekler tarafından tarafından cinayete kurban gidiyor.

- Valilikler, kaymakamlıklar; “öldürülme korkusu” içinde kendilerine başvuran kadınlara anında koruma sağlamıyor, hatta Van’da ailesiyle birlikte Valiliğe başvuruda bulunan ama Vali’nin görüşmediği öğretmen Gülşah Aktürk’e Vali Yardımcısı’nın yaptığı gibi “en kötü ihtimalle ölürsün, ölüm haktır, kendini koru ya da istifa et” diyebiliyor. Bu durumda Vali ve Yardımcısı “derhal görevden alınmalı ve cezalandırılmalı” iken bu yapılmıyor. Aynı konu kendilerine başvuran kadınlara yardımcı olmak yerine öğüt verip gönderen “Emniyet” mensupları için geçerli.

Yargıtay bile...

- En korkunç ve planlı cinayet ve tecavüzlerde, hatta çocuk-bebek tecavüzleri, toplu çocuk tecavüzleri gibi vahşet örneği olaylarda mahkemeler, hakimler “yasalardaki cezaları uygulamak yerine keyfi kararlarla ceza indirimi yaparak adeta suçu teşvik ediyor. Ki aynı durum maalesef Yargıtay’ın birçok kararında da açık şekilde mevcut .. Buna rağmen yanlış karara imza atan hakimlerin cezalandırılması önleniyor. (Örneğin; “Töre-namus farklı” diyerek ceza indirimi yapanlar, karısını öldürmüş katili bırakarak gelinini öldürmesine sebep olanlar..)

- Aynı şekilde “medya” kendi sorumluluğunu yerine getirerek en çok izlenen saatlerde, gerekirse dizi veya eğlence programı aralarında “kadın ve çocuklara şiddet uygulayanlara verilecek cezaları ve aile içi ve dışında tecavüz-şiddet tehlikesiyle karşılaşan çocuk ve kadınları koruyacak önlemleri, başvuracakları telefonları” veren açıklamalar yayınlamıyor. Birkaç reklam daha fazla yayınlamayı tercih ediyor. Gazeteler için aynı şey geçerli..

- Adalet Bakanlığı ve Kadın Bakanlığı çocuk ve kadın tecavüzü ile kadın cinayetlerinde, bebek cinayetlerinde “hangi cezaların verildiğini” izleyerek topluma duyurmuyor, caydırıcılık sağlamıyor. Özellikle “aile içi tecavüz, ensest” olaylarında, “çocuk yaşta kızların evlendirilmesi” ve hatta bu nedenle ölenlerin olduğu (8 yaşında bir çocuk ilk gece organları parçalanarak öldü) vahşet olaylarında çocukların kurtarılması için acil önlemler ve cezalar ele alınmıyor. Haber yapılan “güvenlik butonu, elektronik kelepçe” gibi önlemler ise son derece yetersiz kalıyor.

10 çocuktan 4’ü

Bunlar sadece bir kısmı.. Belediyelerin sığınma evleri görevlileri orada bulunan kadın ve çocukların psikolojisini, örneğin aile içinde baba, amca gibi yakınların yıllarca tecavüzüne uğramış çocukların “hayata döndürülmesi ve sağlığına kavuşması”ndaki zorlukları, hayatlarının nasıl mahvolduğunu anlatıyorlar. Bunları ve ağza alınmayan “ensest”in nelere sebep olduğunu, sosyologların “Türkiye’de her 10 çocuktan 4’ü ensest mağduru” açıklamalarını bakanlık mensupları ve hukukçular dinleseler bir daha “aman aile işlerine karışmayalım” gibi saçma görüşlerini derhal bir yana bırakır, görevlerini yaparlardı!

Bakanlıklar ve elbette milletvekilleri, medya, yargı el ele vererek Türkiye çapında bir kampanyayı artık başlatmak, TV’leri de etkin şekilde kullanmak zorundalar, yıllardır yeterince konuşma yapıldı!

Keşke bu kampanyayı önce Okan Bayülgen, Beyaz, Mesut Yar gibi çok izlenen programcılar ve sabah programları başlatsalar!

Yazının devamı...

‘Geri zekalılar bile anlar’ demiştim!

‘Allah Müslüman mıdır’ başlığıyla bir yazı yazmıştım aylar önce.. Yazarken de son derece açık ve net yazıldığı için “geri zekalıların bile anlayacağını” düşünmüştüm ama bir yandan da “bunların bir kısmının yine de sadece başlığa bakıp ‘ilk satırlarını bile okumadan’ bana saldırıya girişeceğini, akıllarınca bana Allah-din-inanç dersi vereceklerini” tahmin etmiştim.

Tabii ne olursa olsun yazılarımı “insanlara” yazdığım için bu sıfat dışındakilerin “cevap verirsem işlerine yarayacak bir polemik başlar ” umuduyla seviyesiz yazılar yazıp bu tür konuşmalar yapacaklarını, sokak kavgasında söylenecek hakaretleri üstelik bir kadının ekrandan söyleyeceğini aklıma getirmiyorum. Her kanalı izlemediğim, her gazeteyi okumadığım için bazen aylar sonra internette görüyorum yapılanları, bazen de gördüğüm halde “çıkarları için polemik yaratmak üzere” atılmış yalanları, hakaretleri görmezden geliyorum.. Beni tanıyanlar, yıllardır izleyenler “neyi yapıp neyi yapmayacağımı, karakterimi, çizgimi” biliyorlar nasılsa, bu güveni değiştirmek mümkün değildir 26 yıl sonra..

İnancımı ise konuşmam.. Bana aittir, hiç kimse öncelikle de hadsiz, çapsız, bilgisiz, okuyup anlama düşüncesi ve yeteneğinden bile yoksun kimseler tartışamaz, böyle bir hak verilmiyor onlara!

Bununla birlikte yıllarca doğruları-gerçekleri anlatarak en yüksek izlenme rakamlarına ulaşmış bir haber programının da sahibi olarak “rahatsızlık duyanların” her türlü saldırı ve terbiyesizliğine hazırlıklıyım.

Yazıyı oku bari!

Dini benden iyi bildiğini ve üstelik bana “inanç dersi verecek kadar dindar” olduğunu gösterme, adını duyurma ve birilerine de bu yolla yaranma fırsatını kaçırmamak için yazıyı okumadan, sadece başlığa bakıp ekrana çıkacak kadar zavallı biri (gazeteci olduğu iddia edilmiş, kim tanır bilmem ben tanımıyorum) yandaş bir ekrandan saldırmış, hakaret etmiş geçen Nisan ayında..

Yazım çok fazla tartışılmış ve nereye baksanız doğal olarak önce başlığı görüyorsunuz “Ruhat Mengi ‘Allah Müslüman mıdır’ diye sorduğu yazısında” diye başlıyor. Çoğu yazının tamamını almış ve neden söz ettiğim anlaşılmış kendilerine teşekkür ederim, saygısız, izansız olanlara da ifadelerini aynen iade ederim. Hatırlayalım şimdi; yazı Fazıl Say ’a “alıntı yap-tığı Ömer Hayyam’ın dizeleri” nden sonra yine kendisine ait olmayan, bir başkasının “tweet”ini tekrarladığı cümlelerden dolayı açılan dava hakkında..

Suç ‘dine karşı’ değil...

“Bilmem farkında mısınız ama nerede yavşak, adi magazinci, hırsız şaklaban varsa hepsi Allah’çı, bu bir paradoks mu” demiş yazan kişi ama alıntı yapıp retweet ettiği için Fazıl Say yazmış gibi ona dava açılmış. Ve büyük ihtimalle Say’a saldıranların hepsinin yine “kendilerini herkesten dindar zannedip ders vermeleri” üzerine bir hayranı tarafından yazılmış bir cümle.

Ben de yazımın daha başında diyorum ki; ben, sen, o, hepimiz Müslüman olabiliriz ama kimse “Allah da Müslümandır” diyemez, Yaradan’ın belli bir dine ait olduğunu kimse iddia edemez .. Ve şöyle devam ediyor.

Dine inanmayan da...

Dünyada kimbilir kaç milyon “hiçbir dine inanmayan ama Allah’a inanan” insan yaşıyor. Müslümanlık’tan önceki dinleri de Allah göndermiş, biz buna inanıyoruz, o dinlere mensup olanlar da kendilerine göre farklı isimler altında aynı Allah’a inanıyor . O zaman “hepsi Allahçı” sözüyle “bir dinin aşağılandığı” nasıl iddia edilebilir?

Dün gazetelerde Say’ın “o tweetleri ben atmadım” dediği haberi okurken fark ettim bunu. Eğer ortada bir suç varsa bu dine karşı değil Allah’a karşı işlenmiş , bu nedenle cezasını vermek Türk yargısının görevi değil, ancak Allah değerlendirebilir, açılan dava baştan yanlıştır..

Yanılgı!

İşte “sadece başlığını okuyarak”, fırsat bu fırsat din bilmiş-liğimizi ortaya koyalım, üstelik bu Ruhat Mengi’ye saldırmak, küstahlık yapmak için de fırsattır diyenlerin söz ettiği yazı bu.. Ama bundan sonra ‘geri zekalılar bile anlar’ hesabıyla yazmayacağım, söz. Yanılmışım!

Beyoğlu ve Sim!

Milliyet Cadde’de “Caddedeki Hayalet” in köşesinde gördüm, o kadar güzel anlatmıştı ki Beyoğlu’na yolum düşünce yorgun argın ve aç bir halde Sim ’e uğradım ve ‘oh, dünya varmış’ dedim.. Şimal Merdivenleri’nin bitiminde, soldaki Belkıs Apartmanı’nın girişinde sevimli bir kafe-restoran Sim.. Farklı yemekler, harika lezzetler, sade ve hoş bir dekorasyon, son derece medeni, huzur veren bir ortam..

İster bilgisayarını al git orada çalış, istersen arkadaşlarınla buluş veya doğum günü partin için düşün.. Bunları da yapmazsan üst katta verilen sanat derslerini tercih edebilirsin.. Birçok sanatçının performans sergilediği etkinlikleri izleyebilirsin.. Zaman bulsam ben resim dersi almak isterdim mesela.. Size de duyurmayı düşündüm bunları, hafta sonları DJ geceleri ve partiler olduğunu da söylemiş olayım!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.