Şampiy10
Magazin
Gündem

Beethoven; çocukluk aşkıyla...

“Seni sevdiğimi de nereden çıkarıyorsun?.. Bir kere sen daha çocuksun... Yaş olarak kastetmiyorum... Kafa bakımından... Aptalın birisin... Üstelik de çirkinsin...” Bunu Beethoven’a söyleyen genç kadın; onun evlenmeyi ilk düşündüğü kadındı...

Magdelena... Beethoven, çocukluğunu beraber geçirdiği Saray Koro’sundaki Magdelena, sayesinde “çocukluk yıllarını anlamlı kılmıştı yüreğinde...” Onun sayesinde Bonn’daki eğitimi gözüne güzel görünmüş, Magdelena sayesinde “kendi çocukluğunu sevmişti...”

Genç kadın; “aptalın birisin üstelik çirkinsin“ diyerek; onun bütün çocukluğunu kendi gözünde oracıkta katlettiğinin farkında mıydı bilinmez, ama Beethoven kadınlarda karşılık bulamadığı aşklarının acısını müzikten çıkarmaya o gün orada başlar...

***

Kadınlar bu tür aşağılamaları erkeklere karşı ilk gençlik yıllarında çokça yaparlar...

Yaşıtlarını “aşağılayarak onlardan uzaklaşmak“ ve onları ne yapacağını bilemez halde bırakmak; genç kadınlığın ilk “rüşt ispat yöntemleri“ arasında görülür... Magdelena da Beethoven’a aynısını yapıyordu...

Yalnız kalan Beethoven profesyonel müzik hayatına; Magdelena’dan yediği bu acı tokatla başlayacaktı...

*****

BEETHOVEN’IN AYIŞIĞI SONATINI YAZDIĞI KADIN...

Yaratıcılıkla aşk arasında nasıl bir korelasyon var acaba?..

İyi bir aşık mı; yaşamında büyük yaratıcılıklara imza atar;

Yoksa tam tersi midir?..

Aşkta aradığını bulamama...

Reddedilme...

Beğenilmeme...

Takdir edilmeme...

Sevilmeme...

Tercih edilmeme midir; insanda yaratıcılığı besleyen, tetikleyen, ilham suyunu körükleyen...

***

Sorunun cevabını tarihçiler; psikologlar, sosyologlar uzun uzadıya tartışabilirler...

Ancak bu tartışma “Beethoven için tamamen geçersizdir...”

Bir “dahi“ olduğu tarihsel olarak kuşku götürmeyen ünlü bestecinin; müziğindeki dehasının boyutlarındaki “taşma“yı, “kadınlar tarafından“ hep reddedilmesinden alır...

O aşkların en büyüğü en acıklısıdır... Hayatına en fazla yön vermiş olanıdır... İlk yediği genç kadın sillesinden sonra, genç bir erkek olarak tam ayağa kalkmak üzereyken; bir daha hiç kalkamayacak biçimde yere serildiği “kroşe“dir...

***

Giulietta Guicciardi;

Milano’da doğan, dört başı mamur bir sanat kültürüyle yetişmiş, 17 yaşında gençliğin bütün özelliklerini yansıtan çekici bir kızdı... İnsanı sarsacak kadar saf, temiz ve duru bir yüze sahipti...

İri koyu mavi gözleri, gür, parlak saçları, uzun boyu ve biçimli vücudu bir erkeğin aklını başından alacak kadar cazibeliydi...

İçinde bulunduğu her ortamda, insanların ondan etkilenmesi, erkeklerin onu arzulaması kaçınılmazdı...

***

Çocukluk aşkından “sen çirkin ve aptalsın“ şeklinde ağır bir sille yiyen Beethoven; üzerinden geçen bunca yıl sonra kendini bir parça toparlayabilmiş, müziğine dev adımlarla sarılmış; 30 yaşını geride bırakmış 31’inden gün almaya başlamıştı...

Yıllar boyu; içinde biriken boşluk duygusunu, müziğine aktarmış ve ünü gittikçe artan bir besteci olmuştu...

***

Ders vermeye ihtiyaç duymayacak kadar, besteleri ve müziğiyle ilgiliydi...

Ne ki Giulietta Guicciardi isimli bu güzel genç sanatçı kızın “ders alması“ teklifini reddedemedi; hemen kabul etti...

***

-“Şimdi yaşamım biraz daha hoş bir hava içine girmiş bulunuyor...

Ara sıra topluluklar içine karışmayı göze alıyorum artık...

Bu sevindirici değişiklik, genç ve güzel bir kızın eseri... Onu seviyorum... O da beni seviyor...”

Tarihler 16 Kasım 1801’i gösteriyordu... 31 yaşındaydı Beethoven ve arkadaşı Begeler’e umutla bu mektubu yazıyordu...

***

Giulietta Guicciardi’ye ateşli ve tutku dolu nice mektup yazıyordu bu günlerde...

-“Ah Giulietta; Hayatlarımızı temelli birleştirebilseydik; yaşadığımız bu acıları çekmezdik...”

İşin güzel tarafı; genç kadın da Beethoven’ı seviyor; ya da sevdiğini sanıyordu... O da Beethoven’ın ateşli mektuplarına cevap vermekte sakınca görmüyordu...

***

Bethoveen’ın arkadaşına “mutlu olduğunu“ yazdığı mektuptan tam iki yıl sonra 3 Kasım 1803’te; Giulietta hiç beklenmedik bir şekilde; bale müziği bestecisi kont Venceslas Gallenberg’le evlendi...

Beethoven haberi duyduğunda yıkıldı... Dünyayla ve insanlarla kurduğu ilişki çöktü... Ölüm düşüncesi içini kemirmeye başladı... Yemeden içmeden kesildi, ölümü bekler bir halet-i ruhiyeye büründü...

***

Bugünlerinde, Beethoven’ı ayağa kaldıracak yegane güç; “onu hayata bağlayan tek şey olan müzikti...”

Müziğe duyduğu aşkın, yaşamasına yeteceğini düşünerek ölüm fikrinden bir nebze uzaklaşabildi... Bundan sonraki 20 yıl boyunca Giulietta’ya duyduğu aşkı tek başına yaşadı Beethoven...

Sonra sağırlığı dayanılmaz bir hal aldı... Hayatının sonraki yıllarında; onu biraz etkileyen bir kadın daha oldu ancak, o ilişki de “yarım kaldı...”

Dikiş tutmuyordu hayatı artık...

***

Kardeşinin ölümünden sonra; onun çocuğuna bakarak; hayatını anlamlandırmaya çalıştı...

Yaşamı boyunca hep arzu ettiği ancak gerçekleştiremediği evliliğe referans yaparcasına; -“Ben evli değilim... Karım yok... Ama ben de babayım...” diyordu, arkadaşına yazdığı mektupta...

***

Ancak o da fayda vermedi, hastalığı gittikçe ağırlaştı ve 26 Mart 1827 günü hayata veda etti... Son mektuplarından birinde;

-“Zavallı Beethoven... Zavallı Beethoven’cik... Bu dünyada senin için mutluluk yok... Huzuru ve mutluluğu sen ancak kafanın içindeki dünyada bulabilirsin...” diyordu...

*****

BEETHOVEN; NİHAYETE DOĞRU...

Öldüğü gün, Schubert dahi besteci için şöyle dedi masada toplanan arkadaşlarına:

-“Beethoven’in ve bir de içimizden onun arkasından ilk gidecek olan kişinin şerefine kadehimi kaldırıyordum...”

Hayatının kadını Giulietta kendisini terkedip evlendikten uzun yıllar sonra “kendisiyle evlenmesine ailesinin karşı çıktığını öğrendi...”

Bu durum onu teselli etmedi ne yazık ki...

Öldüğünde, dolabının gizli bölmelerinden Giulietta Guicciardi’nin kendisine yazdığı aşk mektupları çıktı...

Ölümsüz aşkı anlatan mektuplardı onlar...

Ama esas başka bir şey daha kaldı o kadından...

Çağlar boyu etkisini ve muhteşemliğini yitirmeyen ‘Ayışığı Sonat’ı...

Ayışığı Sonat’ı; onun aşkının müziğe dönüşmüş haliydi...

Yarım kalmış aşkına karşılık; ona ithafen yazmıştı Beethoven o sonatı...

Artık tartışmanın anlamı yoktu...

Yarım kalmış aşklar; yetenekli insanlarda resme, romana, öyküye; sanata ve yaratıcılığa dönüşüyordu...

Sanat denilen şey; aşkın bir tezahürüydü...

Yazının devamı...

Altın Kelebek ödülündeki Diriliş Ertuğrul dizisi olayının derin kodları...

Hürriyet gazetesinin Altın Kelebek gecesini altüst eden olay, bir “hiç” yüzünden başlamıştı...

Tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nın bir hiç yüzünden başlaması gibi...

***

28 Haziran 1914’te, Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun işgal etmiş olduğu Bosna Hersek’in Saraybosna kentinde Gavrilo Princip isimli bir Sırp milliyetçisi; Arşidük Fransz Ferdinand’ı öldürdü...

Avusturya Macaristan İmparatorluğu Ferdinand’ın öldürülmesinden, Sırbistan’ı sorumlu tuttu...

***

Sırbistan’ı işgal etti... Bunun üzerine Rusya Sırbistan’ı destekledi...

Rusya Sırbistan’ı destekleyince; Almanya; Avusturya Macaristan imparatorluğunun yandaşı olarak Rusya’ya karşı savaş açtı...

Fransa; 1892’de Rusya’ya imzaladığı ittifak anlaşmasıyla; Rusya’nın yanında yer aldı... Bunun üzerine Almanya Fransa’ya savaş ilan etmiş oldu...

***

Alman birlikleri Fransa’ya girmek için Belçika’ya girdi...

İngiltere bir saldırı karşısında Belçika’ya yardım etmeye söz vermişti...

Böylece Belçika’ya giren Almanya’ya; İngiltere savaş açtı...

***

Sonuçta Avusturya Macaristan Arşidük’ünün bir Sırp Milliyetçisi tarafından öldürülmesi, Fransa, İngiltere, Almanya, Rusya, Avusturya Macaristan imparatorluğunun birbiriyle savaşacağı bir dünya savaşına neden olacaktı...

O savaşa Osmanlı İmparatorluğu da girecek ve haritalar değişecekti...

***

Elbette Altın Kelebek Ödülleriyle Birinci Dünya Savaşı arasında hiçbir bağ, hiçbir illiyet, hiçbir benzerlik ilişkisi yoktu...

Tek konu hariç...

Eğer “savaşın cepheleri önceden oluşmuşsa” bir “hiç” yüzünden her şey deşifre olabilir her şey ortaya çıkabilir, her şey mahvolabilirdi...

*****

AYDIN DOĞAN’IN İLİŞKİLERİNİ ETKİLEMEYİ GÖREV BİLEN MİSYONERLER!..

2016 Altın Kelebek Ödül törenine iki “özel sunucu” seçilmişti Hürriyet gazetesi tarafından... Sunuculardan biri, güzel bir kadın sunucuydu...

Pelin Akil Altan...

Diriliş Ertuğrul dizisinin Altın Kelebek ödülü alması esnasında sunucu oydu...Diğer sunucu esas moderatör Okan Bayülgen Ertuğrul Diriliş dizisinin Altın Kelebek’i alacağı ödül esnasında orada bulunmayacaktı...

***

Pelin Akil Altan; televizyon dizisi ödülünü vermek üzere duayen sinemacı Türker İnanoğlu’nu çağırdı...

Ödül komitesi, Aydın Doğan’ın Hande Fırat’a ödül vermesinden öteye; Ertuğrul Diriliş dizisine hakkı olan ödülü vererek; iktidara “Ben tarafsızım... Altın Kelebek tarafsız...” mesajı vermek istiyordu...

***

Oysa; Aydın Doğan’ın bir işadamı olarak bugüne kadar iktidarlarla kurmaya çalıştığı “hassas ilişkileri”, “bozacak”, “misyoner” derin etki ajanları vardı çevresinde...

***

Aydın Doğan; bu çevreleri kendi çıkarı için kullanır, ya da kullandığını zannederdi... Genelde ilişki, onların Aydın Doğan’ı kullanması şeklinde cereyan ederdi......

Bu çevrelerin başında, Donald Trump’ın; “Amerika’nın 6 trilyon dolarını yediler” dediği, kontrgerilla yöntemlerini kullanan Gladyo örgütü çevresi vardı...

***

Bu çevrenin; “NATO’da önemli bir rütbede bulunan Hanımefendi’nin başkanlığında yürüttüğü derin operasyonlar” vardı...

*****

SHOWMAN...

Televizyon programlarında görüntüleri ekranda “Barco”ya vererek, görüntüler üzerinden insanlarla alay edip ironi yaparak programını sürdürürdü...

***

Gazeteci ilk zamanlar; elinde sopasıyla televizyon yıldızlarının görüntülerini dondurarak; “dur” diyerek, bağıran ve insanlarla alay eden adamın; televizyon çocuğu bir rating canavarı olduğunu zannetmişti...

***

Kendisinin programlarıyla dalga geçen o çocuğu “televizyonlarda kendi ratingini almak için savaşan bir televizyoncu olarak görmüş” hiç oralı olmamıştı...

***

İnsanlarla alay etmeyi komedi olarak lanse eden şovmen; gerçekte hiç ratingi olmayan bir televizyoncuydu son yıllarda...

***

Hiçbir programı, hiçbir şekilde rating almıyordu... Agresifti...

Snobdu... Tüm bunlara karşın “insanlarla alay eden şovmen, kanal kanal program yapıyor ve rating almayan programlarını en fazla izlenen kanallarda yayınlamaya devam ediyordu...”

Televizyonculuk açısından “kral çıplaktı...” Ancak hiç kimse kralın çıplak olduğunu dile getirmiyordu...

***

Rating almayan, ancak bu kadar televizyon kanalı dolaşan televizyoncu, Altın Kelebek Ödülü’nün “ana sunucusu”ydu...

*****

ALTIN KELEBEK GECESİNDE ERTUĞRUL DİRİLİŞ, İBRAHİM TATLISES VE SİBEL CAN’A YAPILAN ALGI OPERASYONU...

Gazeteci; televizyoncunun Altın Kelebek Ödül Töreni’nde, ana moderatör olarak, kendi programlarında yaptığı gibi görüntüleri Barco’ya vererek, “dur” diye bağırmasıyla “yeni bir algı operasyonunun gelmekte olduğunu” anlamıştı...

***

Biliyordu; çünkü kendisine de aynı şekilde yapmıştı o kişi...

O günlerde bunu, bir rating savaşı zannetmişti Gazeteci...

Oysa bu bir rating savaşı değildi...

Bu bir algı operasyonu ve itibarsızlaştırma manipülasyonuydu...

***

Alay eden televizyoncu, “itibarsızlaştırmaya çalıştığı” kişilerle alay ediyordu televizyon ekranında...

***

Herkesle alay edilmiyordu onun programlarında...

Gayet ince bir şeklide hedeflenen ve “itibarsızlaştırılmasına” karar verilen kişilerle alay ediliyordu...

***

Gazeteci; Altın Kelebek Ödül töreni gecesi, canlı yayında “dur” diyerek bağırılan görüntüler üzerinden, “İbrahim Tatlıses ve Sibel Can’ın” ‘harcanacağından’ emindi...

***

Alay eden televizyoncu; Sibel Can’ın toplu vücudunu defalarca konu yaptı...

“Bu vücutla nasıl koşuyor ve uçuyor” diyerek defalarca alay etti Sibel Can’la...

O kadar ki; orada bulunan Sibel Can’a yapılanlar, sosyal medyayı sallamaya başladı...

***

İbrahim Tatlıses “kaç Altın Kelebek ödülü bile aldığını hatırlamadığı ‘sakilliği’ üzerinden defalarca ti’ye alındı” gecede...

Deyim yerindeyse Sibel Can ile İbrahim Tatlıses; şamar oğlanı figürler halini aldılar Altın Kelebek Ödül töreni gecesinde...

***

Gazeteci, fark etmişti İbrahim Tatlıses ve Sibel Can’ın hedef seçileceğini Altın Kelebek Töreni gecesinde...

Bunda ters bir şey görmüyordu Gazeteci...

İbrahim Tatlıses ve Sibel Can; Tayyip Erdoğan’a bayramlarda seyranlarda, törenlerde, geçitlerde resim ve fotoğraflarıyla destek veren isimlerdi...

***

Sunucu, Tayyip Erdoğan’a fotoğraflarla destek verenleri, dondurduğu görüntüler üzerinden eleştiriyordu...

Buna hakkı var mıydı?..

Vardı...

Bu demokratik bir tutum muydu?..

Evet öyleydi...

***

Sonunda kendisinden Ertuğrul Diriliş dizisinin sahnede konuşturulmamasıyla ilgili “özür dilemesini” istedi Hürriyet Organizasyon Komitesi...

Olay; tamamen “hiç yüzünden çıkan” bir canlı yayın kazasıydı...

Hiç kimsenin Hürriyet Altın Kelebek gecesinde “Ertuğrul Diriliş ekibini konuşturmamak gibi bir niyeti yoktu...”

***

Ancak onun da, bu canlı yayın kazasıyla ilgili ‘gerçek bir özür’ dilemeye niyeti yoktu...

İbrahim Tatlıses’i, Sibel Can’ı canlı yayında aşağıladığı gibi Ertuğrul Diriliş dizisini de aşağılayarak hiciv dolu bir özür diledi!..

***

Film esasen orada koptu...

Niyet orada tecelli etti...

Bir televizyon şovmeni “iktidarı eleştirmek ve bir diziyi ti’ye almak hakkına sahip değil miydi” televizyon dünyasında?..

Elbette sahipti...

Ancak bu olayda niyet ile vuslat birbiriyle örtüşmedi...

Aydın Doğan buna üzülüyor şimdi...

Yazının devamı...

Aydın Doğan ve Altın Kelebek ödül töreni...

Altın Kelebek ödülünü almıştı bir zamanlar Gazeteci...

Hürriyet Gazetesi’nin Çetin Emeç salonunda olmuştu ödül töreni...

***

Gazeteci; “ustası sandığı bir gazeteci-televizyoncunun kontrgerilla, faaliyetleri yürüten derin bir uluslararası organizasyonun televizyoncu kisveli bir etki ajanı olduğunu” bilmiyordu o günlerde...

***

Yıllardır televizyonda “rating rekorları” kırdığı halde; neden o güne kadar Altın Kelebek ödülüne layık görülmediğini anlamamıştı...

Oysa Gazeteci; etki ajanıyla, üst düzeyde görev yapan eşi Hanımefendi’nin hedef noktasındaydı ve ikili onu televizyondan silmek için her yolu deniyorlardı...

***

Kontrgerilla faaliyeti, Altın Kelebek’in bağlı bulunduğu grubun ticari çıkarları ile birleşince, Gazeteci’nin ödül alabilmesi için altı yıl televizyonculukta birinci olarak beklemesi gerekmişti...

***

O günlerde Amerikan Başkan’lığına henüz Donald Trump seçilmemişti;

-“Amerika’nın 6 trilyon dolarını Ortadoğu’daki operasyonlara saçtılar... Bu para nereye ve niye harcandı belli değil... Hiçbir mesele de halletmediler... Olan Amerika’nın paralarına oldu...” dememişti henüz Trump...

***

Etki ajanlarının, Varşova Paktı ile NATO arasında “savaş oyunu oynayarak”, masum ve sıradan insanların hayatlarını mahvettiği Soğuk Savaş günlerini yaşıyordu dünya ve kimse harcanan paraların niye ve neye harcandığını anlamıyordu...

***

O paraların Amerika’nın bağlı bulunduğu askeri örgütlerin yalancı operasyonlarında, gerçekte ABD’ye hiçbir düşmanlığı olmayan batılı ve çağdaş değerlere sahip insanların yok edilmesinde harcandığını kimsecikler bilmiyordu...

***

Gazeteciler birer birer öldürülüyor; birçoğu mesleklerinden siliniyordu... KGB’nin ve NATO’nun savaş oyunu; mesleklerini hakkıyla yapan sivilleri; “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde Milan Kundera’nın kendisi ya da Doktor Thomas’ı gibi, Boris Pasternak’ın kendisi ya da Doktor Jivago’su gibi, Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Uğur Mumcu isimli büyük gazeteciler gibi teker teker tarih sahnesinden silmeye uğraşıyordu...

***

Gazeteci; o gün ödülünü alırken; “salona adını veren gerçek gazeteci olan ustası Çetin Emeç’e teşekkür etmişti...”

***

Altın Kelebek ödülleri için ödül komitesi yıllarca kendisini defalarca arayarak, “Yılın En İyi Haber Sunucusu” ödülünü Gazeteci’nin vermesini istemişlerdi...

***

Altın Kelebek Ödüllerinin, önemli bir misyonu temsil ettiğine inanırdı Gazeteci...

Her zaman çok tarafsız olmazdı ödüller...

Ancak OSCAR ve NOBEL de dahil hangi ödülün “ne kadar tarafsız verildiği” söylenebilirdi ki?..

***

Önceki gece aniden aklına geldi; davetli olup da “yeterli enerjiyi bulamayıp gidemediği” Altın Kelebek ödül törenini seyretmek...

***

Tören başlar başlamaz fark etti; Aydın Doğan için gecenin taşıdığı önemi...

Aydın Doğan birinci sıranın tam ortasında bir numaralı protokol koltuğunda oturuyordu...

***

Birazdan “yılın medya olayı ödülü” açıklanacak ve 15 Temmuz darbe gecesi, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı canlı yayına alan CNN Türk Ankara temsilcisi Hande Fırat, bu özel onur ödülünü Aydın Doğan’ın elinden alacaktı...

*****

AYDIN DOĞAN; “HANDE’YE DEDİM Kİ; ‘YAPABİLİR MİSİN?.. YAPARIM’ DEDİ...”

15 Temmuz darbe gecesi olayı, Türkiye’nin her alanda hayatını yeni baştan dizayn eden, son yılların tartışmasız en büyük olayıydı...

***

15 Temmuz gecesi, Tayyip Erdoğan ailesi ve etrafındaki sayılı kişiyle; Marmaris’ten İstanbul’a akibeti meçhul bir seyahatle ulaşmaya çalışırken, CNN Türk’ün face time üzerinden yaptığı yayınla “Türkiye’ye seslenmiş, halkı sokağa çıkmaya çağırmış” ve bu konuşmasıyla “darbeyi” durdurmuştu...

***

CNN Türk’ün canlı yayını, bu tarihi konuşmanın “ilk ve en etkili vasıtası” olmuştu...

Darbe teşebbüsü gecesini izleyen günlerde, Tayyip Erdoğan “CNN’in yayınına teşekkür etmiş”, bu yayının önemini vurgulamıştı...

***

Darbe gecesi CNN Türk’ün yaptığı yayınla, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’la Doğan grubu arasında, miting meydanlarına kadar uzanan “9 yıllık ağır hesaplaşma dönemi” kapanıyordu...

Tayyip Erdoğan darbe gecesi, CNN Türk mikrofonlarının face time üzerinden kendisine tutularak, bütün Türkiye’ye seslenmesine olanak sağlandığını unutmayacaktı...

***

Altın Kelebek Ödül töreninde Tayyip Erdoğan’la Doğan Grubu arasında buzları eriten bu tarihi olayın perde arkasının açıklanması planlanmıştı...

O tarihi gecedeki canlı yayının perde arkasını bizzat Aydın Doğan açıklayacaktı...

Altın Kelebek Ödül töreni gecesinde...

*****

HANDE FIRAT; AYDIN DOĞAN’DAN TAYYİP ERDOĞAN’I CANLI YAYINA BAĞLAMA KONUSUNDA ONAY ALDI...

Medya Olayı özel ödülünü Hande Fırat’ın aldığı açıklandı Altın Kelebek Ödül töreninde...

Ödülü Hande Fırat’a vermek üzere Aydın Doğan çağrıldı sahneye...

Aydın Doğan orada, tarihe ışık tutan açıklamasını yapmaya başladı...

-“Hande bana telefonda; ‘Tayyip Erdoğan’ı yayına bağlayacağım ...’ dedi...

‘Bağlayabilir misin gerçekten’ dedim...

‘Bağlayabilirim’ dedi...

‘Bravo sana... Hadi kolay gelsin...’ dedim...”

***

Aydın Doğan böyle konuşuyordu...

Bu konuşmanın anlamı derindi...

Aydın Doğan, bu konuşmayla;

Hande Fırat’ın Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı canlı yayına bağlamadan önce kendisini arayarak bir nevi izin istediğini ima ediyordu...

Hande Fırat; Aydın Doğan’a ‘Tayyip Erdoğan’ı bağlayabilirim’ demişti...

Belli ki bu konuşmayı ‘patronuyla’ Tayyip Erdoğan’ın özel kalem müdürüyle gerçekleştirdiği konuşmadan sonra yapmıştı...

***

O sırada Tayyip Erdoğan CNN Türk’ün canlı yayınına bağlamak, önemli bir karardı... Ülkede; darbe girişimi vardı ve Erdoğan’ı canlı yayına almak, bir gazetecilik ve demokrasi cesareti olduğu kadar, bir ‘riski’ de içeriyordu...

En önemlisi ise Doğan grubunun darbe gecesi “tavrının ne olduğunu” açık seçik anlatıyordu...

***

Aydın Doğan, Altın Kelebek Ödül töreninde, Hande Fırat’a ödülünü verirken, “Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın face time üzerinden canlı yayına bağlanmasına bizzat kendisinin onay verdiğini” açıklamış oluyordu...

***

Bu tutumunun kayda geçmesini arzulamıştı... Bunu da Altın Kelebek ödül töreninde yaparak, hem törene katkı sağlamak, hem de kendi durumunu kendi ağzından vurgulamak istemişti...

Neye niyet neye kısmet...

Altın Kelebek Ödül töreni, Aydın Doğan’ın darbe gecesi yaptığı demokrasi yanlısı duruşun konuşulduğu bir tören olarak anılmak yerine; Ertuğrul ve Diriliş dizisinin özür adı altında aşağılanmak istendiği bir tören olarak anılmaya başlanmıştı...

***

Doğan grubu ve Hürriyet; Altın Kelebek ödül töreniyle darbe gecesinde sivil iktidarın nasıl yanında yer aldığını anlatmak istemişti...

Gece sonunda ise “iktidar yanlıları, Ertuğrul Diriliş dizisinin aşağılandığını söyleyerek” geceyi topa tutmuşlardı...

YARIN; GECENİN GİZLİ KALMIŞ KODLARININ DEŞİFRELERİ...

Yazının devamı...

12 yaşındaki çocukla bakıcısının aşkından çıkan sanat...

Reggie 12 yaşında ergenlik çağına giren bir çocuktu...

Zengin olan babası; Çin’de iş yapıyordu...

Annesi kısa aralıklarla babasının yanına gidiyor; Reggie, muhteşem evlerinde hizmetçileri, şoförleri ve ara ara değişen bakıcılarıyla yalnız başına kalıyordu...

***

Anne ve baba sevgisinden uzaktaydı...

Her şeyleri vardı...

Ancak; anne babasının sevgi ve şefkat duygularının uzağında yaşıyordu...

***

Ayaklı bir kütüphane gibiydi...

Sürekli okuyordu...

Çok zekiydi...

Yaşının birkaç yıl üzerindeydi...

***

Birikimi ve zekasıyla, annesinin ve babasının boşalttığı tek kişilik çocuk dünyasında, çalışanlara rüşvet vererek çek yazarak, kendi istediği düzeni sağlıyor, o düzene göre yaşıyordu...

***

Bakıcı kızlardan birinin gitmesi üzerine, erkek arkadaşının agresifliği yüzünden o günlerde işinden kovulan Elenor; Reggie’ye bakıcı olarak geliyordu...

Annesi, yine babasının yanına Çin’e gidiyor; Reggie ile Elenor iki aylık süreyi beraber geçirmek durumunda kalıyordu...

***

Çello’yu o günlerde bırakmıştı Reggie...

Elenor’a;

-”Sanatın dili ölü bir dil...” demişti...

***

Sekiz hafta; Elenor’un Reggie’ye sevgi ve şefkati göstermesiyle geçti...

Onu anlıyordu...

Onunla paylaşıyordu...

Ona dayanak oluyordu...

Elenor böyle olunca; Reggie de kendisinden hayli büyük genç kıza dayanak olup, onun hayatını düzenlemeye başlıyordu...

İlginç bir ilişkiydi aralarındaki...

***

Ailede eksikliğini duydukları sevgi ve şefkati, birbirlerinde buluyorlardı Reggie ile Elenor...

***

Bir gün; bakıcısı Elenor’un Julliard’a gidecek ölçüde iyi bir müzisyen olduğunu fark etti Reggie...

Onu yeniden müziğe başlamak için teşvik etti...

Elenor Reggie’ye “Sen yeniden çello çalmaya başlarsan ben de dönerim müziğe” diye bir cevap verdi...

***

Sevgi ve şefkat yoksunu insanların; iki ay kesişen hayatları; birbirlerine derin bir sevgi ve aşkla bağlanmalarına yol açmıştı...

Ayrılırken dudağına sade bir öpücük kondurdu Elenor, 12 yaşındaki Reggie’nin...

***

Bu onun hediyesiydi ergenliğe yeni geçen çocuğa...

Reggie’nin hediyesi ise; bir müzik aletiydi...

Elenor’a Julliard’daki müzik dolu günlerini hatırlatan...

***

İki genç hayatlarında eksik kalan sevgi ve şefkati; müzikle doldurmak üzere, yeni bir hayata başlıyorlardı...

***

Filmin adı “Yağmurlu bir Pazar Günü”ydü...

Gazeteci filmi; önceki gün; Orhan Veli’nin 66. ölüm yıldönümünde izledi...

***

Orhan Veli’nin sanatının; kendi hayatını kaç kere kurtardığını düşünüyordu...

*****

BENİ BU GÜZEL HAVALAR MAHVETTİ

Beni bu güzel havalar mahvetti...

Böyle havada istifa ettim; Evkaftaki memuriyetimden...

Tütüne böyle havada alıştım...

Böyle havada aşık oldum...

Eve ekmekle tuz götürmeyi

Böyle havalarda unuttum...

Şiir yazma hastalığım

Hep böyle havalarda nüksetti...

Beni bu güzel havalar mahvetti...

1 Nisan 1940

Orhan Veli

*****

ANLATAMIYORUM...

Ağlasam sesimi duyar mısınız,

Mısralarımda,

Dokunabilir misiniz,

Gözyaşlarıma ellerinizle?..

***

Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,

Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu

Bu derde düşmeden önce...

***

Bir yer var biliyorum;

Her şeyi söylemek mümkün,

Epeyce yaklaşmışım duyuyorum,

Anlatamıyorum...

1 NİSAN 1940 / (Garip 1, 1941)

*****

SAKAL...

Hanginiz bilir, benim kadar,

Karpuzdan fener yapmasını,

Sedefli hançerle, üstüne,

Gülcemal resmi çizmesini,

Beyit düzmesini,

Mektup yazmasını,

Yatmasını; / Kalkmasını;

Bunca yılın Halime’sini

Hanginiz bilir benim kadar

Memnun etmesini/..

Değirmende ağırtmadık biz bu sakalı

11 TEMMUZ 1941

*****

GARİBİM

Garibim,

Ne bir güzel var avutacak gönlümü,

Bu şehirde, / Ne de / tanıdık bir çehre; / Bir tren sesi duymaya göreyim...

İki gözüm, / İki çeşme...

*****

GİDERAYAK...

Handan, hamamdan geçtik,

Gün ışığındaki hissemize razıydık,

Saadetinden geçtik, / Ümidine razıydık,

Hiçbirini bulamadık;

Kendimize hüzünler icad ettik,

Avunamadık; / Yoksa biz...

Bu dünyadan değil miydik?..

(Ülkü, 1-1-1945)

*****

BİR FAKİR ORHAN VELİ; VELİ’NİN OĞLU...

İstanbul’da Boğaziçi’nde,

Bir fakir Orhan Veli’yim...

Veli’nin oğluyum,

Tarifsiz kederler içinde...

***

Rumelihisar’ına oturmuşum;

Oturmuş da bir türkü tutturmuşum;

***

“İstanbul’un mermer taşları;

Başıma da konuyor, konuyor aman martı kuşları,

Gözlerimden boşanır

hicran yaşları

Erdal’ım...

Senin yüzünden bu halım...”

***

“İstanbul’un orta yeri bir sinema;

Garipliğimi, mahzunluğumu duyurmayın anama;

El konuşur sevişirmiş bana ne?..

Sevdalı’m,

Boynuna vebalim!”

***

İstanbul’da Boğaziçi’ndeyim...

Bir fakir Orhan Veli;

Veli’nin oğlu;

Tarifsiz kederler içindeyim...

(Ülkü, 1-2-1945)

*****

YATIVERMİŞ SERE SERPE...

Uzanıp yatıvermiş sere serpe,

Entarisi sıyırmış hafiften;

Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor

Bir eliyle de göğsünü tutmuş.

İçinde bir kötülüğü yok biliyorum;

Yok benim de yok ama...

Olmaz ki!..

Böyle de yatılmaz ki!..

(Varlık, 1-9-1946)

*****

AYNADA BAŞKA GÜZELSİN...

Aynada başka güzelsin,

Yatakta başka,

Aldırma söz olur diye;

Tak takıştır,

Sür sürüştür,

İnadına gel,

Piyasa vakti,

Muhallebiciye...

Söz olurmuş,

Olsun;

Dostum değil misin?..

(Garip 1, 1 Şubat 1941)

*****

GÖKYÜZÜNÜ BOYARIM HER SABAH...

İşim gücüm budur benim,

Gökyüzünü boyarım her sabah,

Hepiniz uykudayken,

Uyanır bakarsınız ki mavi.

***

Deniz yırtılır kimi zaman,

Bilemezsiniz kim diker,

Ben dikerim...

Dalga geçerim kimi zaman,

O da benim vazifem;

Bir baş düşünürüm başımda;

Bir mide düşünürüm midemde,

Bir ayak düşünürüm ayağımda,

Ne halt edeceğimi bilemem...

(Yaprak, 1-3-1949)

*****

HERKES BİR ŞEYE KARŞI

Durmadan işleyen saatlerde

Dişli dişliye karşı,

Güçsüz güçlüye karşı,

Herkes bir şeye karşı,

Küçük hanım yatağında uykuda

Rüyalarına karşı...

Gerin bedenim gerin,

Doğan güne karşı...

(Aile, Ekim 1949)

*****

HİÇBİR ŞEYDEN ÇEKMEDİ DÜNYADA...

Hiçbir şeyden çekmedi dünyada

Nasırdan çektiği kadar;

Hatta çirkin yaratıldığından bile

O kadar müteessir değildi;

Kundurası vurmadığı zamanlarda

Anmazdı ama Allah’ın adını,

Günahkar da sayılmazdı.

Yazık oldu Süleyman Efendi’ye...

Ankara Nisan 1938

(İnsan, 1-10-1938)

*****

BİR ELİNDE CIMBIZ...

Ne atom bombası...

Ne Londra

Konferansı,

Bir elinde cımbız,

Bir elinde ayna,

Umurunda mı dünya!..

Yazının devamı...

‘Erkek bedeninin yükünü arzulayan kadın...’

“Ağırlık gerçekten nefret edilesi, hafiflik ise göz kamaştırıcı mıdır acaba?.. Yüklerin en ağır olanı ezer bizi... Onun altında eziliriz, çöker kalırız...

Bizi yere yapıştırır bu ağırlık...

***

Öte yandan tüm çağlarda yazılan aşk şiirlerinde, kadın; erkeğin bedeninin ağırlığı altında ezilmeyi özler...

O halde yüklerin en ağırı aynı zamanda yaşamın sağladığı en şiddetli doyumun imgesidir...

***

Yük ne kadar ağır olursa, yaşamlarımız o kadar yaklaşır yeryüzüne... Daha gerçek ve daha içten olur...

***

İşi tersten ele alırsak, bir yükten mutlak biçimde yoksun kalmak; insanoğlunu havadan hafif kılar; Göklere doğru kanat açar insan...

***

Bu dünyadan ve dünyasal varlığından ayrılır, yalnızca yarı yarıya gerçek olur... Hareketleri; önemsizleştiği ölçüde özgürleşir...

Hangisini seçmeli o halde?.. Ağırlığı mı, hafifliği mi?..

*****

SEVGİLİYLE OLMAK MI İYİ, YALNIZ KALMAK MI?...

Ne istediğini bilememenin aslında son derece doğal olduğunu anlayıncaya kadar kızdı kendine Tomas... Sadece bir tek hayat yaşadığımız için; bu hayatı öncekilerle karşılaştıramaz ya da kusurlarımızı gelecekteki hayatlarımızda gideremeyiz; Bu nedenle de ne istediğimizi bilemeyiz...

***

Tereza’yla olmak mı daha iyiydi, yalnız olmak mı?.. Karşılaştırma fırsatı olmadığı için hangi kararın daha iyi olduğunu sınamanın yolu yoktu... Olaylar nasıl gelişirse öyle yaşıyoruz... Önceden uyarılmaksızın... Rolünü ezberlemeden sahneye çıkan bir tiyatro oyuncusu gibi... Yaşam öncesi ilk prova; yaşamın ta kendisiyse, ne değeri olabilir yaşamanın?.. Yaşamın hep bir taslak olması bundandır işte...

*****

BİR KADINLA SEVİŞMEK VE BİR KADINLA UYUMAK ARZUSU...

Şu sonuca vardı Tomas: Bir kadınla sevişmek ve bir kadınla uyumak iki ayrı tutkudur... Sadece farklı değil aynı zamanda da zıt tutkular... Aşk çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda kadına kadar uzanabilecek bir tutku) göstermez kendisini... Uykuyu paylaşma arzusunda duyurur ve tek bir kadınla sınırlı olan bir arzudur...

*****

AŞKIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI...

“İçinde yaşadığı yeri terk etmek isteyen kişi mutsuz kişidir...”

***

Tereza’nın, arkadaşı Z.’yi değil de kendisini sevmiş olmasının sadece şans eseri olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu...

Tomas’a duyduğu, birleşmeyle sonuçlanan aşkın dışında, olasılıklar düzleminde, öteki erkeklere yönelik sonsuz sayıda birleşmeye dönüşmemiş aşk vardı...

***

Hepimiz yaşamımızın en büyük aşkının hafif, ağırlıksız bir şey olabileceği düşüncesini yekten reddederiz.

***

Aşkımızın ‘dört dörtlük’ olması gerektiğini, onsuz yaşamımızın hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağını varsayarız...

*****

ANNE VE ÖZVERİ...

Tereza onun söylediklerini dinler ve anne olmanın yaşamdaki en büyük değer, anneliğin ise büyük bir özveri olduğuna kanaat getirirdi. Eğer anne, ‘özveri’nin cisimleşmiş haliyse, o zaman kız çocuk da onarılması mümkün olmayan ‘kabahat’ti demek ki...

*****

RASTLANTININ GÜCÜ...

Rastlantıların, sadece rastlantıların söyleyecek bir sözü vardır bize...

Gereklilikten doğan, olmasını beklediğimiz, günbegün yinelenen her şey dilsizdir... Sadece rastlantılar bir şeyler söyler bize...

*****

DÜŞME KORKUSU...

Gözü ‘daha yükseklerde bir yerde’ olan herkes günün birinde gözünün kararabileceğini, başının döneceğini hesaba katmalıdır... Nedir göz kararması, baş dönmesi?.. Düşme korkusu mu?.. Gözetleme kulesinin sapasağlam trabzanları da olsa bu korkuya kapılırız; neden?

xxx

Yok, gözün kararması düşme korkusundan farklı bir şey... Bizi çağıran, bizi kışkırtan, altımızdaki boşluğun sesidir göz kararması; düşme arzusudur... Bu arzunun karşısında dehşete kapılır, kendimizi korumaya çalışırız...

*****

SAVUNMASIZ AŞK...

Güçlüler güçsüzleri incitemeyecek kadar güçsüz olunca...

Güçsüzler çekip gidecek kadar güçlü olmak zorundaydılar.

Franz için aşk kendini eşinin merhametine bırakmayı özlemek demekti...

***

Bir savaş tutsağı gibi teslim olan kişi aynı zamanda silahlarını da bırakmak zorundaydı...

Gelebilecek darbeye karşı daha baştan savunmasız olduğu için de darbenin ne zaman geleceğini merak edip durmaktan kendini alamazdı... Franz için aşk sürekli bir darbe bekleyişi idi...

*****

POLİGAMİK ERKEKLER İKİ TÜRLÜ OLUR...

Oysa Sabina’nın içine girdiği an gözlerini kapıyordu...

Tüm bedenini kaplayan zevk, karanlığı gerektiriyordu, o karanlık anı, kusursuz, düşüncesiz, görüntüsüzdü; o karanlık anı sonsuz, sınırsızdı; o karanlık her birimizin içinde taşıdığı

sonsuzdu...

***

Çok sayıda kadının peşinde koşan erkekleri rahatlıkla iki kategoriye ayırabiliriz...

Bazıları bütün kadınlarda kendi öznel ve değişmez kadın düşlerinin gerçekleşmesini beklerler...

Ötekiler ise nesnel kadın dünyasının sonsuz çeşitliliğini ele geçirme isteğiyle davranırlar...

*****

MUTLULUK TEKRARLANMAYA DUYULAN ÖZLEMDİR...

İnsanoğlunun bütün bahtsızlığı şurada yatıyor...

İnsan zamanı; bir döngü izlemiyor; Onun yerine dümdüz bir çizgide ileriye doğru gidiyor...

***

İnsan bu yüzden mutlu olamıyor; mutluluk yinelenmeye duyulan özlemdir...

Evet, mutluluk tekrarlanmaya duyulan özlemdir, dedi Tereza kendi

kendine...

*****

AŞKLAR VE İMPARATORLUKLAR...

Aşklar da imparatorluklar gibidir; Üzerine dayandırıldıkları düşünceler un ufak olduğunda, onlar da

silinir gider...

*****

CENNETE DUYULAN ÖZLEM...

Cennete duyulan özlem insanın insan olmaya duyduğu özlemdir...” (Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği... Milan Kundera)

*****

VAROLMANIN İÇİMDEKİ DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ...

Kolej’deki lise arkadaşlarıyla buluştuğunda; My Way (Kendi Bildiğim gibi) biçiminde özetlenecek hayatının başlangıç tarihinin, lise ikinci sınıfı bitirdiği 1975 yazı olduğunu fark etmişti Gazeteci...

***

Lisenin ikinci sınıfında başlayan kendi yolunda gitme mecrasının önemli duraklarından birisiydi Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanı ve filmi; Gazeteci için...

***

Kundera Nobel alan romanı 1982 yılında yazdı... 1988 yılında film Philip Kaufman’ın yönetmenliğinde vizyona girdi...

***

Tomas isimli poligamik, çapkın, genç bir Çek doktorun, 1968 Çekoslovakya’sındaki hayatını konu alıyordu film... Doktorun hayata ve kadınlara yönelik cezbedici arzularına karşın, Sovyetler’in Çekoslovakya’ya egemen kılmaya çalıştığı “komünist rejime” karşı, insancıl duruşunun; ilkeli pozisyonunun başına açtığı belaları konu alan bir filmdi...

***

Genç doktorun, hayata ve kadınlara karşı duyduğu poligamik ve renkli yaşam arzusuyla, genç bir kadına duyduğu tutkulu saf aşk arasında kalan, ikilemi, izleyiciyi sonsuz çelişkiler içinde bırakıyordu...

***

Genç doktor; hayata ve kadınlara karşı duyduğu yaşam iştahına karşın; komünist rejimin kendisinden talep ettiği “pişmanlık imzasını” vermeyi reddediyordu...

O pişmanlığı imzalasa, her şeye sahip olacaktı... Ama kendi yazdığı yazıdan pişman olduğunu söylemeye “ruhu ve kalbi isyan ediyordu...”

***

Doktorun soğuk savaş komünizmi karşısında taviz vermez insancıl duruşunun, ideolojik olmayan cazibesi romana ve filme buruk bir tat katıyordu, yaşanan aşkların fonunda...

***

Edebiyat tarihinin 20. yüzyılda yazılmış “insanlık dramını iyi anlatan” en önemli kilometre taşlarından biriydi Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği...

***

Doktor Tomas gibi ideolojik bir bağnazlığı yoktu Gazeteci’nin... Onun gibi mesleğinde iyi olmanın dışında bir amacı bulunmuyordu...

Hayatı seviyor; mesleğini iyi yapmak istiyordu...

***

Tomas’a gadreden, ona hayatı zindan eden güç; Sovyetler’e bağlı Varşova Paktı’nın “gladyo”suydu...

Dünya; 20. yüzyılın ikinci yarısı ile 21. yüzyılın ilk yıllarını; NATO ve Varşova paktlarının, “kontrgerilla örgütleri Gladyo’ların, insan hayatlarına gadreden “kanlı öyküleriyle” geçirdi...

***

“Gazeteci” gibilerin ve Tomas’ların hayatları, hiçbir kural tanımayan kontrgerilla cellatlarının “komünizmi ve faşizmi karşılıklı yok etme çarpıtmasıyla”, insanlığa yaptıkları zulümlerle geçti gitti...”

***

Amerika ve Rusya gün gelip dünyada barışın tarihini yeniden yazdıklarında; “cellatlar insan önüne çıkamayacak bir utancın gölgesinde yattıkları mezarlıklara sığınacaklar...

***

“Tomas”lar ve “Gazeteci”ler, ister Prag’da, ister İstanbul’da, ister Paris’te, Newyork’ta ya da Moskova’da; hangi su kenarında yatarlarsa yatsınlar; insanlığın barış dolu yeni geleceğinin, dürüst kalmış hatıraları olarak kalacaklar...

Yazının devamı...

Leonard Cohen; anlarız ki bir gün herkes yeniliyordur...

Hepimiz acıklı bir şarkıyı severiz...

Herkes yenilgiyi tadar...

Kimsenin tam istediği gibi bir hayatı olmaz...

***

Hepimiz sahnenin ortasında kendi kahramanımız olarak yeni role başlarız...

Ve zamanla kenara itilir kalırız...

***

Zaman geçer, kahramanımız yenilir...

Hikaye değişir, tepetaklak olur...

Ve biz neden bize bir konuda rol verilmediğini merak ederiz...

***

Hatta neden rol istemediğimizi...

Herkes bunu yaşar ve bir şarkının tatlı kaşığıyla verilme anındaki duyguya benzer bir şekilde kalpten kalbe bir yol açılır...

***

O zaman daha az dışlanmış hissederiz kendimizi...

İşte herkes gibi bu olup biten lanet olası şeylerin, yaşamın olağan adımları olduğunu söyler dururuz...

***

Ve bu zincirin parçası olduğumuzu kabulleniriz...

Anlarız ki herkes yeniliyordur...

Leonard Cohen

*****

LEONARD COHEN’İN MARİANNE’LA HYDRA ADASINDA BAŞLAYAN UNUTULMAZ AŞKI...

Atina’ya; Ege’de en yakın adaların başında gelir Hydra adası...

Leonard Cohen Hydra adasında hayatına ve şarkılarına ilham veren Marianne’la karşılaştı...

***

1950’lerde Marianne İhlen, Norveçli yazar olan erkek arkadaşı Axel Jansen ile Oslo’da yaşıyordu...

İki sevgili bir süre sonra, her şeyi Norveç’te bırakıp, Yunan adası Hydra’ya taşınma kararı aldılar...

***

Böylelikle Axel Jansen kitap yazması için gerekli ilhamı Ege denizinin ortasındaki adada bulacaktı...

İki sevgili Hydra adasında ev aldılar...

Çocukları oldu...

***

Birçok arkadaş edinmişlerdi Ada’da...

Ancak bir süre sonra, Axel Jansen başka bir kadına aşık oldu...

Marianne’ı o kadın için terk etti...

***

Marianne, Hydra adasında 6 aylık çocuğuyla başbaşa kaldı...

Leonard Cohen ile bu sıralarda tanıştı...

Marianne bir gün marketten alışveriş yaparken, Cohen kadını gördü...

***

Marianne’a, kendi arkadaş grubuna katılmak isteyip istemediğini sordu...

Marianne “olur” dedi...

***

Büyük aşkları böyle başladı; Marianne’la, Leonard Cohen’in...

Cohen; Marianne için “gördüğüm en güzel kadındı” dedi...

***

Hydra adasında bir süre birlikte yaşadılar Cohen’le Marianne...

Cohen daha sonra Marianne’ı Norveç’e Oslo’ya götürdü...

Kendisi de Kanada’ya döndü...

***

Ancak bir süre sonra sevgilisinin yokluğuna dayanamadı...

Bir telgraf çekti Marianne’a,

-“Evim arabam her şeyim var...” diyordu telgrafında;

-“Ama sen eksiksin...”

***

Marianne’ı çocuğuyla beraber Kanada’ya çağırdı...

Amerika, Kanada ve Yunanistan üçgeninde bir hayat yaşadılar Cohen’le Marianne...

*****

“VÜCUTLARIMIZIN BİZİ TERKEDECEĞİ ZAMAN GELDİ MARİANNE...”

Marianne yıllar sonra lösemi oldu...

Ölecekti...

Cohen geçtiğimiz Ağustos ayında ölmekte olan Marianne’a hitaben şu mektubu yazdı;

“Söyledikleri gibi, gerçekten çok yaşlanıp vücutlarımızın bizi bırakacağı zaman geldi Marianne...

Zaten çok yakında arkandan geleceğimi düşünüyorum...

Biliyorum ki çok yakınındayım ve elini uzatsan, benim elime değebilirsin...

***

Ve biliyorsun ki seni bütün o güzelliğin ve bilgeliğinle her zaman sevdim...

Ama zaten fazla bir şey söylemem gereksiz...

Sen zaten bunları biliyorsun...

***

Artık sana sadece iyi bir yolculuk diliyorum... Hoşçakal eski dostum...

Sonsuz aşkla yeniden görüşene kadar...”

Leonard Cohen

Ağustos 2016

*****

HOŞÇAKAL MARİANNE, BU BAŞLADIĞIMIZ ZAMAN... GÜLMEK VE AĞLAMAK VE AĞLAMAK...VE HER ŞEY YİNE GÜLMEK İÇİN...

Leonard Cohen unutulmaz sevgilisi Marianne için “Sol Long Marianne” isimli bir de şarkı yazdı...

***

“Pencereye gel(meyecek) misin, küçük sevgilim?.. Avuç içini okumak isterdim

(Biliyorsun) bir çeşit çingene olduğumu düşünürdüm...

Beni eve götürmene izin vermemden önce

***

Hoşçakal Marianne, bu başladığımız zaman...

Gülmek ve ağlamak ve ağlamak..

Ve her şey yine gülmek için...

***

Peki, seninle yaşamayı sevdiğimi biliyorsun... Ama çok çok fazla unutmama sebep oluyorsun...

Meleklere dua etmeyi unutuyorum...

Ve sonra melekler de bizim için dua etmeyi unutuyorlar...

***

Hoşçakal Marianne, bu başladığımız zaman

Gülmek ve ağlamak ve ağlamak..

Ve her şey yine gülmek için...

***

Neredeyse gençtik tanıştığımızda...

Yeşil leylak rengi parkın derinliklerinde...

Bir “haç”mışım gibi bana sarıldın...

Biz karanlık boyunca diz çökerek giderken...

***

Hoşçakal Marianne, bu başladığımız zaman... Gülmek ve ağlamak ve ağlamak...

Ve her şey yine gülmek için...

***

Şimdilik senin gizli aşkına ihtiyacım var... Yeni bir traş bıçağı gibi soğuğum...

Sana kıskanç olduğumu söylediğinde beni terk ettin...

Cesur olduğumu hiç söylememiştim...

***

Hoşçakal Marianne, bu başladığımız zaman... Gülmek ve ağlamak ve ağlamak...

Ve her şey yine gülmek için...

***

Gerçekten çok tatlı birisin...

Gittiğini ve ismini yeniden değiştirdiğini görüyorum...

Göz kapaklarımı yağmurda yıkamak için... Bu dağ yamacının tamamını henüz tırmanmamışken...

***

Hoşçakal Marianne, bu başladığımız zaman...

Gülmek ve ağlamak ve ağlamak...

Ve her şey yine gülmek için...

***

Hoşçakal Marianne, bu başladığımız zaman Gülmek ve ağlamak ve ağlamak,

Her şey yine gülmek için...”

***

Parçanın ismi So Long Marianne’dı...

Marianne Ağustos 2016’da vefat etti...

Leonard Cohen ona yazdığı veda mektubunda; “Çok yakında arkandan geleceğimi düşünüyorum Marianne...” demişti...

Leonard Cohen dün sabah hayata veda etti... Marianne’ın yanına gitti...

A Thousand Kisses Deep...

Yazının devamı...

Hollywood’daki ‘Proje’ sanatçıların; Trump’a hakaret kampanyalarındaki gizli misyon...

Trump’ın karşısında “yeter ki Amerikan Başkanı seçilmesin” diye işletilen devlet aygıtının büyüklüğü ve çeşitliliği; Gazeteci’yi; şoka uğratıyor...

***

Gazeteci’nin Hollywood’da en sevdiği aktörlerden birisi Robert De Niro...

Robert De Niro, Trump’la ilgili o kadar aşağılayıcı bir konuşma yapıyor ki; Gazeteci bunun “kişisel bir eleştiri” cümlesinden çok; bir misyon seferberliği dürtüsüyle; Trump’ı taammüden itibarsızlaştırmaya dönük bir algı operasyonu olduğunu anlıyor...

***

Ünlü aktör; Donald Trump için; “Onun suratına bir yumruk indirmek istiyorum...” diyor...

Hollywood’un dünyaca ünlü aktörünün sözleri; Trump’a dönük tepkiyi odaklaştırarak kristalize etmeye yönelik bir proje olarak verilmiş bir misyon sanki...

***

Harry Potter kitaplarının yazarı J.K. Rowling;

-“Lort Voldemort’u; Trump’la karşılaştıran okuyucular var...” diyor...

-“Voldemort onun kadar kötü değil ki...”

Harry Potter’ın yazarı; Trump’ın kitabının anti kahramanından bile daha kötü olduğunu söyleyerek, onu yerin dibine batırmaya uğraşıyor...

***

George Clooney Trump için “yabancı düşmanı ve faşist” sıfatlamasını kullanıyor...

***

Yedinci sanatın doruklarından, edebiyat dünyasının zirvelerine kadar “dev mekanizmanın bütün etkili unsurları Trump’ın aleyhine çalıştırılmaya” başlanıyor...

Derin devlet böyle bir şey...

***

İstihbarat diye bilinen faaliyet dışında, sinemadan, edebiyata, şov dünyasından, en ünlü müzisyenlere kadar; o kadar çok alanda etkili olacak enstrümanı ve silahı var ki kamuoyunda bir insana yönelik algı yaratma konusu, bu dev mekanizma için leblebi çekirdek meselesi...

***

Jennifer Lawrence;

-“Ben Cumhuriyetçi olarak yetiştirildim... Buna rağmen, kadınların en basit haklarını görmezden gelen bir ABD Başkanı olursa, dünyanın sonu gelmiş demektir...” diyerek Trump’ın kadınları aşağılayan ve taciz eden erkeksi maço görüntüsünü hafızalara kazıyor...

***

Hollywood’daki kampanyanın en sert çıkışını yapan Robert De Niro; Trump’ı “aptal, domuz, mankafa” gibi söylemlerle yerin dibine batıracak şekilde aşağılamakta hiçbir sakınca görmüyor;

-“Demek istiyorum ki, o açıkça bir aptal... O bir zibidi, o bir köpek, o bir domuz...

Ne hakkında konuştuğunu bilmeyen bir aptal, dümen kıran saçma sapan bir artist... Ödevlerini yapmıyor, umursamıyor... Toplumla oynadığını düşünüyor... Vergilerini ödemiyor... O bir aptal...

***

İnsanların yüzüne nasıl yumruk atmak istediği hakkında mı konuşuyor?..

Tamam onun yüzüne yumruk atmak istiyorum...

Bu ülkenin, bu mankafanın geldiği yere gelmesine izin veren bir ülke olması beni sinirlendiriyor...”

***

Gazeteci; Trump’ı Başkan seçtirmek istemeyen “derin mekanizmasıyla bağlantılı sanatçılar üzerinden” Trump’ı aşağılamayı bir misyon olarak yürüttüklerini fark ediyor derin mahfillerin...

***

Dünya çapında bu derece ünlü olan bir sanatçı; Amerika’da yüz milyonun üzerinde taraftarı olan bir siyasi lider hakkında bu kadar rahat küfür etmeyi, en azından kendi ‘sanatçı markası için uygun görmez...’

***

Gazeteci; 36 yıllık gazetecilik hayatında hiç bir politikacıya aptal, domuz, mankafa gibi açıktan hakaret içeren aşağılayıcı seslenmeyi, bırakın yapmak aklının ucundan

bile geçirmediğini” düşünüyor...

***

Ülkesinde de, tıpkı Amerika’da Trump’a yönelik yapıldığı gibi “bazı seçilmiş ‘proje ünlülerin’ kızgın boğalar gibi aşağılayıcı sıfatlar kullanarak muhataplarını taammüden

itibarsızlıştırmayı biliyor...

***

Hakaretlerin dozajındaki aşağılayıcı ve itibarsızlaştırıcı ifadeler, bu operasyonu Robert De Niro veya benzerlerinin bir kızgınlık

anında spontan yapmadıklarını

fark ettiriyor...

***

Bu ifadeler psikolojik savaş merkezlerinin; bilinçli seçilmiş sözcükler üzerinden uyguladıkları itibarsızlaştırma faaliyetleri...

***

Tıpkı Amerika’da ana akım medyanın bir Başkanlık yarışında “kirli bir savaş yürüttüğü gibi”, Hollywood’un bazı “proje sanatçıları” da, “başka güçlerin projesi” olarak eleştiri değil, “itibarsızlaştırmaya yönelik profesyonel kirli bir karakter suikasti” gerçekleştiriyorlar...

***

Trump’ı eleştirdikleri ve beğenmediklerini söyledikleri için değil...

Trump’ı eleştirirken seçtikleri “aşağılayıcı ifadelerin”, itibarsızlaştırma sözcüklerinde profesyonel karakter suikastinin izlerini deşifre ettiği için...”

Derin devletler ve bağlı etki ajanları dünyada, diğer mesleklerde olduğu gibi “kendi evrensel meslek kurallarıyla!” yaşıyorlar...

***

Dünyada ulusallaşma revaçta olsa da, bu meslek dalında da globalleşme had safhada...

*****

TRUMP; “MANİPÜLASYONLA YARATILAN HORTLAK!..”

Bu derece büyük bir itibarsızlaştırma kampanyasından; “önce kendisini desteklemeyen Cumhuriyetçilerin, sonra kendisinden nefret ettirilmeye çalışılan Amerikalıların” oylarıyla başkan çıkmak; bir fani için kolay kolay elde edilebilecek bir başarı değil...

***

Robert De Niro’dan, Beyonce’ye, George Clooney’den Harry Potter’ın yazarı JK Rowling’e, ‘nezaket, eşitlik ve sevgi için ayağa kalk’ diyerek Trump’ı hatırlatmayı amaçlayan Lady Gaga’dan; ‘Nefretin bizi yönlendirmesine izin verme’ diyen Katy Pery’ye kadar sanat dünyasının ünlüleri Trump için “üzerinden silinemeyen bir elbise üretiyorlar...”

***

Yeni Amerikan Başkanı için dikilen elbise; “kadınları cinsel organdan ibaret gören maço bir erkek, müslümanları adamdan saymayan sarışın beyaz bir Amerikalı, ‘donanımı olmayan kaba saba, deli dolu konuşan, göçmenleri ve Amerikanın insani değerlerini aşağılayan bir ırkçı...”

***

Amerika şimdi; derin devleti tarafından manipülasyon yapılarak; kendi elleriyle yarattığı “hortlakla” yönetilmeye hazırlanıyor...

Trump bir “hortlak mı?..” Hayır değil...

Ne var ki; gerçek çok önemli değil...

Çağımızda algı, gerçeğin yerine geçiyor...

Amerika şimdi kendine “yarattığı sanal hortlağın” gerçek hayattaki sahici karizmasıyla nasıl baş edeceğini kara kara düşünüyor...

Yazının devamı...

Kadın tacizlerinden medet uman Amerikan medyasının rezil olduğu seçim...

Gazeteci; 2016 yılında, gazetecilikte 36. yılını dolduruyor...

1980’de başlayan 36 yıllık gazeteciliğinin; kesintisiz olarak, 25 yılını; yani çeyrek yüzyılı gazeteciliğin yanısıra televizyonculuk yaparak geçiriyor...

***

Yurt dışı televizyon muhabirliği, televizyon programları yapımcılığı, sunuculuğu, tartışma programları moderatörlüğü, televizyon haberleri genel yayın yönetmenliği, anchormanliği, spor programları yapımcılığı, sunuculuğu dahil, gerçek bir televizyon -gazeteci şeklinde 25 yılı geçiriyor...

***

Amerikan seçimlerini; Newyork’a gittiği Ocak 2016’dan itibaren izlemeye başlıyor...

Seçim kampanyası başladığında; Gazeteci “hayatı okuma itibariyle, Hillary Clinton’la Donald Trump arasında geçeceğini anladığı yarışta; gönül ve sempati ibresinin Hillary Clinton’a kaydığını fark ediyor...

***

İki dönem başkanlık yaparken, seks skandalıyla yıpranan kocasının yanında dik duran kadın Hillary Clinton...

Obama’nın dışişleri bakanı aynı zamanda...

***

Karşısındaki Donald Trump ilk günlerde “müslümanları rencide eden sözler söylüyor”, ırkçı söylemlerde bulunuyor, Amerika’daki göçmenleri atacağını açıklıyor, Meksika’yla arasına duvar öreceğinden bahsediyor...

***

Hillary’nin karşısında ilk günlerde Donald Trump’a sempati duymak, “Gazeteci”nin bütün kültürü ve müktesebatıyla zıtlık teşkil ediyor...

***

Gazeteci bu duygularla kampanyayı izlemeye koyuluyor...

Kısa bir süre sonra CNN, NBC, ABC gibi Amerika’nın merkez medyası üç büyük ulusal kanalı ile; Newyork Times, Washington Post; Financial Times gazetelerinin Hillary’yi desteklediklerini görüyor...

***

Amerikan seçimlerinde her medya kuruluşunun, bir taraftan yana ağırlık koyduğunu geçmiş tecrübelerinden biliyor...

Ancak bu televizyon kanalları; özellikle de CNN; Gazeteci’nin televizyonculuktaki ilk yıllarının “kutsal tapınağı olan medya kuruluşu...”

***

Gazeteci; tarafsız ve objektif olmasına büyük özen gösterdiği Ateş Hattı programını bile, CNN’deki Cross Fire programından esinlenerek yaratıyor...

CNN bu anlamda Gazeteci’nin televizyonculuk hayatındaki ilk ve tek ilham kaynağı oluyor...

***

Gazeteci; CNN’deki tüm muhabirleri, anchorları, programları, tartışmacı yorumcuları ezberine kaydediyor...

Hepsinin ekran önünde ve arkasındaki performanslarını ezberine alıyor...

***

TRT’de, Star’da, Kanal D’de, SHOW TV’de, ATV’de, Fox’da; CNN Türk’te binlerce program yaparken; vakt-i zamanında Amerikan televizyonlarında hissettiği objektif televizyon programcılığını örnek alıyor...

***

Gazeteci’nin; Türkiye’de televizyon patronları ve siyasi iktidarlar karşısında, tek güvencesi ratingleri, tek ilham aldığı ise CNN gibi güçlü, bağımsız, tarafsız Amerikan televizyon kuruluşları oluyor...

***

2016 yılına kadar...

Televizyonculukta örnek aldığı CNN moderatörleri, anchorları, adaylardan biri olan Donald Trump’a karşı haberlerde ve programlarda öyle bir tarafgirlik sergiliyorlar ki, Gazeteci televizyon programlarında duyduğu öfkeden, her geçen gün “anlamsız ve haksız yere iftira atıldığını gördüğü Donald Trump’a belli belirsiz bir sempati” duymaya başlıyor...

***

Donald Trump’ın 30 yıl önce kadınları taciz ettiği haberlerinin işlenişi ise, Gazeteci’yi infiale sürüklüyor...

***

Üç dört hafta önce; CNN anchorlarından Don Lemon hızını alamayıp; Trump’ı savunan Cumhuriyetçi konuşmacılara;

-”Donald Trump’ın 30 yıl önce yaptığı elle taciz vakalarının, kadınlara ilaç vererek onlarla cinsel ilişkiye giren sanatçı Bill Cosby’den ne farkı var?..” diyerek inanılmaz bir tarafgirlik gösteriyor...

***

Don Lemon bütün programlarında Demokratların “askeri” gibi yayın yapıyor, televizyon ekranını, manipüle sorular, Trump’çı konuklara izin vermediği konuşmalar ile kirletiyor...

***

Anderson Cooper ise, Başkan adaylarının tartışmalarını yöneten, halen ABD’nin en ünlü anchorı...

30 yıl önce Trump’ın tacizine uğradığını söyleyen kadınlara;

-“Nasıl yaptı?..” diye sorup dakikalarca kaşıyarak sürdüren öyle bir yayını var ki;

Gazeteci bu yayını izledikten sonra; gönül ibresinin hiçbir yakınlığı olmadığı Trump’a merhamet duygusuyla kaydığını hissediyor...

***

Gazeteci;

Seçim kampanyasının en can alıcı yerinde bir anda, yerden mantar gibi biten; “tacize uğrayan kadınlar profilinin” Hillary’nin seçim merkezinin zeki bir hamlesi olarak görüyor...

***

Başkanlık yarışına has bu hamleleri, 30 yıl sonra her biri gerçek birer tecavüz vakasıymış gibi, televizyon programlarında ve haberlerde işlemek, “kirli bir algı yönetiminin” parçası...

***

Gazeteci bir “anchor”ın; böyle durumlarda ilk soracağı ve muhatabını üsteleyeceği sorunun;

-“Taciz gibi böylesine aşağılık bir hareketi deşifre etmek ve suçluyu adalete teslim etmek için neden 30 yıl Amerikan seçimlerinin olmasını beklediniz?..” sorusunu direkt ve endirekt her şekilde sormasını bekliyor...

***

Anchorman’ler bu soruyu sormak yerine; 30 yıl sonra karşılarına gelen; 70 yaşında; torun sahibi olmuş kadın muhataplarına;

-“Tam olarak nerenizi ellemişti?..” sorusunu sormayı doğru! buluyorlar...

***

Olayı bir televizyoncunun ilgi çekme motivasyonu olarak değil; “Trump’ı tacizci ve tecavüzcü” gösterme algısına inşa edilmiş bir operasyon olarak yapıyorlar...

*****

KAMUOYU YOKLAMALARINDA TRUMP ALEYHİNE MANİPÜLASYON...

Hillary’yi destekleyen ve Trump’a bindiren merkez medya, seçim kampanyası operasyonlarında bununla yetinmiyor...

Aylarca Hillary’yi 12-15 puan arası önde gösteriyor aynı medya yaptığı kamuoyu yoklamalarında...

***

Gazeteci’nin değişik haber kaynakları; kamuoyu yoklamalarında denek olarak çoğunlukla Demokrat Parti seçmenlerinin seçildiğini, onun için yoklamalarda “Hillary’nin önde göründüğünü” söylüyorlar...

***

Gazeteci Amerika’nın sesi konumundaki CNN, NBC, ABC; Newyork Times; Washington Post; Financial Times gibi, dünya devi medya kuruluşlarının böylesine basit bir seçim hilesine başvurabileceklerine inanmıyor önceleri...

***

Ne zaman ki; medya kuruluşları seçimlere bir hafta kala, aradaki farkın kapandığını söylüyorlar;

Gazeteci 16 milyon insanın bir anda fikir değiştirmesinin mümkün olmadığını anlayarak “bir bit yeniğinin” olduğunu anlıyor...

Bunu da “Amerikan derin devletinin operasyon yeteneğine” bağlıyor...

***

Önceki gece Amerika’da seçimler yapılıyor ve kirli oyunları oynayan medya “tarafsızlık, objektiflik ve medya ahlakı” açısından rezil oluyor...

***

Amerikan derin devletinin operasyonu da Trump’ın Başkan seçilmesini önleyemiyor...

Peki neden önleyemiyor acaba?..

Bu sorunun yanıtı yarına...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.