Şampiy10
Magazin
Gündem

Engellilere engel olmayanlar da var

Önceki gün, ‘Dünya Engelliler Günü’ydü... 3 Aralık.

Yine bir günlüğüne hatırladık onları.

Biz şanslılar gibi;

rahatça yürüyemeyenleri ya da iki elini istediği gibi kullanamayanları,

dünyayı iki gözüyle göremeyen veya iki kulağıyla duyamayanları...

Yahut hayat ile zihinsel engellerine rağmen baş etmeye çalışanları...

**

Haberlere konu olan hep, engellilere ekstra engeller çıkması oluyor malûm.

Eksiklerin, yanlışların düzeltilmesine yardım için olsun da zaten; sözüm yok.

Ama biraz da, engellilerin dünyasına güzellikler, mutluluklar taşıyanları konu etsek diyorum haberlere.

O ‘gönüllü’ler istediğinden, beklediğinden değil...

“Bakın işte böyleleri de var bu ülkede” demek, hem o insanların motivasyonuna katkı sağlar hem de duyarlılığı her yılın 3 Aralık günü ile sınırlı olanları teşvik eder belki.

Engelsiz Pedal

Bu yazıyı internet üzerinden okuyanlar lütfen 12 dakikanızı ayırıp izleyin şu linkten ulaşacağınız kısa filmi: http://vimeo.com/113283395

Ve görün nasıl güzel, nasıl özel insanlar var bu ülkede...

Hayatı engellilere zehir eden duyarsız, düşüncesiz birçoklarına inat, o insanların yaşamlarına bambaşka bir şekilde dokunan ‘Engelsiz Pedal Derneği’nin ‘Makam Şoförleri’.

4 sene önce İstanbul’da kurulan derneğin gönüllüleri, pedallarına bastıkları makam bisikletlerinde engellileri taşıyorlar.

Facebook ve Twitter’da, ‘engelsiz pedal’ adıyla bulabileceğiniz bu gönüllü hareket, bir grup gencin engelli çocukları, özel sepetli bisikletlerle İstanbul turlarına çıkarmasıyla başlamış.

Eğitim alıp ‘makam şoförü’ olarak pedal basan yeni gönüllüler ile büyümüş ve Ege’ye, Karadeniz’e uzanmış.

Engelli çocuklar mutlu, onların aileleri mutlu, ‘makam şoförleri’ mutlu.

Bu insanların imza attığı bu güzellikten haberdar olmak, onlarla gurur duymak, yapılanı duyurmak, esinlenmek... Çok mu zor?

Dinçer Özer Vurmalı Çalgılar Merkezi

Türkiye’nin en önemli vurma çalgılar virtüözlerinden Dinçer Özer, 8’incisine imza attığı Uluslar arası Vurmalı Çalgılar Festivali kapsamında, Ankara’da çok özel bir gece düzenledi mesela.

Özer, Ankara Yenimahalle Belediyesi ile birlikte yaptığı programda;

Antalya Yaşam Akademisi, Zihinsel Yetersiz Çocukları Yetiştirme ve Koruma Vakfı (ZİÇEV), Ankara Altındağ Kemal Yurtbilir Duyma Engelliler Ortaokulu Duyan Kalpler Ritim grubu ve ZİÇEV Kayseri Semazen Ekibi ile TUBİL Görme Engelli Halk Oyunları Ekibi’ni bir araya getirdi.

Bir düşünün...

Engelli semazenler, görme engelli folklorcular, duyma engelli perküsyonistler...

Dinçer Özer ile konuştum.

“Ülkemizin her köşesinde, eğitime, sanata, insan gelişimine gönül vermiş öğretmenlerimiz, emektarlarımız, gönüllülerimiz var. Ve onların emek verip yetiştirdiği harika çocuklarımız, gençlerimiz... Her türlü zorluğa rağmen olağan üstü işler çıkarıyorlar. Bu insanların yaptıkları, evet hepimizi duygulandırıyor. Ama sadece duygulanmak değil, gurur duymalıyız hepsiyle. Gurur duymalı ve destek vermeliyiz. Elimizden geldiği, gücümüzün yettiği kadar... Hepimizin yapabileceği bir şey var. Bunu unutmamamız gerekiyor” dedi.

Sonuna kadar haklıydı..

Yazının devamı...

Erdoğan'dan Putin'e 'Biz o defteri kapattık' mesajı

Tarih 1 Aralık 2014, pazartesi... Yer, Ankara Cumhurbaşkanlığı Sarayı... Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın konuğu, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin.

İkilinin bir buçuk saat süren görüşmesinde ele alınan konulardan biri de - doğal olarak - Suriye meselesi.

***

Konu kritik...

Hele Ankara ile Moskova arasında değerlendirilirken daha da hassas hâle geliyor.

Suriye başlığını Putin açıyor ve söze, "Sizin Suriye muhalefeti ile ilişkileriniz iyi. Biz de hem Esad hem de muhalefet ile temastayız" diye başlıyor.

Ardından, Suriye muhalefetinin önemli isimlerini geçen hafta Moskova'da ağırladıklarını anlatıyor. Esad muhaliflerinin, Rus yetkililer ile görüştüğünü...

Putin'in önerisi

Rusya Devlet Başkanı Putin, bu sözlerinin sonunda Cumhurbaşkanı Erdoğan'a somut bir öneri getiriyor Suriye konusunda:

"Biz Esad ile konuşuruz. Siz de muhalifler üzerindeki nüfuzunuzu kullanın; iki tarafı masaya oturtmayı deneyelim. Suriye'de yaşanan durumu, bir de bu yolla çözmeye çalışalım."

Erdoğan'ın cevabı

Putin'in, "Beşar Esad ile muhalif grupların temsilcilerini bir araya getirmeyi, iki tarafı görüşme masasına oturtmayı birlikte deneyelim" önerisine, Erdoğan'ın cevabı kısa ve net oluyor.

Cumhurbaşkanı, "Böyle bir buluşmanın artık zemini yok. Gelinen noktada böyle bir formül mümkün görünmüyor" yanıtını veriyor konuğuna.

Görüş farkı

Türkiye'nin görüşü malûm.

Ankara başından beri aynı noktaya vurgu yapıyor.

Hem Erdoğan'ın hem de Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun defalarca ve açık açık seslendirdiği şekilde, Türkiye, Suriye sorununun ancak 'Esed'siz bir formül ile çözülebileceğini savunuyor.

Ankara; kendi insanını öldüren, acımasız bir diktatör olarak adlandırdığı Esed'in yönetiminden ayrılacağı ve ülkede yaşayan bütün kesimlerin temsil edileceği, demokratik bir Suriye'den yana.

Rusya'nın durduğu nokta da malûm...

Putin, en azından şimdilik, Esadsız bir Suriye'ye sıcak bakmıyor. Moskova, Şam yönetiminin arkasında durmaya devam ediyor ve "Çözüm, Esad'ın koltuğunda kalacağı bir formül ile bulunsun" diyor.

Ankara, Esed'in bu önemli destek sayesinde halâ ayakta kaldığı gerçeğinden hareketle, Putin'den gelen öneriyi, diplomatik bir üslup ile ancak net şekilde geri çeviriyor.

Tayyip Erdoğan'ın Putin'in önerisine verdiği cevap, "Biz o defteri kapattık" anlamına geliyor.

Putin'in Ankara ziyaretinin ardından gün ışığına çıkan bu kritik bilgi şunu gösteriyor: Türkiye; Suriye konusunda içinde Beşar Esed'in yer aldığı hiçbir formüle değil yeşil, sarı ışık bile yakmadığını, 3 gün önceki görüşmede yaşanan işte bu tarihi diyalog ile bir kez daha ortaya koymuş oldu.

Yazının devamı...

Kışlalarda yeni hareketlilik

Bedelli askerlik bekleyenler artık mutlu. Genelkurmay Başkanlığı bugüne kadar, kamuoyu önünde kendini bağlayacak resmi bir açıklama yapmamıştı bedelli askerlik konusunda. Ancak askeri kaynaklardan gelen bilgiler doğrultusunda, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) yeni bir bedelli askerlik uygulamasına karşı olduğu biliniyordu.

Aynı kaynaklar, askerin muhalif görüşünü şu başlıklarda özetliyordu:

- “Daha önceki uygulamalar, amaca, hedeflenen ölçüde hizmet etmedi.

- Toplumda, parası olan - olmayan ayırımı gözetildiği gibi bir algıya yol açıyor ve eşitsizlik duygusu yaratıyor.

- İçinden geçilen kritik dönemde, askeri anlamda doğabilecek her türlü zafiyet her zamankinden de fazla sıkıntıya yol açar.

Ve nihayet...

- Mevcut kadro, halihazırda görev ihtiyacını zaten karşılamıyor.

Dolayısı ile uygun olan, mecburi askerlik uygulamasına halen geçerli süre ve koşullarda devam edilmesidir.”

Askerin bu yöndeki görüşlerini; bizzat Genelkurmay Başkanı’nın, doğrudan Başbakan’a bildirdiğini belirten kaynaklar son kertede hep şu noktayı vurgulamıştı:

“Bütün bunlara rağmen, karar hükümetindir. Alınacak siyasi karar hangi yönde olursa, TSK planlamasını buna göre yapacaktır.”

Nitekim öyle de oldu.

Hükümet kararını verdi, Genelkurmay ve Milli Savunma Bakanlığı ASAL (Askere Alma Dairesi) çalışmalara başladı.

Sözleşmeli er ve erbaş sayısı artacak

Başbakan Ahmet Davutoğlu dün bedelli askerlik bekleyenlere müjde verirken, şu önemli açıklamayı da yaptı:

“Sözleşmeli er ve erbaş alımlarıyla ilgili ciddi kolaylaştırmalar getiriyoruz. Bu alımları 20 yaşına kadar indireceğiz, askerlik yapmadan da er ve erbaş alabilecek. Böylece askerliği meslek edinmiş mensupların oranını artıracağız.”

Bugüne kadar sözleşmeli er ve erbaş olabilmek için 25 yaşını doldurmamış ve askerliğini yapıyor ya da terhisinin üzerinden 3 yıldan fazla süre geçmemiş olması gerekiyordu.

Şimdi askerliğini yapmış olma şartı ortadan kalkıyor. En önemli nokta bu.

Yani artık 20 yaşında bir genç, koşulları uygunsa, doğrudan sözleşmeli er olarak üniforma giyebilecek. Zorunlu askerliğini de bu görevinin içinde yapmış olacak.

Halihazırda, görev yaptığı yere göre bin 600 TL ile 3 bin TL arasında aylık maaş alan sözleşmeli er ve erbaşlar; (bugünün rakamlarıyla) 3’üncü yılın sonunda ayrılmaları halinde 25 bin, 7 yıllık sözleşme süresinin sonunda ise 60 bin TL tazminata hak kazanıyorlar.

Bu da, özellikle işsiz genç erkekler için, Türkiye koşullarında hatırı sayılır bir iş ve gelir imkânı demek.

Bakalım kaç kişi başvuracak?

Başbakan Davutoğlu, bedelli askerlik uygulamasından yararlanmak için 700 bin kişinin başvurmasını beklediklerini açıkladı.

Hükümetin beklentisinin gerçekleşmesi halinde, Hazine’ye büyük bir gelir sağlanmış ve buradan TSK’ya çok ciddi bir kaynak yaratılmış olacak:

700 bin X 18 bin TL = 12 milyar 600 milyon TL.

Şu an için ödemenin peşin yapılması öngörülüyor.

Bu da, bankalarda ’bedelli kredisi’ çalışmalarının dün akşam itibariyle başlaması anlamına geliyor.

Bakalım peşin ya da kredi kullanarak; beklenen bu 700 bin kişiden kaçı bedelli askerlik yapma imkânını bulabilecek?

Yazının devamı...

Osman Öcalan'ın o cümleleri

Orhan Miroğlu, Erbil'de Osman Öcalan ile görüşmüş. Röportaj dünkü Star Gazetesi'nde tam sayfa yayınlandı.

Tam da çözüm sürecinde kritik bir viraja girilmişken dikkat çekici tespitleri var Osman Öcalan'ın.

Elbette Osman Öcalan'ın PKK'dan ayrılış süreci ve sonrasında oturduğu çizgiyi göz ardı etmeden okumak gerekiyor söylediklerini.

Elbette verdiği mesajların geçmişin izlerinden bağımsız olduğunu düşünmek olanaklı değil.

Ancak diğer taraftan; Osman Öcalan'ın sadece İmralı'daki ağabeyini en iyi tanıyan isim değil, aynı zamanda örgüt içi dengelere de halen hakim olduğu gerçeğini de unutmamak gerekiyor.

Hem bu yüzden hem de uzun süredir (bu köşede de defalarca altını çizdiğimiz gibi) İmralı - Kandil hattında var olan 'kısa devre'lerin teyidi niteliğinde olması sebebiyle dikkate almak gerekiyor Osman Öcalan'ın şu sözlerini:

1.) Bana göre iki PKK var, biri Kandil PKK'sı diğeri İmralı PKK'sı. İmralı PKK'sı halkın PKK'sıdır. Kandil PKK'sı ise biraz daha farklı özelliklere sahiptir.

2.) Kandil PKK'sı Öcalan'ı reddederek siyaset yapamayacağını, onun kitle gücü karşısında varlık gösteremeyeceğini bildiği için, Apo'ya "Evet" diyecek, resmen kabul edecek ama fiilen kendisini uygulayacak. Farklı uygulamalar içinde olacak. Kandil'in bugüne kadar izlediği strateji odur.

3.) Çözüm sürecine rağmen, en karşıt görüşleri bile sanki Apo'yu kabul ediyormuş gibi görünerek uyguluyorlar. Hiçbir zaman söylemde Apo'yu reddetmezler ama bana göre uygulamaya gelince Apo'nun büyük bir ret olayı yaşadığını söyleyebilirim.

Osman Öcalan böyle diyor.

Sürecin başından bu yana yaşananlar da, kardeş Öcalan'ın yorumu ile örtüşüyor.

Bu durumda ortaya üç net soru çıkıyor:

1.) Ankara çözüm konusunda ne denli iyi niyetli ve kararlı olursa olsun, karşısında böyle bir yapı varken sürecin başarıya ulaşması ne derece mümkün?

2.) Çözüm süreci başarılı olamazsa, bu sonucun sorumlusu kim olur?

3.) Osman Öcalan'ın ifadesi ile gerçekten "İmralı PKK'sı, halkın PKK'sı" ise sözü edilen 'halk'ın da net tavır sergileyip sürece katkıda bulunması gerekmez mi?

"Atatürk'ü ben öldürdüm"

Kitabın adı bu. Yazarı, kendini "Atatürk devrimcisi ve milliyetçi bir gazeteci" olarak niteleyen İsmet Orhan.

Orhan, kitabın isminin 'çarpıcı' olmanın ötesinde derin bir özeleştiriye dayandığını söylüyor.

Yazar, bu özeleştirinin 'kişisel' olmadığını, önsözün son bölümünde şu şekilde izah ediyor:

"Ben, sen, o, biz, siz, onlar, hepimiz, hep beraber el ele vererek Atatürk'ü öldürmeye karar verdik.

Onu öldürmek için putlaştırdık.

Öldürmek için ideolojiyi yarattık.

Öldürmek için adının arkasına saklanacağımız dernekler kurduk.

Öldürmek için her sokağa, mahalleye, köprüye adını verdik.

Öldürmek için her köşeye heykellerini diktik.

Öldürmek için apartman boyu resimlerini astık.

Öldürmek için artık kendisine benzemeyen tablolar çizdik.

Öldürmek için camileri kullandık, onu itibarsızlaştırdık.

Öldürmek için sokakları kana bulayıp onun adını kullandık.

Öldürmek için hakkında olmadık dedikodular ürettik.

12 Eylül sonrasında üniversitelere adını, zorunlu derslere koyarak öldürdük.

Nihayetinde, mezarının gölgesinde siyaset üretmeye başladık.

Öldürmeye kararlıydık ve sonunda öldürdük.

Ben de Atatürk'ü öldüren milyonlarca kişiden biriyim."

Adını işte böylesine iddialı bir yaklaşımdan alan 496 sayfalık bu biyografik roman Nemesis Kitap'tan çıktı.

Yazının devamı...

Bahçeli Tunceli’de

Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli bugün Tunceli’de.

Ankara’dan dün karayolu ile Elazığ’a giden Bahçeli ve beraberindekilerin seyahati, geceyi burada geçirip, sabah Tunceli’ye geçmek üzere planlandı.

Devlet Bahçeli çok mecbur kalmadıkça uçak ile seyahat etmeyen bir siyasetçi. Otomobil ile Ankara’dan çıkıp Elazığ üzerinden Tunceli’ye gidecek ve bu gece Ankara’ya dönecek olan Bahçeli, iki günde toplam 2 bin kilometreye yakın yol yapmış olacak.

Cemevi ziyareti

MHP Lideri Tunceli’de miting ya da salon toplantısı yapmayacak. Yani programda halka hitap yok.

Valilik ziyaretiyle başlayacak olan Tunceli gezisi, kent merkezinde esnaf ziyareti ile devam edecek.

Bahçeli’nin Tunceli’deki son durağı cemevi olacak.

Devlet Bahçeli, cemevi ziyaretinin ardından kentten ayrılacak.

“Fitneye izin vermeyin” mesajı

MHP Genel Başkanı, Tunceli’deki temasları sırasında gazetecilerin sorularını da yanıtlayacak.

Bahçeli’nin vermesi beklenen mesajları - mealen - şöyle özetlemek mümkün:

- Biz buraya yüzlerce koruma ile değil, herkes gibi, rahatça geldik.

- “Tunceli’ye gidemezsin” demek, bir muhalefet partisinin ülkenin herhangi bir noktasına gidemeyeceğini iddia etmek, fitnedir. Tunceli insanı fitneye izin vermemeli, bu oyuna gelmemelidir.

- Geçmişte yaşananlar üzerinden bugün siyaset yapmak yanlıştır. Biz herkesle helalleştik. - Bin yıllık kardeşliği zedelemek, bu kardeşliği bozmaya çalışmak tehlikeli bir oyundur. Buna izin vermeyiz.

- Biz nereye, ne zaman gideceğimize kendimiz karar veririz ve gideriz.

- Bize kimse meydan okuyamaz. Meydan okuyacak biri varsa, o MHP’dir.

Bahçeli’nin bugün Tunceli’de vermesi beklenen mesajlar ana hatlarıyla işte bunlar.

Başbakan ne diyecek?

MHP Lideri’nin Tunceli ziyareti, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Bahçeli’nin sözlerine tepki gösterdiği Meclis grup konuşmasındaki “Hodri meydan” çıkışının üstüne gerçekleşiyor.

Yani Devlet Bahçeli’nin yaptığı, Davutoğlu’nun meydan okumasına, karşı bir meydan okuma niteliğinde.

Durum böyle olunca, konunun gelecek haftaki Meclis grup toplantılarında ikilinin yapacakları konuşmalarda da yerini koruyacağına kesin gözüyle bakabiliriz.

Bahçeli’nin gelecek salı, Tunceli ziyaretini anlatıp Başbakan’a yüklenmesi sürpriz olmayacaktır.

Davutoğlu’nun da, MHP’nin ancak kendilerinin zorlaması ile Tunceli’ye gitmeyi aklına getirdiğini söyleyip, böyle bile olsa Bahçeli’nin Tunceli’ye gitmesinden ve bu ziyarete vesile olmaktan memnuniyet duyduğu şeklinde bir yaklaşım sergileyeceğini tahmin edebiliriz.

Bakalım, göreceğiz...

Hem iki siyasetçinin neler söyleyeceğini hem de tahminlerimizin ne ölçüde tutacağını.

Yazının devamı...

Çankaya’da yeni dönem

“Çok genç ve çok kaliteli bir kadro ile çalışıyoruz. Ekip olarak özel sektör tecrübemizi belediyeciliğe taşıdık. Eski alışkanlıkları tek tek yıkıyoruz. ‘Mümkün değil, yapılamaz’ denilenleri yapıyoruz ve yapmaya devam edeceğiz.”

Çankaya Belediye Başkanı Alper Taşdelen işte böylesine iddialı.

***

Geçen hafta, gecikmiş bir “Hayırlı olsun” ziyaretine gittim Taşdelen’e.

Kızılay’daki eski SSK İşhanı binası, pırıl pırıl bir belediye hizmet binasına dönüşmüş. Çankaya Belediye Başkanlığı’nın ana giriş kapısındaki merdivenlerde onlarca insan oturuyordu. Ellerinde gitarlarıyla gençler vardı mesela merdivenlerde. İnsanların girişi kapatmamaya özen gösterip geniş merdivenlerin kenarlarına oturmuş olması da hoş bir manzaraydı, belediyenin güvenlik görevlilerinin bu duruma herhangi bir müdahalede bulunmaması da öyle.

***

“Hoş Geldiniz Masası” adlı bir birim var ana giriş kapısının hemen yanında.

Makam odasında orayı sordum Taşdelen’e. Anlattı:

- Belediyede işi olan Çankayalı artık, birimleri, odaları, katları gezmiyor. Hoş Geldiniz Masası’na geliyor, banka şubelerindeki gibi sıra numarasını alıyor, hosteslerimiz çay kahve servisi yapıyor, vatandaş böyle bir ortamda işini görüyor. Belediyenin görev alanındaki her iş artık buradan ve çok kısa sürede sonuçlanıyor. Burası bir şikayet masası değil, o her belediyede var. Bizimki işin yapıldığı yer.

- Binaya girip, ilgili daireye gitme devri kapandı yani öyle mi?

- Aynen öyle. Günlük raporlar geliyor bana her akşam. Bakın son bir ayda 14 bin 111 kişiye hizmet vermişiz Hoş Geldiniz Masası’ndan. İş yeri açma ruhsat başvurusundan hafta sonu çalışma izin belgesine, rayiç değeri öğrenmeden sicil birleştirmeye, borç ödemeden borcu yoktur belgesi almaya, imar başvurusundan imar durum bilgisi almaya kadar bütün işlemleri oradaki 40 uzman arkadaşımız yapıyor.

- İşler hızlandı mı pekiyi bu yolla?

- Hem de rekor seviyede hızlandı. Bakın mesela bugün, numarasını alan vatandaş ortalama 2 dakika 11 saniye sonra masada, görevlinin karşısında işlemine başlamış. Başvurusunu yapıp belediyeden ayrılma süresi ise ortalama 4 dakika. İşlemi sonuçlanınca, vatandaşımızın cep telefonuna kısa mesaj gönderiyoruz, “Yarın şu saatte gelip evrakınızı alabilirsiniz” diye.

**

1989 - 1999 arasında babası Doğan Taşdelen’in oturduğu koltukta şimdi oğlu var. Titiz, hatta (olumlu manada) ‘takıntılı’ sayılabilecek bir politikacı Alper Taşdelen. İşte bu özelliğine küçük bir örnek:

- O dönem babamın makamında, koltuğunun arkasında bir Atatürk resmi asılıydı. Ben de çok severdim o resmi. Başkan seçilince o resmi sordum, kimse bilmiyordu. Tesadüfen belediyenin ek binalarından birinde çay ocağında çıktı karşıma. Aldım, temizlettim, şimdi benim koltuğumun arkasında asılı o resim. Bana güç veriyor. O güçle, diğer hizmetlerin yanı sıra bir kültür ve sanat başkentine dönüştüreceğiz mesela Çankaya’yı.

***

Çankaya’nın farklı semtlerinde, farklı renklerde kaldırımlar göze çarpıyor son dönemde. ABD’de, Washington’da görmüş, araştırmış ve şimdi Ankara’da uyguluyor Alper Taşdelen. Cep telefonundan fotoğrafları gösterip heyecanla anlatıyor:

- Farklı bir çeşit asfalt bu. Zemin şekli ve rengini istediğimiz gibi verebiliyoruz. Kaymıyor olması çok önemli. Ayrıca çok dayanıklı, yıllarca dayanıyor. Öyle her sene kaldırım yenileme dönemini de bitiriyoruz böylece. Maliyeti de eskisine göre çok makul. Bozulan bölümlerinin onarımı çok kolay. Zaten eskimiyor ama ihtiyaç halinde boyasını yeniliyorsunuz, pırıl pırıl oluyor.

***

Başkan 40 yaşında.

Vekili Selçuk dereli 45, yardımcılarından Yasemin Asil 46, Turgay Bozoğlu 50, Nafiz Kaya 43, Gülsün Bor Güner 40, Anıl Sevinç 39 yaşında.

Alper Taşdelen bizzat kurduğu bu genç kadronun siyasette ve belediyecilikte yeni, özel sektör kariyerlerinin ise parlak olmasının altını çiziyor.

- Devletin merkezi olmasının yanı sıra ülkenin en büyük ilçesini yönetiyoruz. Çankaya’nın nüfusu 980 bin. Gündüz nüfusu 2 milyonu aşıyor. Türkiye’nin birçok şehrinden daha büyük bir ilçe burası. Biz de bu gerçeklerin bilinci ile görev yapıyoruz. Partizanlıktan, tartışmadan uzak şekilde, sadece Ankara’da değil, Türkiye’de örnek bir belediyecilik yapıyoruz ve yapacağız.

Yazının devamı...

Bir sanatçının isyanı

“Kırgınlık... Tabii ki kendimi yenileme, kendimi aşma arayışı da var ama Ankara’dan Toronto’ya gitmemdeki asıl sebep maalesef bu; kırgınlık.”

Ressam Hikmet Çetinkaya’ya ait bu sözler...

Tuvallerin üzerine serpiştirdiği gelincikler ile özdeşleşen, “Gelinciklerin ressamı” olarak tanınan Çetinkaya’ya...

**

Eşi Oytun Çetinkaya ve küçük oğulları Doruk ile birlikte hayatının yarısını Kanada’da sürdürüyor Çetinkaya.

Bu aralar Ankara’daymış.

Karşılaştık, sohbet ettik...

**

- Neden gittiniz Kanada’ya? Küstünüz mü, kaçtınız mı?

Kaçmadım. Bir terk ediş değil bu kesinlikle... Burası benim ülkem. Gurur duyduğum ülkem. Orada, Türk olduğumu öğrendiklerinde yaşadıkları şaşkınlık bana gurur veriyor mesela. Ülkeme borcumu da böyle ödediğimi hissediyorum. Ama evet, biraz uzaklaşmak istedim. Kendimi yenilemek, kendimi aşmak için... Fakat asıl sebep tabii ki kırgınlık. Bizim camiadaki, sanat dünyasındaki kirliliğe bulaşmama, temiz kalma arayışı biraz da.

**

- Bu ‘kirlilik’ ifadesi bütün bir camiayı lekelemiyor mu? Biraz açsak bunu...

Elbette sanatçının da, galericinin de, müzayedecinin de, eksperin de, koleksiyonerin de olması gerektiği gibi olanı, saygı değeri, eli öpülecek olanı var ama bir o kadar da bu dünyayı kirleten var maalesef. Ben önce, bir sanatçı olarak özeleştiri yapıyorum. Biz sanatçılar ne yaptık, ne kadar yaptık, neyi ne derece doğru yaptık bunu sorguluyorum. Biz kendi evimizin, atölyemizin önünü ne kadar temiz tuttuk?

- Mesela ne yanlış yaptınız ressamlar olarak?

Bakın, Türkiye’de pasta küçük. Sanatçı kesimi, bu pastadan pay kapabilmek için kaşığı öyle hoyratça salladı ki pastaya; birbirimizin de gözünü çıkardık, başkalarının da. Oysa yapmamız gereken pastayı büyütmek için uğraşmaktı. Genelde bunu yapmadı bizim sanatçılarımız.

**

- Toronto’da ressam olmak ile Ankara’da ressam olmak arasında ne fark var peki?

En basit fark, gördüğünüz muamele, size verilen değer... Belediye başkanından, pasaport kontrolündeki polise kadar saygı görüyorsunuz. Günlük yaşamda da öyle... Bir resim yapıp astığınızda, bizde genellikle, “Ne var bunda, çok basit, bunu ben de yaparım” türünden yaklaşımlarla karşılaşırız biz. Orada ise insanlar saygı duyuyor, çözmeye çalışıyor, anlamak istiyor, “Acaba hangi duyguyla yaptı” diye sorguluyor. Benim Kanada’da gördüğüm şu oldu... Özgünlük çok önemli. Bizim yurt dışına açılamayışımız özgün olamamaktan kaynaklanıyor. Kusura bakmasınlar ama yine açık konuşacağım; çoğunluğun yaptığı çalma, çırpma çünkü.

**

- Eşiniz, çocuğunuz, siz... Ufkunuzun değiştiğini mi anlamalıyım bu anlattıklarınızdan?

Doruk daha küçük... Oytun da, ben de sürekli maalesef kıyaslıyoruz her şeyi... Burada var, bizde neden yok diye hayıflanıyoruz. Trafiği, ormanları, hayvan haklarını... Her şeyi kıyaslıyoruz üzülerek. Ve görüyoruz ki iş gelip yine eğitime dayanıyor. Bizde “Bırak cahil kalsın” anlayışı var. Çünkü insanlar eğitimsiz olduğu sürece rant var bizde. Kadercilik var. Bir insan ölüyor, hep “Kader böyleymiş...” Orada ise hep sorgulama... Biri öldü, neden önlem alınmadı? Bir başkasının ölmemesi için neler yapmalıyız? hep eğitim ve özgüven var.

**

Sevip sevmemek, beğenip beğenmemek ayrı mesele; Hikmet Çetinkaya “Kral çıplak” diyor ve o sadece bir örnek.

Resim dünyası, sanat camiası da öyle.

Hemen her alanda geçerli bu yazıda anlatılanlar.

Ne çok seviyoruz kırmayı, ne iyi biliyoruz küstürmeyi, kaçırmayı.

Sonra da, ‘beyin göçü’nden dert yanıyoruz.

Küstürdüklerimiz gittikten sonra değerli oluyor.

Kaçırdıklarımızın kıymetinin farkına kaybettikten sonra varıyoruz.

Böyle gelmiş, böyle gidiyor.

Yazının devamı...

Bir ziyaretin yarattığı his

Dün öğle saatleri...

Ankara Güven Hastanesi’nde, alışılmışın ötesinde bir kalabalık var.

Lobide bekleyenler; gencinden yaşlısına, meşhurundan pek tanınmayanına kadar, Türkiye’de futbolun en çok tartışılan insanları. Yani hakemler...

Hastanenin 3’üncü katında yatan Cüneyt Çakır’a geçmiş olsun demek, moral vermek ve şifa dilemek için oradalar.

**

Saat 13.00 civarında hastanedeki hareketlilik en üst seviyesine çıktı. Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) Başkanı Yıldırım Demirören geldi hastaneye.

Yanında TFF Yönetim Kurulu’ndan Servet Yardımcı ile Cengiz Zülfikaroğlu ve Merkez Hakem Kurulu (MHK) Başkanı Zekeriya Alp vardı Demirören’in.

Cüneyt Çakır’ın babası, eski hakem Serdar Çakır karşıladı heyeti. İlk sözü de, “Cüneyt, ‘Başkanım beni yalnız bırakmaz’ demişti, haklıymış. Buraya kadar gelip yanımızda olduğunuzu hissettirmeniz öyle önemli ki... Hoş geldiniz” oldu.

**

Hastanenin 3üncü katında, Çakır’ın yattığı odada yapılan görüşme basına kapalı gerçekleşti. Çıkışta, TFF heyeti ve MHK Başkanı’nın aralarındaki sohbette altını çizdiği, hastane lobisindeki kalabalıktı. Yani zor gününde, hakem arkadaşlarının Çakır’ın yanına koşması...

Heyettekilerin sohbetinde, bu dayanışma ruhunun önemine vurgu vardı.

Lobideki hakemler arasında konuşulan ise İstanbul’dan gelen üst düzey konukların ziyaretiydi.

Eski hakemlerden biri, “Biz yıllardır işte hep bunun eksikliğinden dert yandık. Hep sahipsiz kalmaktan şikayet ettik. Bu ziyaret ile sahipsiz olmadığımızı hissettik. Zor günümüzde yanımızda olunduğunu gördük. Demek ki olabiliyormuş, demek ki çok zor bir şey istemiyormuşuz” dedi.

Sorumluluk duygusu ağır

Cüneyt Çakır, FİFA’nın en gözde 5 hakeminden biri.

Yani dünya futbolunda, alanında ilk 5’te yer alıyor.

Maçın 28’inci dakikasında hissettiği rahatsızlığa rağmen ilk 45 dakikayı tamamlamak istemesi muhtemelen işte bu gerçeğin yarattığı ağır sorumluluğun bir sonucu.

O dakikada oyunu durdurup 4’üncü hakemin yanına geldiğinde su içmesi, arkadaşından üzerinde taşıdığı mikrofon ve kulaklık sistemini düzeltiyormuş gibi yapmalarını isteyip dinlenmek için zaman kazanmaya çalışması da yine aynı psikolojinin neticesi büyük olasılıkla.

Devre arasında MHK Başkanı Zekeriya Alp’i arayıp devam edemeyeceğini söylediğinde, Alp’in, “Ne oldu, adalende mi bir sorun var?” sorusunu, “Evet” diyerek geçiştirmesi de yine bu nedenle belli ki.

Ve ambulans teklifini reddedip stattan hastaneye taksiyle gitmeyi tercih etmesi de...

Sırtındaki ağrı ve nefes almakta güçlük çekmesi, kalp krizi geçirdiğini düşündürmüş tecrübeli hakeme. Buna rağmen kimseyle paylaşmamış yaşadığı rahatsızlığın boyutlarını.

İlk gittiği hastanede durumu fark edilmiş ve Güven Hastanesi’ne yönlendirilmiş.

Babası Serdar Çakır, bir yandan eski bir hakem olarak, aynı alanda dünya markası olan oğlunun kariyeri ile ilgili kaygılanıyor ama asıl ve öncelikli olarak evladının sağlığının her şeyden önemli olduğunu söylüyor. Her baba gibi...

“Keşke hiç kendini zorlamasaymış, sıkıntı hissettiği anda bıraksaymış” diyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.