Şampiy10
Magazin
Gündem

Devlet Güneydoğu’ya girebiliyor mu?

Biliyorsunuz, Şırnak-Van Karayolu yapımı nedeniyle PKK 18 Kasım’da tankerler, dozerler, kamyonlar dahil 9 iş makinasının bir kısmını yakıp uçurumdan yuvarlamış, işçileri toplayarak “Bu yol yapılmayacak, biz sizi daha önce ikaz ettik.. Üstlerimizden talimat aldık yaptırmayacağız” tehdidinde bulunmuştu.

Bu tehdidin sürmesi üzerine TSK’nın harekete geçtiği bildiriliyor. Peki nerede kaldı el ele tutuşmalar, barış söylemleri, kardeş kardeş yaşanacağı vaatleri? Çıkarlar ve bölgede hakimiyet kurma adımları söz konusu olunca hepsi bir anda bitiyor ve başa dönülüyor..

Halk sahipsiz..

Hükümet “Güneydoğu ve Doğu illerinde biz varız ama muhalefet partileri yok” sözünü sık sık tekrarladı, oysa bu öncelikle ülkeyi yöneten partinin üzülmesi gereken bir durumdur. Türkiye’nin her karış toprağı, her vatandaşın rahatça gireceği, her partinin bulunacağı şartlarda olmalıdır ve bunun sorumluluğu “devletin başındakilere” aittir. Biz giriyoruz, onlar giremiyor demek ancak devletin acziyetini ifade eder çünkü..

Bir de şu var; “Biz PKK’lı değiliz, bu bölgede yaşayan herkes PKK’yı destekliyor gibi gösteriyorlar, bundan üzüntü duyuyoruz” diyen Güneydoğu’lularla konuşurken “Burada devlet yok, asker, polis, jandarma kenara çekildi, ortada sadece PKK ve onun destekçileri kaldı. Derdimizi anlatacak kimse olmadığı gibi anlatmaya kalksak da gözetleniyoruz veya bir şekilde haber alıyorlar. Güneydoğu’da halk sahipsiz ve PKK’nın elinde kaldı bunu bilsinler” tepkilerini duyuyorsunuz.

Kısa süre sonra ortaya bir de Suriye sınır kapılarımızdan rahatça giren köktendinci terör örgütleri çıkarsa ona da şaşırmamak lazım. Bakalım Şırnak-Van Karayolu yapımında kimin dediği olacak, devletin mi, PKK’nın mı?

Öğretmenler Günü’nü unutmadım!

Köşemin devamlı yorumcularından Abidik Gubidik rumuzlu okurum beni ne kadar iyi izlediğini anlatacak şekilde şöyle yazmış Pazar günü; “Sizin de rahmetli anneniz öğretmendi, Öğretmenler Günü’ne hiç değinmemeniz bizleri şaşırttı” ..

Evet haklıdır ve kendisine teşekkür ediyorum bu uyarı için ama unutmam nedeniyle yazmamış değilim, öğretmenlerin çektiklerine olan üzüntümdür nedeni.. Televizyon programım siyasi baskılarla kesilmeden önce de “KPSS’de en yüksek puanı alan, yeterli puanı alan genç öğretmenlerin atanmayışı, onların yerine çok daha düşük puan alanların atanması” karşısındaki isyan duygularını, “diplomalarımızı aldığımız halde, sınavı kazandığımız halde hala ailelerimizden para alıyor olmak ölümden beter” dediklerini üzülerek okurdum.

Öğretmenler en sonda..

Yıllar geçti hala yüz binlerce öğretmen atama nedeniyle yasta.. Sayısız ve ihtiyaç fazlası köprü, havaalanı, sayısız alışveriş merkezi yapılıyor, gerek olmadığı ve uluslararası uzmanlar “İstanbul’da beklenen deprem çok tehlikeli, en az 50 bin kişinin öleceği tahminleri hiç abartılı değil, bu tehlikeyi arttırır, Marmara Denizi’nin ekolojik dengesini bozar” dediği halde açılmasında ısrar edilen Kanal İstanbul gibi yatırımlar öne alınıyor ama öğretmenlerin atanma konusu ancak Öğretmenler Günü’nde hatırlanıyor.

Dövülenler..

Hangi gün bu; arifesinde Kızılay Meydanı’nda yüzlerce öğretmene biber gazı sıkılan, coplarla dövüldükleri gün.. Zaten bu olayı da gördüğüm anda öğretmenlere “Günü’nüzü kutlarım” diyemeyeceğimi, kendimi ikiyüzlü gibi hissedeceğimi biliyordum, neyi kutlasınlar ki?

Sevgili annem Siret Ünaldı çok genç yaşta öğretmenliğe başlamış, Antakya Erkek Lisesi’nde “Hocam biz sizin çocukluğunuzu biliriz” diyen, neredeyse kendi yaşıtı öğrencilerden Ankara Deneme Lisesi ’nde öğretmen ve müdür muavini olarak eğittiği binlercesine varana kadar 40 yıllık meslek yaşamında sayısız öğrenci yetiştirmişti. O benim de “1 numaralı” öğretmenimdi, hayatımda ne yaptıysam ne başarı kazandıysam hepsini ona, sevgili babama ve diğer öğretmenlerimden öğrendiklerime borçluyum. Hayatta olmayanlar nur içinde yatsın, olanlara Allah uzun ömürler versin.

Ülkemdeki “saygıdeğer, saygıyı gerçekten hak eden, öğrencilerine de sevgi ve saygı göstermeyi bilen, onların sorununu kendi sorunu olarak gören” tüm öğretmenlere en içten minnet duygularımı, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.



Havalar soğuyor, dikkat!

Neyse ki hava Kasım sonuna kadar ılık gitti, fazla yağış olmadı, kendi adıma da sokak hayvanları adına da çok memnunum. Kış bastırırken önemli bir hatırlatmayı tekrar yapmak istiyorum; havalar soğuyunca yavru kedicikler ısınmak için “araba motorlarına” saklanıyor .

Artık kediler kışın da doğurmaya başladılar ve parmak kadar yavrular aç-susuz ve üşüyerek sokaklarda. Lütfen, aceleniz olsa bile bir saniyede kapağınızı açıp kontrol edin, parçalanmasınlar..

Onların da yaşama hakkı olduğunu unutmayın.. Tabii kapınızın önüne bir avuç mama koyarsanız daha da iyi olur!

Yazının devamı...

Haşim Kılıç parti sözcüsü gibi!

Sanıyorum yalnızca Türkiye’de değil, Anayasa Mahkemesi gibi görevi “parlamentoyu, iktidar partilerini, çıkacak yasaları denetlemek, demokrasiden ve tabii onu sağlayacak laik rejimden sapılmasını önlemek” olan bir yüksek mahkemeye sahip hiçbir ülkede Haşim Kılıç benzeri konuşmalar yapan bir başkan görülmemiştir bugüne kadar.

Öncelikle her ne kadar “yarı başkanlık” olarak kullanmışsa da söz konusu olan ve tartışılan “başkanlık sistemi” olduğuna göre bundan söz ediyor ve “Anayasayı değiştiremiyor ve başkanlık sistemine geçilemiyorsa cumhurbaşkanı yetkilerini iyice azaltarak sembolik hale getirmektir” diyor. Daha ilk cümlede çelişki var çünkü başkanlık sistemi “cumhurbaşkanı yerine gelecek olan başkana ‘Türkiye’deki mevcut sisteme göre’ olmayacak kadar çok yetki verecek bir sistem”di..

Bağımsız kurum yok!

Türkiye’de başkanlık sistemini imkansız kılan ne; “artık hükümet icraatlarını denetleyecek ‘bağımsız bir yargı’nın (medyanın, hiçbir kurumun) kalmayışı, muhalefet partilerinin denetleme ve uyarma görevini yapamaz hale getirilmesi, milletvekillerini liderlerin seçmesi nedeniyle Meclis’in tek liderin sözüyle hareket eder durumda olması”.. Yani Haşim Kılıç’ın konuşmasının devamında söz ettiği “kuvvetler ayrılığının artık mevcut olmaması”..

Daha önce “cumhurbaşkanını halkın seçmesi” konusunda tepki vermeyen Kılıç şimdi “bunun yetki çatışması yaratacağını” söyleyerek cumhurbaşkanı yetkilerini sıfırlamayı öneriyor. Böylece, Seçim ve Partiler yasaları değişmediği sürece yine tüm yetki “tek kişide” olacak.

Seçim barajı..

Sonra “Hükümetin seçim barajı ile ilgili 3 alternatif sunduğunu ancak herkesin dut yemiş bülbül gibi sustuğunu” söylüyor. Hükümet istese başka konularda olduğu gibi seçim barajını rahatça “yüzde 5”e indirir ve kimse de engelleyemez (bakınız kendi sözleri.. Meclis istediği yasayı çıkarıyor, milletvekilleri lidere bağlı, TBMM çoğunluğu tek parti de..)

‘Üyeleri Meclis seçsin’

Hem “kuvvetler (yasama-yürütme-yargı) ayrılığı kalmadı, ‘yasama yürütme birleştiği için’ hükümet istediği yasayı çıkarıyor” diye sızlanıp hem de aynı konuşmada en yüksek yargıyı bile birleştirecek “Anayasa Mahkemesi üyelerinin çoğunu (en az 10’unu) Meclis yani iktidar partisi çoğunluğu seçsin” önerisi, daha doğrusu desteği nasıl bir çelişkidir bunu da kendisine bırakalım.

İnanç kışkırtması!

Ve gelelim AYM Başkanı’nın dinle ilgili konuşmasına.. Türkiye’de bugüne kadar sadece laiklik kapsamında “devlet daireleri ile üniversite ve okullarda dini kıyafet ve ibadet kısıtlaması” yapıldığı, bunun dışında vatandaşların dini, inancı, ibadeti tümüyle özgür olduğu, bu kısıtlama da sadece başörtüsü değil, tüm dini kıyafetler için olduğu halde “başörtüsü yasağı nedeniyle insan haysiyeti ve şerefiyle oynandı” diyor. Bir AYM Başkanı’nın bu konuyu çok daha hassas ifadelerle, toplumu kutuplaştıran siyasi söylemlere benzemeyen bir üslupla anlatması gerekir.

Ama arkadan gelen cümleye bakınca artık yukarıdaki sözü eleştirmek de anlamsız kalıyor. “Allah’ı Türkiye’nin dışında bir yerde konumlandırdık. Aman sakın içeri girme, şöyle olur, böyle olur. Hayatın içine sokmayın dedik” .. Bunlar, “çoğunluğu Müslüman veya Allah’a inanan”, gün boyunca dilinden onun adını düşürmeyen vatandaşlardan oluşmuş, Ramazan ayında iftar saatleri sokakların bomboş olduğu, insanların birkaç kez Hac ve Umre yaptığı, 83 bin camiden günde 5 kez “Allah büyüktür” diye ezan okunan Türkiye için sadece Haşim Kılıç’ın değil hiç kimsenin söyleyemeyeceği şeylerdir ve sözlerini açıklaması gerekir. Ne zaman ve hangi örnekle “Allah Türkiye dışında konumlandırılmış” ? Sadece “dini kıyafetlerin devlet alanlarında olmaması ve din ile devlet işlerinin ayrı tutulması” bunu mu anlatmış kendisine?

Konuşmalarını incelesin

O zaman “yalnızca kendi adınıza konuşun, siz böyle yaptıysanız bunu ülkeye mal etmeye hakkınız yok” denir. Öylece söyleyip geçiyorlar, insanların beyninde yalan yanlış algılar yaratarak.. Tekrarlarsan inandırırsın yöntemidir bu ama AYM Başkanı yapınca ayıp oluyor! Yaptığı tüm konuşmaları alt alta koyup bir baksın bence, “kuvvetler ayrılığının kalmadığına” üzülme hakkı var mı, yok mu?

Yaranma yarışı!

Dizilere benzedi, bitmek kapanmak bilmiyor Ahmet Kaya tartışması.. O gece toplantıda olan, olmayan, sadece finale katılan, katılmayan sanatçılar kendini anlatma veya özür yarışına girdiler; “oradaydım, orada değildim, ben sonradan geldim, dışarı çıkmıştım vs vs”, liderler ise Ahmet Kaya ’yla özdeşleşme, onu kapma yarışına.. Reha Muhtar çocuklarının üstüne yemin bile etmek zorunda kaldı ki kıyamet kopsa bunu yapmamak gerektiğine inanırım..

Ahmet Kaya’nın sanatçılığı ayrı konu.. Masasına çatal bıçak atılması da elbette çok yanlış ama bir Kürtçe şarkının arkasından 10’uncu Yıl Marşı’nın söylenmesi veya ‘Memleketim’ şarkısını topluca söylemek neden suç gibi yansıtılıyor ve sanatçılara bu sebeple baskı yapılıyor? Neden bu tepki olayı bir linçmiş havası yaratılıyor? Ve hele de çatal-bıçak meselesi “Gezi’de olanlar” la birleştiriliyor? Ne alakası var?

Türkiye’de rekabet ve oy uğruna “geçmişin olaylarını alıp bugün olmuş gibi yapıştırma” modası çıktı ya, bütün mesele bu aslında.. Olayları “o günün şartlarına göre” değerlendirebilirsiniz, bugüne göre değil. Örneğin; her gün yüzlerce şehit haberi gelirken ve “o şehitlerin sebebi olan terör örgütü sanki tüm Kürtleri temsil ediyor gibi gösterilirken” Kürtçe şarkı söylemekte ısrar eden bir sanatçıya karşı oluşan tepkileri “bugünün olayı gibi” alamazsınız. Kaldı ki Ahmet Kaya’nın “PKK bayrağı altında şarkı söylemiş” olması, “Arabamı o şerefsizlerin memleketinde bıraktım” dediği iddiası bugün bile hatırlanıyor..

Seçimler yaklaşıyor diye etnik kökenler ve her konuda kutuplaştırma, düşmanlık yaratma, yaranma hevesinden vazgeçmeli siyasetçiler ve medya!

Yazının devamı...

Televizyonda şiddet ölüm getiriyor!

Kaç kez yazdım bugüne kadar, inanın hatırlayamıyorum ama son derece önemli bir gelişme var gözden kaçan, bu nedenle gerekirse 1000 kez daha yazacağım.

Neredeyse tüm TV kanalları akşam saatlerinde, en çok TV izlenen zaman diliminde “dizi” gösteriyorlar.. Öyle ki artık tam bir dizi manyağı olduk milletçe, benim içim bayılıyor eskiden bazılarını izlerdim artık hepsi birden itmeye başladı. “Neden” diye soracaksınız biliyorum, şundan; tamamı şiddet, gözyaşı, yalan, entrika üzerine kurulmuş ve zaten günlük yaşamımızda her alanda bunları izlerken akşamları da artık daha fazlasını kaldıracak hal kalmadı.

Silah, intihar, cinayet!

Severek izleyenlere diyeceğim yok, zevk meselesi.. Asıl konu şiddet.. Hangi kanala baksanız şiddet, bıçak, silah, cinayet, intihar.. Özellikle “silaha ve intihara özendirme” had safhada.. Birçok dizide “sevdiği başkasıyla evlenen” veya “başkasını seven” gençlerin intihar ettiği gösterildi, gösteriliyor.

Haberlerde de sevgilisiyle tartıştığı veya borçları olduğu için “Boğaz Köprüsü’nden atlayanları, silahla, ilaçla intihar edenleri” izliyoruz ve bunların tümü gençleri son derece olumsuz etkiliyor.

Görerek öğrenme..

Son zamanlarda gençler arasında intihar olaylarının yaygınlaştığını duymaktaydım, dün bana ütüye gelen yardımcımın anlattıkları bu yazıyı yazmama sebep oldu. Meğer üç çocuğundan biri olan 21 yaşındaki oğlunu 1 yıl önce kaybetmiş.. Oğlu “kısa süre önce silahla intihar eden kuzeni”ni duyduktan sonra kendisi de aynı şekilde intihar etmiş. Sebep; sevdiği kızın başkasıyla evlenmesi , düğün gecesi olmuş olay..

Acılı anne hala yaşamına devam etmekte zorlanıyor, “3 yaşındaki kızının ona dayanma gücü verdiğini” söylerken adeta yalvarıyor; “Lütfen yazın Ruhat Hanım, TV dizilerinde ve haberlerinde bu intihar haberlerini vermesinler. Gençler zaten ruh sağlığını bozacak çok olay görüyor, intiharı kurtuluş gibi göstermesinler onlara. Ben oğlumu ‘başkasının intiharı’ndan öğrendiği için kaybettim, başkaları yaşamasın bu acıyı ”..

RTÜK kulak versin!

RTÜK kendisine bu konularda gelen şikayetleri hiç dikkate almıyor olmalı zira durum hiç değişmedi. Ama hiç değilse bu annenin haykırışına kulak versin, “intihar, cinayet, töre nedeniyle öldürme, namus cinayeti” gibi konularda dizileri uyarsın. Silah kullanımı neredeyse günlük hayatın parçası olacak, o kadar kanıksandı TV’ler yüzünden!

Çocuklarınızı bırakmayın!

Küçük çocuklarını evde yalnız bırakıp alışverişe, komşuya veya bir işi halletmeye giden annelerin çıkan bir yangınla çocuklarını kaybettiği az duyulan bir haber değil.. Hele de evde ulaşabilecekleri kibrit, çakmak varsa..

Son olarak İstanbul Güngören’de Suriyeli bir anne 5 yaşındaki ikiz oğullarını ve 6 yaşındaki ablalarını bırakarak üstlerine kapıyı kilitleyip Kaymakamlığa gitmiş. Çocuklar çakmakla oynarken yangın çıkmış ve korkup kanepe altına saklanan ikizlerden biri dumandan boğularak hayatını kaybetmiş.. İçi dayanmıyor insanın, zavallı yavrucak kanepe altında kendini korumaya da çalışmış.

Batı ülkelerinde bu yaştaki çocukları evde yalnız bırakmak büyük suçtur, sorumsuzluk duyulduğunda cezanın üstüne devlet çocuğu da aileden alır. Lütfen çocuklarınızı gözden ayırmayın, tanıdığınız tüm anneleri de uyarın, hiçbir komşu ya da iş evlatlarından önemli değil, onları evde bırakmasınlar!

Tabii bunlar TV’lerle devamlı olarak anlatılmalı, öğretilmeli ama bizde TV’ler reklam peşinde olduğu için yapılmıyor.



Dengesiz dang....!

Ben de bu başlığa gülüyorum zira Putin’i iyi tarif ediyor. Gazeteciler Rusya devlet başkanı Vladimir Putin ve Başbakan Erdoğan’ın birlikte yaptığı basın toplantısında Erdoğan’a “Greenpeace eyleminde tutuklanan çevreci Gizem Akhan’ı da beraberinizde Türkiye’ye götürecek misiniz?” diye sorunca yazımın başlığındaki deyimin pek uyduğu Putin “Eşiyle birlikte geldi, nasıl götürsün” cevabını vermiş. Gazeteciler de gülmüşler..

Özür dilesin!

Kafa hastalıklı işleyince cevap böyle olabiliyor demek ki ama küstahlığın da bir sınırı vardır. Hele de “diplomatik bir toplantıda”.. Bu bir ülkenin başbakanına söylenecek bir söz olmadığı gibi espri de değildir ve hemen özür dilemesi gerekir. Hatta o anda bu istenebilir ve dilemesi sağlanabilirdi.. Türkiye’de kızlar ve namus konusunda “yetişkin insanların özel hayatlarına bile karışılacak kadar” düşünüldüğüne göre Putin’in bu sözü de düşünülmeli..

Bu arada madem ki soğuk nevale Putin espriyi çok seviyor, biz de ona “hıyar” diyerek gülelim. Bakalım aynı derecede eğlenecek mi?

Yazının devamı...

CHP her partiyle ittifak yapabilir mi?

Ana Muhalefet Partisi’nin Genel Başkan Yardımcısı ve Sözcüsü olan Haluk Koç yerel seçimlerde HDP ile ittifaka gidip gitmeyecekleri sorulduğunda “CHP her seçim bölgesinde kendi adaylarıyla seçime gidecek” demiş ama arkasından “CHP’nin temsil ettiği güçlü demokrasi arayışına destek verecek herkesin CHP’de yeri var” diye eklemiş. Bu cümlelerin ikisinin aynı anda uygulanabilmesi mümkündür, yani kendi adayıyla seçime gider ama istediği il veya ilçede bir başka partiyle anlaşma da yapabilir. Ama burada önemli olan Türkiye’de “iktidar partisine alternatif, seçmene bir başka şans verecek en büyük parti olarak canının istediğini yapıp yapamayacağı” dır. Ki cevap da “yapamayacağı” dır.

Bundan önceki seçimlerde halktan gelen “CHP-MHP ve baraj civarında ya da altında olan tüm partiler seçim ittifakı yapsın” taleplerini CHP de MHP de ısrarla reddettiler ve adeta muhalefete kendileri baştan razı oldular. Bu seçimlerde aynı taleplerin yine “gerçekleşmeyeceğini” belirttiler ve şimdi bula bula HDP ’yi, “PKK ile özdeşleştirilen ve kendini de PKK’dan ayırmayan” BDP ’nin kardeş partisini mi buldular? Referandum ve geçen seçim öncesinde, hiçbir ilgileri olmadığı halde, hatta durum tam tersi olduğu halde rakiplerinin “CHP-MHP-PKK yan yana” şeklindeki anti propagandalarını ne çabuk unutmuşlar?

Fazla söze gerek yok, bence buna benzer tek bir açıklama daha partilerinin işini bitirir, isterlerse denesinler! Türkiye’nin en zor dönemden geçtiği bu süreçte bir ittifak olacaksa “o bunun peşine takıldı, bu ona kuyruk oldu” benzeri kışkırtmalara kulak tıkayarak önce CHP-MHP ittifakıyla işe başlanmalıdır. Bahçeli de “öfkeyle kalkan zararla oturur” sözünü hatırlasın, ülke adına özveride bulunması gerekiyorsa bunu yapmalıdır!

Şahsi görüşün arkasında!

Meclis Başkanvekili Sadık Yakut “kızlı erkeli eğitim büyük yanlış, bu yanlış önümüzdeki dönem düzeltilecek” dedi. Yoğun tepkiler üzerine “Bu benim ‘şahsi görüşümdür’ ve arkasındayım” dedi.. AKP Grup Başkanvekili Mustafa Elitaş da “Şahsi görüşünü dile getirmiş, böyle bir şey söz konusu değil” açıklamasını yaptı.

Meclis adına!

Sadık Yakut eğer sade bir milletvekili olsa şahsi görüşünü dile getirebilir ama “TBMM Başkanvekili” sıfatıyla “büyük yanlış önümüzdeki dönem düzeltilecek” diyorsa TBMM adına konuşuyor ve net olarak bunun yapılacağını topluma duyuruyor demektir. Böyle olduğu zaten açıktır ama Babam Mehmet Ünaldı çok uzun yıllar Adalet Partisi Senatörü ve “Cumhuriyet Senatosu Başkanvekili” olarak Meclis’te görev yaptığı için naçizane bu konuları daha da net olarak bilirim; bir Meclis Başkanı nasıl ki Meclis’i temsil etmesi nedeniyle “tarafsız ve dikkatli” konuşmak zorundaysa ona vekalet eden siyasetçiler de aynı konumdadır, “kendim adına” diye sonradan ekleyerek herşeyi söyleyemezler.
Hele de “kız ve erkek aynı evde bulunamaz” gibi bir tartışma açılmasının tepkileri henüz dinmemişken!



Mesele ‘ben sizdenim’!

İki gün üst üste anlattım ama okurlarımızın yorumlarına bakınca hala ne anlatmak istediğimi algılamayan veya yanlış anlayanlar olduğunu görüyorum. Aytunç Altındal ’ın cenaze töreninde mikrofonu alarak konuşan ve onun “vasiyeti” nden söz eden Abdurrahman Dilipak ’ın sözlerindeki sorun anlaşılmamış..Mesela “Bir Müslüman tekbirlerle uğurlanmak isteyebilir, ne var bunda” diyenler..

Dilipak’ın konuşmasında yanlış olan bölüm bu değil.. “Ben sizdenim.. Laik ve seküler biri olarak değil, Müslüman olarak anılmak ve uğurlanmak istiyorum” kısmı.. Bu cümleler yan yana geldiğinde “Müslüman” olmak ile “laik olmak” birbirinin karşıtı imiş gibi.. Laik yani “devletin tüm din ve inançlara eşit haklar tanıması, devletin tek din ve mezhepten yana taraf olmaması” nı sağlayan sistemi doğru bulan insanlar “Müslüman değilmiş” veya “olamazmış” ya da “böyle iki grup varmış” anlamı çıkıyor. Bugüne kadar siyasi nedenlerle kasıtlı olarak sık sık bu yanlış eşleştirme kullanıldı ama bir “dinler uzmanı” nın, “laiklik, sekülarizm ve demokrasi” uzmanının, bu konularda dünya üniversitelerinde dersler, konferanslar vermiş birinin cenazesinde bile kullanılması olacak şey değildir.

Böyle bir ayırım yok!

Aslında hiçbir zaman yapılmaması gereken, insanları “yanıltan ve yalan ile kutuplaştıran” bir eylem bu ve siyasiler ile onları destekleyen medya kesimleri tarafından yapılıyor, Batı medyaları ve siyasetçileri de bu yüzden Türkiye’den söz ederken aynı ayırımı kullanıyor..

“Müslümanlar-laikler” diye bir ayırım yoktur, tüm inançların devlet tarafından güvenceye alınması, din üzerinden “ayrımcılık ve baskı” yapılmaması için “demokrasinin olmazsa olmazı laiklik” şarttır, bunu doğru bulan insanlar her din ve inançtan olabilir. Laikliğin korunmadığı ülkelerde bugün Suriye’de de yaşanan din ve mezhep çatışmaları, aşırı dinci örgütlerin müdahalesine fırsat veren ortamlar oluşur, dini baskı rejimleri ortaya çıkar, örnekleri de önümüzdedir.

Dilipak arkadaşı tarafından kendisine güvenerek samimiyetle söylenen sözleri başka şekle çevirmiş, Altındal’ın bir ömür verdiği konuda onun ağzından yanlış ve asla söylemeyeceği bir ifadeyi kullanmıştır. Arkadaşlık, güven ve insanlık adına bunu düzeltmesi gerekir!

Yazının devamı...

Camide ‘laik-dindar’ ayrımcılığı!

Salı gecesi uykum kaçtı, Aytunç Altındal’ın Şakirin Camii’ndeki cenaze töreninde Abdurrahman Dilipak’ın yaptığı konuşma aklıma takılmış kalmıştı.. Bu konuşma “Aytunç Altındal’ın vasiyeti”olarak aktarılmıştı ve “bir cenaze töreninde imam dışında birilerinin böyle bir konuşma yapılması hiç rastlanmayan bir durum” olsa da son isteği olan “tekbirlerle uğurlanma”-yı dile getirmesi nedeniyle güzeldi ama öte yanda çok önemli bir yanlış vardı..

Hayatını “laiklik- din-inanç” ilişkilerini doğru anlatmaya, öğretmeye adamış, bu konuda yurt dışı ve içinde -benim programım ‘Her Açıdan’ dahil- sayısız TV programında konuşmuş bir araştırmacı, bilimci olan Altındal hakkında tümüyle yanlış bir imaj yaratmakta, koca bir yaşamı “sadece iki cümle” ile silmekteydi. Acaba ben bu durumu yeterince açıklayabilmiş, arkadaşımın arkasından yapılan ciddi bir yanlışı düzelterek ona karşı görevimi yeterince yapabilmiş miydim?

Neden ‘sizdenim’ demez?

Onu seven, takdir edenlerden gelen teşekkür mektupları yaptığımı anlatıyor ama hala eksikler var bence.. Camide bulunan birçok kişi “sesi net duyurmayan mikrofon ve alçak ses tonunda konuşulması” nedeniyle, biraz da şaşkınlıktan söylenenlere fazla dikkat etmedi. Ama ben ettim. Önce “Ben sizdenim dedi”yi duyarak irkildim, acaba “kimlerden” olduğunu söyledi diyerek kulak kabarttım. “Ben sizdenim dedi, laik ve seküler biri olarak değil, Müslüman olarak anılmak ve tekbir getirilerek uğurlanmak istediğini söyledi” diyordu.. Birden ‘Yok artık, bunu kesinlikle söylemez o’ dediğimi hatırlıyorum.

Kabristan’dan sonra eve döndüğümde internete baktım, kadın eli sıkmadığı için birkaç kez elimin havada kaldığı meslektaşımız Abdurrahman Dilipak’ın sözleri hemen kayıtlara geçmişti ve gerçeğin de mutlaka anlatılması gerekiyordu. Karşılaştırmalı dinler uzmanı Aytunç Altındal’ın “Ben sizdenim” demesi imkansızdı, çünkü her şeyden önce insanları inançlarına veya görüşlerine göre “bizler-onlar” diye bölmek konunun uzmanı bir aydının yapmayacağı şeydi.

Laiklik ‘inanç güvencesi’..

Bunu söyledikten sonra “laik ve seküler olarak değil, Müslüman olarak anılmak isterim” demezdi, zira hayatı boyunca “laik-Müslüman” diye bir ayırım yapılamayacağını, laikliğin “bir dinmiş veya dinsizlikmiş gibi” empoze edilmesinin yanlışlığını, “laikliğin” tam aksine “sadece Müslümanlık için değil, tüm din ve inançlar için güvence sağlayan bir sistem” olduğunu anlatmaya çalışmıştı.

İşte bunları anlattığı için ona da “dinsiz” diyenlerin ve bunu “Ateist” der gibi söyleyenlerin çıkması ve bu Allah’a eş koşmak anlamındaki “en büyük günahın işlenmesi”nden duyduğu rahatsızlık son günlerinde Dilipak’tan “Müslüman olarak tekbirlerle uğurlanmasını sağlaması” konusunda yardım istemesine neden olmuştur, mesele budur. Söylemeyeceği sözlerin Cami’de, cenaze töreninde arkasından söylenmesi kabul edilemez.

‘Bir halife’den söz etmiyor!

Aytunç Altındal’ın “Atatürk’ün vasiyeti açıklansaydı, orada hilafetin geri getirilmesinden söz ettiği görülürdü” şeklindeki açıklaması da yanlış yansıtılıyor. Bu açıklamada “Atatürk’ün babadan oğula geçen, saltanat tarzı bir hilafetten değil, bir şahsın halife olmasından değil, Müslüman ülkelerin sayısı çoğaldığında bir birlik oluşturmaları ve dönüşümlü olarak ülkelerin bunu yönetmesi”n-den söz ettiği, eğer konuşma dinlenirse açıkça görülüyor.

Bu konularda polemik yapılması, sözlerin çarpıtılması gerçekten çok yanlış, özellikle de “hata yapmayacak kadar bilgili” birinin arkasından!

Aynı okul olmaz, ya işyeri?

“Kız ve erkekler aynı evde kalamaz” tartışması başlatıldığında konunun burada bitmeyeceğini, yakında “kız-erkek aynı sınıfta olmaz” noktasına gelineceğini yazmıştım ki müneccim olmak da gerekmiyor zaten.. Bunların başlatıldığı her ülkede gelişmeler aynı rotayı takip ediyor.

Bizde de başlatıldığına, hatta yol yarılandığına, Türkiye uzayda değil Ortadoğu’da olduğuna göre şaşırmaya gerek yok.

TBMM Başkanvekili Sadık Yakut “Maalesef şimdiye kadar kızlı erkekli öğrencilere birlikte eğitim yaptırmak, Batıcılık adına ‘aynı okullarda’ okutmak büyük bir yanlıştı. İnşallah önümüzdeki dönem düzeltilecek” demiş dün. Şimdi birileri çıkar “Bu söz haddini aştı” der ama insanlar buna da alışır ve Bakanlık uygulamaya başlar. İşin daha da ilginç tarafı, önce “erkek ve kız öğrencilerin sınıflarının ayrılması” safhası da atlanıp direkt “aynı okul olmaz”a geçilmesi..

Yakında aynı otobüs , aynı asansör , aynı restoran .. İyi de “aynı işyeri” nasıl olacak?

Baştan beri diğer Müslüman ülke örneklerini ve dini baskılar başladı mı sonunda nereye varıldığını görmemekte direnen, “devlet alanlarının farklı olması gerektiğini, yani laikliği düşünmeyen” özgürlükçü arkadaşlar hemen yoruma başlasınlar bence!

Yazının devamı...

‘Sevgili dost’a veda!

Hepimizin göğsünde onun resmi ve altında kendi yazdığı “Miras” isimli şiiri vardı..

“Sana sözlerimi bırakıyorum, sevdiğim şarkıları da, ‘kal gitme bu akşam’la başlayan...

Seni, sana bırakıyorum, yerini ve yerimi değiştiriyorum, dilediğin öyküyü yaz ben gittikten sonra.

Adımı, sanımı, onurumu soyumu sopumu, yurdumu şifrelerimi ve kodlarımı bırakıyorum

Ve bin yıllık seceremi de, dilediğin senaryoyu yaz ben gittikten sonra...” diyordu Aytunç Altındal.



Onun hakkında medyada çok şey yazıldı, söylendi, yaptığı programlar tekrar tekrar gösterildi. Bence yazılanlar içinde onu en iyi VATAN’daki haberin “Türk basınının Dan Brown’ı vefat etti” başlığı tarif ediyordu. Dan Brown’ın dünyayı sarsan, senaryolaştırıldığında izlenme rekorları kıran kitaplarında ve bu filmlerde anlattıklarını; Vatikan, Tapınak Şövalyeleri, İllüminati benzeri konuları Aytunç Altındal ondan yıllar önce araştırmış ve yazmıştı kitaplarında..

Yanlış bilgiler!!

Ve yurt içinde ve dışında siyasi liderlere danışmanlık yapan, yabancı üniversitelerde dersler veren Altındal’ın çok sayıda kitabı Batı ülkelerinde liste başı olmuş, beğeniyle okunmuştu.. Maalesef yalnız yeri doldurulamayacak bir arkadaş olarak değil, dinler tarihinden, demokrasi ve laiklik konularına, iç ve dış politikadan gizli örgütlere kadar dünya çapında bir birikime sahip olan bu değerli fikir adamı Türkiye adına büyük kayıptır, çok erken bir kayıptır.

Onunla ilgili yanlış bilgiler yer aldı basında.. Öncelikle, ona son 8 aylık tedavisi süresince bakan, 24 saat başından ayrılmayan, Lozan Üniversitesi eski Uluslar arası İlişkiler Dekanı, Türkiye’deki Sorbon Üniversitesi Stratejik ve Diplomatik Araştırmalar Merkezi Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Selin Şenocak “eşi” değil, yakın arkadaşı ve meslektaşıdır.“Kızı” olduğu yazılan Yonca Bayrak kızı değil, daha sonra da gerektiğinde organizasyonlarda yardımcı olan “eski asistanı”dır.

Hayattayken, Paris ve özellikle İsviçre’de aylar süren (ve bizlerin de her gün yakından takip ettiği) tedavisi sürecinde yanında bulunmayan, çağırtmasına rağmen “işleri olduğunu” söyleyerek aramayan, durumu ağırlaştığında bile ziyaretine gitmeyen çocukları ile kardeşinin (ki sadece bir erkek kardeşi hayatta, 2 ablası daha önce vefat etmişler) ölümünden sonra ortaya çıkıp ona çok yakın bulunmuşlar gibi televizyonlara, gazetelere röportajlar vermeleri de açıklanması gereken bir konu.. Son günlerinde yanında olan bir arkadaşı olarak bu noktadaki düşüncelerini gayet iyi biliyorum.

15 günde çıkmadı!

Aytunç Altındal vücudunu kısa sürede saran hastalığın “geçen Mart ayında yemek yediği birileri tarafından zehirlenmiş olmasına” bağlamış, o güne kadar tahlillerde çıkmayan verilerin bir anda çıkması onu şüphelendirmişti. Bunun ne kadar doğru olduğunu söylemek mümkün değil, belki araştırılırsa anlaşılır ama hastalık “kızı olduğunu söyleyen ama olmayan” birinin dediği gibi “15 günde” çıkmadı.. Onun çıkış sürecinin aylar öncesine dayandığını ve zaman içinde yayıldığını, o arada “iyi olduğu söylenen” bazı hastanelerde yanlış teşhislerle yüzünden yanlış ameliyatlar yapıldığını, böylece kaybedilen zamanın hasta aleyhine işlediğini “sonradan açıklamalar yapan isimler” değil ama yanında olan arkadaşları izlediler.

Aytunç’un kurtarılamamasının asıl nedeni sonradan Türkiye’deki doktorların da söylediği gibi “İsviçre’de yapılan radyoterapi ve kemoterapinin vücudun kaldıramayacağı kadar aralıksız ve ağır oluşu” olabilir.. İyileşecekmiş, hastalık geriliyormuş gibi açıklamalarla aylar boyu sürdü bu tedavi, sonunda vücut bitkin düşünce “yapacak şey kalmadı” dediler.

Dilipak’ın konuşması!

Şakirin Camii’nde Aytunç’un cenaze namazı kılınırken Abdurrahman Dilipak mikrofonu aldı ve merhumun son isteğini, “ölmeden önce kendisini çağırarak yaptığı görüşme”ye dayanarak aktardı.. Onun son yolculuğuna “tekbirlerle uğurlanmak istediğini” anlatan güzel bir konuşmaydı ve aynen de böyle yapıldı.. Ama o konuşmada “Aytunç Altındal’ın kesinlikle söylemeyeceği” bir ilave vardı bence ki sorduğumda yıllarca yanında çalışan ve onun görüşlerini gayet iyi bilen Dr. Selin Şenocak da “bunun olamayacağını” belirtti.

Laik ve Müslüman..

Dilipak, Altındal’ın kendisine “Ben seküler-laik bir insan olarak değil, Müslüman olarak anılmak istiyorum” dediğini aktardı Cami’deki konuşmasında.. Burada son yıllarda topluma sıkça empoze edilen “insanların hem seküler, laik görüşü benimseyip hem de Müslüman olamayacakları” yanlışı tekrarlanıyor ki Aytunç Altındal böyle bir hatayı asla yapmazdı.. Birçok TV konuşmasında “bunun aksinin doğru olduğunu” söylemiştir ve kendisi de öyle biriydi. Sanıyorum istemeyerek yapılan bu hatanın düzeltilmesini değerli bilim insanı merhum arkadaşımızın da mutlaka isteyeceğini tahmin ederek yapıyorum.

Vatanında, sevgiyle..

Aytunç Altındal “ülkem, vatanım” dediği zaman sevgiden gözleri yaşaran, “Çerkez’im ama önce TC vatandaşıyım, Türküm ve bununla gurur duyuyorum” diyen gerçek bir vatanseverdi. Bu nedenle hayatını kaybetmeden önce devletin özel uçakla onu Türkiye’ye getirtmesi, son günlerini ülkesinde onu seven dostlarını görerek duyarak geçirmesi, sevdiği ve özlediği yemekleri biraz da olsa tatması, vatanını görmesi son derece önemliydi. Türkiye’de kendisine gereken ilgiyi gösteren, İnternational Hospital’da odasını hazırlatarak en iyi şekilde bakımını sağlayan Beyin Cerrahı Dr. Cengiz Aslan ve Onkolog Prof. Dr. Faruk Aykan’a onu çok seven bir arkadaşı olarak gönülden teşekkür ediyorum.

Değerli dostum, unutmayacağım, benzersiz sohbetlerini özleyeceğim arkadaşım Aytunç’a Allah’tan rahmet diliyorum, nur içinde yatsın!

Yazının devamı...

Bugün yemek, yarın silah!

Biz Barzani’yi krallar gibi karşıladık, devlet törenleri yaptık.. Bırakalım bugüne kadar Türk devletine kafa tutup hakaret ve tehditler yağdırmış olmasını ve bakalım bugün Barzani neyle meşgul..

Mesut Barzani “Irak Kürdistan Demokrat Partisi”nin lideri.. Tamam, bizim hükümet de zaten artık Irak Kürdistan’ını resmen tanıdığını ifade etti.. Ama işin devamı var maalesef, orada bitmiyor. Irak Kürdistanı, PKK, PYD; Suriye, Türkiye ve İran’dan da toprak alarak “4 parçalı büyük Kürdistan”ı kurmak istediklerini devamlı ifade ediyorlar. Ve sırf bu nedenle şimdi Barzani PYD’ye “talimatlarına uymadı” diye kızıyor, PKK ile “onun kolu olan PYD” arasında da sürtüşme olduğu tekrarlanıyor.

Barzani’yi dinleseydi..

Irak Kürdistan Demokrat Partisi Başkanlık Meclisi üyesi Ali Avni şöyle bir açıklama yapmış; “Suriye’de PYD Barzani’yi dinleseydi orada da 1 yıl içinde federasyon kurulurdu.. Ortadoğu şekilleniyor... Bizim derdimiz Rojova değil, ‘4 parçalı Kürdistan’ .. Biz Rojova’da federasyon kurulmasını ve Irak Kürt bölgesi gibi tarih sahnesinde yerini almasını istiyoruz. Rojova’da yanlış siyaset yapılırsa bizi de etkiler.” (Rojova Suriye’nin kuzeyinde Kürtlerin “Batı Kürdistan” dedikleri bölge, zaten Rojova “batı” anlamına geliyormuş.)

Yani Barzani’nin başkanı olduğu partinin düşüncesi Suriye’de de Batı Kürdistan’ı kurmak .. Türkiye’yi ziyaretinde Güneydoğu halkına “Kürdistan halkı sabırlı olsun, barış projesi kolay elde edilen bir proje değil” dedi, Diyarbakır Belediye Başkanı Baydemir ona “Kuzey Kürdistan’a hoş geldiniz” diye hitabetti.. Ve dün o bölgenin artık “bağımsız bir devlet gibi hareket ettiğine, belediyelerinin sınırsız özgürlüğe sahip olduğuna” dair bir haber VATAN internet sitesindeydi..

Belediye aracıyla..

Şırnak Belediyesi’ne ait bir araç 4 Kasım’da “PKK kamplarına sıcak yemek, börek taşırken” uçuruma düşmüş. 2 belediye çalışanı ile onlara yol göstermek üzere araca alınmış olan 2 PKK’lı ölmüş. Türkiye bu haberi nasıl olduysa duymadı ama eğer bir (veya birçok) belediye PKK kamplarına sıcak yemek gönderiyor, teröristleri Türkiye’nin, milletin parasıyla besliyorsa onlara silah da göndermediğine kim emin olabilir? Hâlâ “isteklerimiz verilmezse teröre döneriz” diyen, seçimi geçirecek şekilde “4 ay daha süre verdik, sonrasını siz düşünün” diyen PKK’ya giden yemekler, bu halkın ve evladını şehit vermiş ailelerin de vergileriyle gönderilmiyor mu?

Ve Şanlıurfa Ceylanpınar ilçesinin karşısında bulunan; Suriye’deki Resulayn ilçesi El Nusra ile PYD çatışması sonrasında PYD’nin eline geçince Resulayn’a yeniden “Ulusal Kürt Konseyi” bayrağı asılmış (ki bu PYD Esad’ı destekliyor, Barzani PYD ’yi destekliyor, El Nusra ise El Kaide’yle birlikte ve muhalif.. Ve biz hem “Esad’a karşıyız” diyor, hem de Esad’ın yanında bulunan “PYD’nin arkasındaki isim” olan Barzani ’ye özel törenler yapıyoruz, bu nasıl bir anlaşılmaz denklemdir?)..

Sebep ne olursa olsun Suriye ile birlikte Türkiye’de “Kürdistan” planı olduğunu açıkça ifade edenlere bu tolerans nasıl gösterilmektedir? Artık olanlara bir açıklama bulmak bile imkansız, anlayan ve yapılanların doğru olduğuna inanan varsa yuvarlak klişe laflarla değil, “detaylarıyla” anlatsın lütfen!

Çiller kitabı yalanlamadı!

Dün Tansu Çiller’in avukatının yazılarıma karşılık 2 kez gönderdiği itiraz açıklamasından söz etmiştim, devam ediyorum.

Küçük bir ihtimal de olsa yanılıyor olabilir miyim diye kitabın yazarı Mehmet Bican’ı aradım ve sonra Avukat Oral’ın açıklamasını gönderdim. Yazılı cevabı şöyleydi;

“Sayın Mengi, Çiller’in avukatının tavrını çok düşündüm ancak işin içinden çıkamadım. Çillerler ve yakınlarından herhangi biri beni bugüne kadar arayıp, yazdıklarımın yanlış olduğunu söylemedi. Aksine o dönemde Çiller’in yakınında bulunan büyükelçiler Volkan Vural ve Onur Öymen, Çiller’in kurmaylarından Nurhan Tekinel (Devlet Bakanı), Bekir Sami Daçe (Adalet Bakanı), Ali Şevki Erek (Devlet Bakanı) ve Hasan Peker (Genel Başkan Yardımcısı) telefonla arayıp beni kutladılar...

Gazetelerin tümünde kitabım çeşitli yanlarıyla değerlendirildi, televizyon programlarında konu edildi... Çillerler ya da avukatları beni arayabilir, mahkemeye verebilir, gazetelerde yazılanlara tekzip gönderebilirlerdi. Ancak hiçbiri olmadı. Çünkü ’28 Şubat’ta Devrilmek’ ve daha sonra yayımlanan devamı ‘Terörle Sınanmak’ kitaplarımda son derece objektif bir gözle o döneme tanıklık ettiğimi, yazdıklarımın haklılığını yakın geçmişi hatırlayan herkesin teslim ettiğine inanıyorum.

Yazdıklarınız, televizyon ekranından aktardıklarınız doğrudur, gerçeğin ta kendisidir. Selamlar, saygılar, Mehmet Bican”

Bilmem başka söze gerek var mı? Üçüncü yazıyı göndermesinler!

Yazının devamı...

Onlar da ‘Kürdistan’ dedi ama..

Başbakan Erdoğan’ın ilk kez Kuzey Irak Kürt Bölgesi için “Kürdistan” demesi, Kürdistan’ın varlığını Türkiye Başbakanı olarak resmen kabul etmesi tüm medyada manşet haber oldu ama TRT nedense haberi “Kürdistan dediği” şeklinde vermedi, “Bölgesel Kürt Yönetimi” olarak kullandı. Bir sakınca mı gördü, öyle mi istendi bilmiyoruz.

Barzani’nin Diyarbakır’a gelmesi, BDP ile AKP’nin yanında “çözüm sürecine destek vermesi” olarak kabul edildi, o da konuşmalarını bu yönde yaptı ama.. Her ne kadar “bir eleştiri getiren herkes” hemen “çözüm sürecini istemiyorlar, taş koyuyorlar” benzeri tepkilerle karşılaşır olduysa da dikkat çeken bir noktaya değinmek gerekiyor.

Kuzey Kürdistan!

Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir ile Mesut Barzani ’nin “Kuzey Kürdistan” vurgularına.. Baydemir Kürtçe yaptığı konuşmada Barzani’ye “Değerli başkanım, Kuzey Kürdistan’a hoş geldiniz” dedi.. “Bugün Güney Kürdistan’ın başkanı memleketi olan Amed ’de (Diyarbakır) dedi.. “Kürtler ittifak olursa Ortadoğu huzura kavuşacak” dedi..

Barzani halka hitap ederek “Kürdistan halkı sabırlı olsun, çünkü bu barış projesi kolay elde edilen bir proje değildir (...) Çok açık söylüyorum önceliğimiz Kürtlerin birliğidir” dedi.. Demek ki Diyarbakır’ın ismi değişti “Amed” oldu bile.. Suriye’ye “Batı Kürdistan” , Irak’a “Güney Kürdistan” diyorlardı, kimse konuşmaya itiraz etmediğine göre demek ki Türkiye’nin Güneydoğusu da “Kuzey Kürdistan” oldu bile.. Kala kala bir İran kaldı.. Eh, “Kürtlerin birliği” , “ittifakı” öncelik olduğuna, böyle olunca “Ortadoğu (başta İsrail) huzura kavuşacağına” göre yakında o da olur, milletçe -pardon “millet” demeyeceğiz, ülkece - alkışlarız.. İyi de bunu yapmak için neden 11 yıl beklendi de gencecik binlerce şehidi terör kurbanı olarak verdik, “ülke” yıllar boyu gözyaşı dökerek yaşadı sorusunun cevabı nedir bilen var mı?

Tansu Çiller ısrarlı!

DYP eski Genel Başkanı, eski Başbakan Tansu Çilller’in avukatı Seçil Genca Oral “28 Şubat ve Çiller”den söz eden, onun 28 Şubat ’taki MGK bildirisini “yakında başbakan olacağı ümidiyle memnuniyetle karşıladığı ve kabul ettiğini” anlatan yazılarım hakkında bana aynı açıklamayı kısa aralıklarla 2 kez gönderdi.

Bunu yayınlamam gibi bir beklentileri var ve cevap vermezsem 3’üncü kez almam mümkündür. Ve ayrıca olaylara açıklık getirilmesi “28 Şubat darbe sayılır” diyerek hapsedilmiş, çoluk çocuğuna-özgürlüğüne hasret bırakılmış insanlar adına çok önemlidir.. Hiç değilse “balık bilmezse tarih (!) bilir” ..

Açıklamaya “Anılan olayların gelişimi, yazılarınızdaki gibi değil müvekkilimin açıkladığı gibidir” cümlesiyle başlamış, “28 Şubat’ın öncelikli hedefinin DYP’nin çökertilmesi ve hükümetin iktidardan çekilmesi, DYP Liderinin düşürülmesi olduğu, aleyhinde kampanya yapılacağı” benzeri, birtakım belgelerden alınmış cümlelerle devam etmiş.. Sonunda da bunlara dayanarak “28 Şubat’ın asıl mağduru müvekkilim Tansu Çiller’dir ama şikayetçi olmamış, iddianamede de müşteki olarak yer almamıştır” diyor.

Erbakan’ı ikna etti!

Ben ise yazılarımda “yıllar sonra ortaya çıktığı söylenen bir takım belgelere” değil, ‘Çiller’in 28 Şubat ve sonrasında neler konuştuğu ve yaptığına, 28 Şubat’tan sonra hükümetin aylarca yerinde kaldığına ve ancak Çiller başbakanlığı kapmak için Erbakan’a baskı yaparak istifa ettirince iktidarı kaybettiğine’ yer vermiştim ve bunların hepsinin doğru olduğunu kendisi gayet iyi biliyor. Yazmadığım bir şeyi de ekleyeyim; Erbakan’ı imzalamaya ikna eden kendisidir, imzaladıktan sonra da Erbakan bütün devlet kurumlarına “gereğini yapın” diye genelge göndermiştir.

Eğer Çiller “üç ay daha beklemeden, hemen başbakanlığı devralma” hevesiyle MGK bildirisinin altına imza atmasaydı ve zorla imzalatılsa veya hükümet düşürülmüş olsaydı, o zaman “mağdurum” demeye hakkı olurdu, 28 Şubat’a da ancak o zaman “post modern darbe” benzeri sıfatlar yakıştırılabilirdi. İmzaladığı için kararlar yasal “Milli Güvenlik Kurulu kararı” olarak yürürlüğe konabildi.

Kitaba itiraz etmedi!

Gönderilen mektubun son paragrafında 28 Şubat döneminde Çiller’in danışmanı olan ve günün büyük kısmını yanında geçiren Mehmet Bican ve onun 28 Şubat’ı tüm detaylarıyla anlattığı kitabından ve benim bu çok önemli kitapla ilgili yorum ve alıntılarımdan söz ediliyor.

“Diğer taraftan, Sayın Bican’ın ‘28 Şubat’ta Devrilmek’ isimli kitabındaki hiçbir bilgiye itiraz edilmediğine ilişkin beyanınız da doğru değildir. Anılan kitaba müvekkilim tarafından itiraz edildiği gibi Sayın Bican ile aynı olaylara tanık olan çalışma arkadaşları ve müvekkilim, kamuoyu açıklaması yapmak sureti ile..”

Benim beyanım doğrudur, hayatım boyunca da yanlış beyanda bulunmadığım için biliyorsunuz hiç dava kaybetmedim. Kasıtlı olarak “kaybettirilen” tek davayı da (yine biliyorsunuz) AİHM’de kazandım . Tam aksine Avukat Seçil Genca Oral ’ın yazdıkları doğru değil.. Ne müvekkili, ne de bir başkasının o kitapta yazılanlara itiraz ettiği hiç duyulmadı..

(YARIN: ‘Kitabın Yazarı Mehmet Bican ne diyor?’ konusunu yazacağım)

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.