Şampiy10
Magazin
Gündem

“İş Adamı” ya da “İş İnsanı” Tartışmasına Dair…

Kadınların iş yaşamında ve daha kapsayıcı olarak hayatın içerisinde hak etmedikleri bir konumda olduğunu kimse inkar edemez. Özellikle siyasetçilerin her seçim döneminde “kadınlara daha fazla temsil hakkı vereceğiz” şeklindeki değerlendirmeleri iyiniyetli bile olsa geleneksel kadın-erkek rekabetinde hayata geçirilemiyor…

Oysa ki kadının yeteneği/mesleği ile orantılı bir işte çalışıyor olmasının ekonominin tümü açısından büyük önemi var. İşgücüne katılım oranı erkeklerde %71.8 düzeyindeyken, kadınlarda %33.4 ve işsizlik oranı da kadınlarda %3-4 düzeyinde daha yüksek. Bundan daha vahim olanı TÜİK’in açıkladığı verilere göre çalışmayan ve aynı zamanda hiçbir yerde öğrenim görmeyen genç nüfusta kadınların oranı %32 seviyesinde.

İşte bu tablo karşında kadınlar hem ülke ekonomisine hem de aile bütçesine katkı sağlayamıyor.

Elbette Türkiye’de işsizlik yapısal bir sorun. “Alacağım ücrete bakılırsa evimde oturur çocuklarıma bakarım” diyen kadın sayısı azımsanamaz.

Bir de şiddet boyutu var.

Kadir Has Üniversitesi tarafından gerçekleştirilen “Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Algısı” araştırmasına göre Türkiye’de kadınların en büyük sorunu % 61 ile “şiddet”...İkinci sırada işsizlik geliyor. Üçüncü sırada eğitim. Zaten bu üçü birbiriyle ilişkili. Eğitim alan, kendi ayakları üzerinde durabilen kadınların şiddetten etkilenmesi daha düşük bir ihtimal.

Hal böyle olunca kadınların adaletli yer bulabilmesi açısından farkındalığı artıracak çalışmalar, projeler devreye konuluyor. Bunlardan birisi de “iş adamı” kavramını bırakarak “iş insanı” demenin sağlanması…

Benim burada başka bir önerim olacak.

Ancak önce aklıma gelen başka bir örneği paylaşayım. Özellikle Yönetim ve Strateji alanında çalışanlar bilirler. Hollandalı bilim adamı Hofstede’nin kültürlerarası sınıflandırmasında erillik (erkeksi)-dişilik diye bir ayrımı vardır. Bazı Türkçe çalışmalarda erkeğe ve kadına özgü değerler şeklinde ayrılmaktadır. Ve bir çok uluslararası toplantıda araştırmadaki bu boyut eleştiri almaktadır. Çünkü erkeksi kültürün özellikleri güç, zenginlik, statü, bağımsızlık, başarı olurken dişi kültürde değerler, ilişkiler, yaşam kalitesi öne çıkar.

O halde kadın başarılı, bağımsız, güç ve statü sahibi olamaz mı? sorusu araştırmacıların eleştirileri arasında yer almaktadır.

Bu ayrımın yanlışlığı bir tarafa bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde kadın hayatın içinde vazgeçilmez sayılmadığı için geri sıralarda kalmaktadır. Eskiden Türklerde kadın-erkek eşitliği daha etkili ve yerleşikti. İmparatorluk dönemleriyle birlikte bu anlayış kadın ve erkek arasında bir sınıf doğmasına da sebep oldu. Türkistan çağının temsilcileri olan Orta Asya ülkelerinde hala eski geleneklerin izleri vardır. Kadınlar genelde hayatın içindedir.

İş adamı-İş kadını ayrımına gelince…Türk Dil Kurumu Sözlüğünde “İnsan”, “Erkek kişi, kadın karşıtı” olarak geçmekte. Yani “iş adamına” “iş insanı” denmesinin kavramsal olarak ciddi bir farklılığı yok. Aslında öz Türkçede adam kelimesi hem kadın hem de erkeği işaret ediyor. Bizdeki “adamlık” kavramı her ikisi için de geçerli olmalı. Öyle kadınlar var ki benim diyen erkekten daha adam…

Bu sebeple Michigan Üniversitesinden dünyaca ünlü Türkolog Prof.Dr.Timur Kocaoğlu hocamı aradım. Onun önerisi olan “İş Kişisi” daha tutarlı ve dinamik bir kavram olarak tercih edilebilir.

Yazının devamı...

Üst kademe yöneticilerini kim nasıl atayacak?

Önceli gün açıklanan kabinenin ardından bakan olan isimler konuşulmaya devam ediyor. Bir süre sonra uygulamalarıyla da irdelenecekler. Ancak bu yeni süreçte bakanlığa atanan isimler kadar önemli olan, yeni düzenlemelerde nelerin değiştiğidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan yemin töreni sonrası yaptığı konuşmada “iskeleti diktik çatısını çatıyoruz” demişti. Gerçekten de bu devasa bir çatı ve iskeletin dikilmesinden daha uzun ve meşakkatli bir yol…

İçerisinde sadece yazılı metinler ve kavram değişiklikleri olmayacak. Aynı zamanda ülkenin hem insan kaynağına uygun olmalı hem de söz konusu düzenlemeler potansiyel insan kaynağınızı harekete geçirebilmeli…

Hal böyle olunca özellikle bakanların emirinde çalışacak üst düzey görevlilerin ve ilgili kurumların tepe yöneticilerinin kimler olacağı, nasıl atanacağı da hayati öneme sahip…Dün çıkarılan 3 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinde üst kademe yöneticileri ile kamu kurum ve kuruluşlarında atama usullerinde köklü değişiklikler yapıldı. Özellikle bu kadrolara atanmak isteyenler dikkatle takip etmeliler…

Peki neler değişti?

1-Üst kademe yönetim kadroları iki kısma (cetvel halinde) ayrıldı. Birinci kısımda Cumhurbaşkanının hiçbir bakan ya da kurumun teklifi olmaksızın resen atama yaptığı kadrolar yer alıyor. İkinci kısımdaki kadrolara ise ilgili bakan veya kurumun teklifi, Cumhurbaşkanının onayı ile atama yapılıyor. Bunların dışındaki tüm kadrolara Cumhurbaşkanı yardımcısı ve bakanların atama yetkisi bulunuyor.

2-Doğrusu bu dağılıma bakıldığında Cumhurbaşkanının yürütmenin tek yetkilisi olduğu açıkça görülüyor. Birinci kısımdaki kadrolara atananlara verilecek ücret ve diğer özlük hakları 657 sayılı kanuna ve diğer sözleşmeli kamu personeline verilen haklara bağlı olmayacak. Bu görevlerde çalışırken görevden alınanlar veya görev süresi dolanların, eğer aylık almaya hak kazanmışlarsa emekli ikramiyeleri bir kat kadar fazla ödenebilecek.

3-Birinci kısımdaki kadrolara, yani doğrudan Cumhurbaşkanınca atanacaklara kamu ya da özel sektörde 5 yıl çalışma şartı getiriliyor. Özel sektörde 5 yıl sigortalı çalışmış ve 4 yıllık üniversite mezunu olan kişiler de bu üst düzey kadrolara atanabilecek. Liste çok uzun olduğu için öne çıkanları verelim. Bakan yardımcıları, Cumhurbaşkanlığı Ofis Başkanları, TRT Genel Müdürü, MİT Başkanı, SGK Başkan ve yardımcıları, Diyanet İşleri Başkan ve Yardımcıları, Merkez Bankası Başkan ve Yardımcıları, Valiler, Büyükelçiler, Genel Müdürler, YÖK Üyeleri, Rektörler, TİKA Başkanı, Bakanlıkların Teftiş Kurulu Başkanları vb. devam ediyor. Bu görevlere gelenlerin süreleri cumhurbaşkanının süresiyle sınırlı olacak.

4- Bir de ilgili bakanın önerisi ve cumhurbaşkanının onayı ile atanacaklar bulunuyor. Bu görevlere gelmek için kamuda en az 5 yıl hizmet koşulu var. Sadece bölge ve il müdürleri özel sektörde çalışabilecek. TRT Yönetim kurulu üyeleri, TÜİK, TOKİ, TİKA gibi bazı kuruluşların başkan yardımcılıkları, Polis Akademisi Başkanı, TÜBA Başkanı, Bakanlıklardaki genel müdür yardımcıları, daire başkanları, bakanlık müfettişleri, bakanlık hukuk müşavirleri, bölge müdürleri, il müdürleri, il emniyet müdürleri, müftüler, vali yardımcıları ve kaymakamlar…

Yazının devamı...

Çorlu’daki kaza önlenebilir miydi?

Çorlu’daki tren kazasında 24 kişi hayatını kaybetti, çok sayıda vatandaş yaralandı. Gerçekten ülkemiz için büyük kayıp, dayanması zor bir acı…

Artık geriye getirmek mümkün değil.

Ancak şimdi sorumluların bulunması ve bir daha böyle bir kazanın yaşanmamasını sağlamak çok önemli. Zira son 60 yılda 14 büyük tren kazası yaşanmış ve bunların 9’u çarpma/çarpışma geri kalanı raydan çıkma şeklinde gerçekleşmiş. Bunlardan 2004 yılında Sakarya Pamukova’da 41 kişinin yaşamını yitirdiği kazaya ilişkin dava yaklaşık 10 yıl sürdü. Genel Müdürlük’te 4/8 suçlu bulunmasına karşın sadece makinistler ceza aldı. Dolayısıyla bu süreçte adaletin tecelli etmesi kayıplarımız açısından oldukça önemli.

Olay sonrası yansıyan bilgilere göre 14.20-15.10 arası yoğunlaşan yağmur zemin kaymasına neden oluyor ve bu noktaya gelindiğinde ilk vagondan sonra 6 vagonun raydan çıkması 17.00 sularında gerçekleşiyor. Tren ise 15.45’te yola çıkıyor. Yani zemindeki kayma birden bire olmuyor.

Olayla ilgili TCDD’yi iyi bilen bazı isimlerle görüştüm. Burada iki aşama var. Birisi imalat. Yani ray ile toprak arasında konulan malzemenin ne olduğu…Nitekim esnekliği de sağlayan ve dolgu malzemesi adı verilen bu malzemeler gerektiğinde 1.5 metre büyüklüğünde olabiliyor.

Projede böyle bir malzeme var mıydı? Yeterli biçimde kullanıldı mı?

İkinci aşama en az proje kadar önemli. Zira çok basit sanılan şeylerin aslında nice hayatlar kurtardığını daha iyi anlıyorsunuz. Öyle ki bu kez demiryolu hizmet sisteminin bakım ve işletme boyutu devreye giriyor. Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan’ın dediği gibi her yıl düzenli şekilde yapılan bakım ve kontrollerin dışında her gün bu faaliyeti yerine getiren görevliler var. Bunlar kısım şefi, şube şefi gibi unvanlarla merkezi yönlendiren görevliler.

Olayın bu boyutunda çok önemli bir hizmetin eksikliği dikkat çekiyor. Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası, yol bekçilerinin artık görev yapmadığını, 5 yıl önce bu personelin yenisinin alınmadığını söylemişti.

Hemen aklıma yol bekçiliği yapan İbrahim Çivici geldi. Al Jazeera Türk’ün hazırladığı videodaki samimi açıklamaları ile ilgi görmüştü. Zira haftada 75 km yol yürüyen birisi olarak “ailecek hiç tatilimiz olmadı” sözü yankı uyandırmış ve Fatih Belediyesi bu isteği karşılamıştı. O videoyu mutlaka izleyin. Rayların, köşesindeki vidaların, hasar görmüş yerlerin nasıl kontrolden geçtiğini göreceksiniz.

Yol bekçileri her gün yaklaşık 10 km’lik mesafeyi kontrol ederek amirlerine imzalatıyorlardı.

Gerçekten artık yoklar mı?

Evet…TCDD’nin 2004’te yürürlüğe gire 105 no’lu emri kaldırılınca yol bekçileri de kaldırılmış. Gerekçesi personel yetersizliği ve görevde yüksel sistemine geçiş. Şuan ilgili WEB sayfasında gözükmüyor. Yeni emirde özelikle yol baş kontrolörü/kontrolörleri kısmında “heyelan, sel tahribatı” vb olaylarda yapılacaklar yazıyor. Sorumluluklar belirtiliyor.

Bakalım şimdi incelemelerde projede mi? Uygulanmasında mı? Ya da denetlenmesinde mi? problem olduğu ortaya çıkacak.

Yazının devamı...

Türkistan: İki dünya eşiği...

Bugün ülkenin iç siyasetinden, seçim sonuçlarını analizden biraz uzaklaşıp bozkırda yeşeren bir inşa sürecine dikkat çekmek istiyorum.

Orta Asya bozkırlarına...

Dünyanın 9. Toprak büyüklüğüne sahip ülkesi Kazakistan ve onun kadim şehri Türkistan’a uzanalım.

Aslında uzun zaman şehrin adı Yessikale ve ardından Yesi olarak kullanıldı. Ülkenin bağımsızlığına kavuşmasıyla birlikte Hoca Ahmet Yesevi’nin tüm İslam dünyasında ilgi uyandırması, şehrin bugün ki adını ortaya çıkardı. Bu topraklara mührünü vurmuş olan Ahmet Yesevi, Pir-i Türkistan diyerek anıldığında Yesi şehri de Türkistan adına ve hatta unvanına mazhar oldu.

Böyle diyorum çünkü “Türkistan” sadece Güney Kazakistan’da bir şehir değil. Yaklaşık 250 Milyonluk Türk Dünyasının geçmişini ortaklaştıran yegane unsurlardan biri. Merkezinde Orta Asya’nın olduğu ve Hunların, Göktürklerin, Karahanlıların hüküm sürdüğü bu geniş toraklara eskiden Türkistan deniliyordu. Rusların güneye doğru ilerleyişi ile 16. Yüzyılda başlayan kırılma 19. Yüzyıla gelindiğinde Türkistan’ı ikiye bölmüş ve bununla da kalınmamış Sovyetler döneminde alt kimliklere, dillere ayrılmıştır.

Dolayısıyla Türkistan çok daha kapsayıcı ve bu yönüyle geleceği kuşatıcı bir hal almaktadır.

İşte böyle bir muhtevaya sahip olan Türkistan şehri Cumhurbaşkanı Nazarbayev’in buyruğu ile artık Güney Kazakistan bölgesinin merkezi haline getirildi. Önceden 1 milyona yaklaşan nüfusuyla Çimkent adlı şehir bu bölgenin merkeziydi. Söz konusu kararla devlet organları, kurumlar ve resmi işleyiş Türkistan’a taşınıyor. Bu amaçla Türkistan’a çok ciddi bir bütçe ayrılıyor.

Yeni binalar, oteller, okullar, iş merkezleri yapılacak.

Ahmet Yesev’nin türbesine ev sahipliği yapan Türkistan, zor iklimine ve koşullarına rağmen adeta yeniden inşa edilecek ve kalkınacak.

Bizim açımızdan bir başka önemi de şehirde Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi faaliyet gösteriyor. Onbinlerce öğrencisi olan bu üniversitenin kuruluşundaki şifreler adeta bugünleri işaret ediyor. Ülke henüz tam bağımsızlığını ilan etmediği sırada, Haziran 1991’de o dönem Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olan Nazarbayev “Türkistan Devlet Üniversitesi” açılsın talimatını vermişti. Şimdi hem o üniversite büyüdü hem de Türkistan şehri ülkenin bir bölgesi haline geldi. Bir diğer özelliği şehirde Kazakça konuşma oranının %100 olması ve nüfusun önemli bir bölümünün Türkiye Türkçesi bilmesidir.

Yeni dönemde Türk işadamları, öğrenciler, sivil toplum kuruluşları ve diğer paydaşlar bu bölgede kendilerini gerçekleştirmek için eşsiz bir fırsat yakalayacaklar. Özellikle bölge valisi Canseyit Tüymebayev’in Türkiye’de uzun yıllar kalmış bir Türkiye dostu olması büyük bir avantajdır. Öyle önemli işler yaptı ki Ankara’da katıldığımız bir toplantıda kendisini katılımcılara anlatırken “Türkiye’nin Kazakistan’daki temsilcisi deseniz yeri var” demiştim.

Ve bu aşamada her iki ülkenin hava yollarına büyük görev düşüyor. Uçak seferlerini ve bilet fiyatlarını bu bölgeye yeniden düzenleyip hepimizin rahatça gidip görebileceği, işbirliği yapabileceği bir sürece katkı sunmalıdırlar.

Ne diyordu meşhur Kazak şair Mağcan Cumabay:

Türkistan iki dünya eşiği; Türkistan er Türkün beşiği...

Yazının devamı...

Olağanüstü hal kalkarsa...

Olağanüstü hal (OHAL) 20 Temmuz 2016’dan bu yana, 7 kez gerçekleşen uzatma ile yaklaşık 2 yıldır devam ediyor. Bu süreçte 31 Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkarıldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim öncesi de ifade ettiği gibi 19 Temmuz’da sona erecek olan OHAL’in tekrar uzatılmayacağı neredeyse kesin. Tabi terörle mücadele devam ederken olası ihtimallere göre bu yola yeniden başvurulabilir.

OHAL’in kalkması ile 2 yılda çıkarılan KHK’ların ve hukuki sonuçlarının etkilenmeyeceği belirtiliyor. Çeşitli kurum, dernek, vakıf, gazete vb ilişkili kuruluşların kapatılması, 15 Temmuz Şehit ve Gazilerine maaş bağlanması, Harp okulları ve askeri okulların kaldırılması, denetimli serbestlik süresinin 1 yıldan 2 yıla çıkarılması ve OHAL konusunun dışında tartışılan kış lastiği uygulaması ve evlilik programlarının yasaklanmasını içeren kimi KHK’lar bu düzenlemelere örnek gösterilebilir.

Peki OHAL kalktığında hayatımızda ne gibi değişiklikler olacak?

Ülkenin gidişatı bundan nasıl etkilenecek?

Öncelikle valilerin şehre giriş çıkış yasağı gibi OHAL kapsamındaki bazı yetkileri ortadan kalkacak. Bir diğeri gözaltı süreleri 7+7 günden 24 saate inecek.

Ve elbette ekonomi...

OHAL’in güvenlik ve terörle mücadelede sağladığı avantajlar yadsınamaz... Kolluk kuvvetlerinin teyakkuz haline geçmesi ve devletin tüm kurumlarıyla olası tehditlere karşı daha hazırlıklı ve direnç sağlayabilmesi çok önemli. Ancak bunun ülke içerisinde bir olağan hal gibi algılanması ne kadar mümkünse ülke dışındaki algı ve beklentileri yönlendirmesi de kaçınılmaz. Dolayısıyla sosyo-ekonomik iklim ve dış dünyadaki algımız 19 Temmuz’dan sonra farklılaşabilir. Özellikle yabancı yatırımcıların güven algılarının değişmesi ekonomi yönetiminin öncelikleri arasında...

İlk günlerde elbette veriler üzerinden yorum yapmak zordu. Ekonomi analizlerine güvendiğim Tevfik Güngör’ün 25 Temmuz 2016’da Dünya Gazetesinde yazdığı makalenin başlığı “OHAL ekonomiye zarar değil, yarar verir” şeklindeydi. Öyle de olması beklenir...

Geldiğimiz aşamada ülkenin dış yatırım ve ciddi bir cari açık sorunu var. İthalatımız ihracatımızdaki artıştan daha fazla artıyor, burada ortaya çıkan fark devlet kasasının borcu demek. Ve eskisi gibi bu farkı kapatmak için dışardan sıcak para gelmiyor. Aksine ülkeden çıkan bir para söz konusu. Dolayıyla cari açık meselesi en önemli gündemimiz haline geliyor. Yani mutlaka dış yatırımcıyı ülkeye çekmek ve ihracatımızı da artırmak mecburiyetindeyiz. Rakamlara baktığımızda bu etki hakkında ipuçları elde ediyoruz. Ekonomi Bakanlığının uluslararası doğrudan yatırım girişlerine bakıldığında 2010-2018 döneminde 197 Milyar Dolar giriş olduğu görülüyor. Bunun 179.355 Milyar Dolarlık kısmı 2016 sonuna kadar gerçekleşmiş. Yani 2016 sonrası sadece 18 Milyar dolarlık bir doğrudan dış yatırım söz konusu. 2017’den 2018’e yaşanan değişim -21.98% düzeyinde. Bu yılın Nisan ayını baz alırsak Hollanda, Lüksemburg, Azerbaycan ve Avusturya ilk sıradalar. Uluslararası doğrudan sermayeye bakıldığında ise -39.1% lik bir gerileme var. Buna karşın gayrimenkul yatırımı için gelen yabancı sermayede 6,2%’lik bir artış dikkat çekiyor.

Elbette ki bu değişimler ve olumsuzluğun nasıl giderilmesi gerektiği ekonomi uzmanlarının işi... Yeni hükümetin kurulmasıyla birlikte, OHAL sonrası bu konu daha çok irdelenecek ve gerekli çözümler üretilecektir; üretilmelidir...

Yazının devamı...

MHP-AKP seçmen dengesi nerede ve nasıl kuruldu?

Seçmenlerin seçim dönemlerindeki davranışları iki boyutta şekillenir. Birincisi kendilerini yönetecek kadroları belirleme konusundaki ne ölçüde istekli oldukları, ikincisi de bu kadroların kimden yani hangi parti ya da partilerden oluşacağına karar vermeleridir. Bu bakımından 24 Haziran’da ulaşılan %86 düzeyindeki seçime katılım oranı ki bu oran yurtiçinde %88’dir- demokratik yaşam ve katılımcı demokrasinin sürdürülebilirliği açısından oldukça önemlidir.

Burada elbette sorunlar vardır.

Her vatandaş, siyasetçi ve her siyasal parti aynı fırsatlara sahip midir?

Oyların isabetli dağılımı için seçmenlerin doğru bilgi edinebilmesi yeterince yaygın mıdır?

Evet bu soruların cevapları bizim için hala olması gerekenin gerisindedir. Ancak yine de yaklaşık 59 milyon seçmenin 51 Milyonunun sandığa gitmesi dış dünyaya verdiğimiz görüntü açısından değerlidir. Ayrıca her defasında “bu son seçim”, “bundan sonrası yok” gibi söylemlere rağmen seçime katılım oranının artıyor olması artan seçmen ilgisiyle açıklanabilir. Martin Lipset’in “Siyasal İnsan” adlı eserinde belirttiği gibi eğer seçmenler mevcut hükümetin icraat ve politikalarından etkileniyorlarsa, bu etki arttıkça sandığa gitme oranı da artacaktır.

Seçmen ikinci aşamada ise kimin yöneteceğine karar veriyor. Değişen sistemin değişen toplum sosyolojisiyle benzer biçimde oy verme davranışını da etkilemesi kaçınılmazdı. Örneğin Ak Parti-MHP oy geçişkenliğinin sahada MHP lehine sonuçlar vereceğini aylar önce ekranlarda dile getirmiştik. Çünkü ittifak demek en basit olarak bir çatı demekti. Çatı olan yerde odalar ve orada yaşayan insanların asgari ortaklaşmasından söz edilebilir. Bu sistemle AKP’ye geçmişte oy veren bir kısım seçmenin çatı içerisinde farklı bir odada bulunma iradesi belirdi. Nitekim 2005 yılında yapılan bir araştırmaya göre AKP seçmeninin %10-12 arasındaki bir bölümü ikinci tercihi olarak MHP’yi görüyordu. Yani 1 Kasım’a göre AKP oylarından %5-7’lik bir bölümdü. Ak Parti listelerindeki hata ve eksikliklerle parti tabanındaki rasyonel ve tepkili seçmenlerden de buraya eklemlenen oldu.

Hal böyle olunca bu seçmen gurubu için MHP’ye oy vermek evin çatısından ayrılmamak hem de odanın dışındaki ahaliye bir mesaj verme imkanı tanıyordu. Üstelik içlerinde azımsanamayacak ölçüde “ben her zaman ülkücü/milliyetçiydim” diyenler bulunuyordu.

Sonuç bununla uyumluydu. MHP’den İyi Parti’ye bir miktar oy gitse de Ak Parti’den gelen oylarla fazlasıyla dengelendi. Doğrusu MHP’nin potansiyeli ve hedefi bunun çok daha ötesindedir. Bu süreç devam eder ve gereken adımlar atılırsa bunun ne kadar artabileceği birkaç yıl içinde görülecektir.

Bunu sadece çıkan rakamlara bağlamak da doğru değildir. Çünkü Şerif Mardin’in ortaya koyduğu meşhur merkez-çevre yaklaşımında beliren yeni bir yönelim söz konusudur. Uzun yıllar yerelde kendisini hissettiren din eksenli sosyal ağ düzeneklerinde bir renk farklılaşması yaşanmaktadır. Bunu sağlayan en önemli belirleyici Milliyetçilik ve hatta yer yer Türk Milliyetçiliği olarak ete kemiğe bürünen sosyal-psikolojidir. Özellikle “çözüm sürecinde” toplumda derinleşen içsel tepki ve ardından yaşanan yoğun terörle mücadele süreci de bu yönelime katkı sağlamıştır. MHP’ye oy verme konusunda meşruluğu da artırmıştır. Böylelikle çevre dediğimiz daha geniş bir alanda oluşan yeni sosyolojik tutum zamanlar merkeze, kentlere doğru yönelebilecektir. Belki de cumhur ittifakının geleceğini bu süreç belirleyecektir.

Yazının devamı...

Yeni sistemin başarılı olmasını istiyorsak

24 Haziran seçimleriyle birlikte Türkiye yeni bir hükümet sistemine adım attı. Partilerin oyları, dağılımları ve ihtimaller elbette önemli. Seçmen davranışlarının eğilimi de gözden geçirilmeli. İşte tüm bunların gelecekteki akıbetini, başarı ya da başarısızları şekillendirecek asıl konu bu yeni sistemin getirdikleridir. Yeni hükümet sisteminin ve ülkenin siyasal sisteminde meydana getireceği etkiler iki temelde irdelenebilir.

Birincisi Devlet-İktidar ilişkileri açısından…Öyle ki siyaset biliminin inceleme alanı Aristo’dan başlayarak modern devletin oluştuğu 16 yüzyıla kadar en geniş iktidar ilişkilerini esas almış, bu dönemden itibaren devlet mefhumunun kurumsallaşmasıyla kamusal alanı oluşturan bir genişliğe ulaşmıştır. 20 yüzyılın ilk yarısı tamamlanırken bu görüş de geçerliliğini yitirmiş ve devlet yerine Siyasal İktidar ve onunla ilişkili konular siyaset biliminin hedefine girmiştir. Çünkü devlet soyuttur ve oradaki ilişkiler her zaman siyasal nitelik taşımayabilir. Her siyasal olgu kamusaldır ancak her kamusal olay siyasal olmayabilir.

İkinci temel de burasıdır. Siyasal olan herşeyi devlete indirgemek, devletsiz siyaset olamaz görüşünü güçlendirir ki bu netice her kurumun, her toplumsal birimin ve her hadisenin devletin izin verdiği ölçüde siyasallaşmasına imkan tanır. Böyle bir yönelim partili Cumhurbaşkanlığı ile pekişecek olursa iktidar partisinin çekim alanına sosyal olay ve olguların, diğer kurumlarında da girmesine sebep olur.

Bu açıdan bakıldığında bir de “ideolojik devlet” kavramı önümüzde durur. Siyasal olaylar, süreçler, partiler vb unsurlar devletle özdeşleştikçe, devletin ideoloji boyutu belirginleşir ve bir sistem olarak devlet mekanizması sorunlar yaşar. Mesela hukuka dayalı devlet mekanizması toplumu mutsuz etmeye başlar.

O halde ne yapmak gerekir?

Elbette eski sistem daha iyidir veya yeni sitem herşeyi ile kötüdür demek doğru değildir. Zaten bir siyasal sistem yüzde yüz başarılı da değildir. Önemli olan sistemin daha iyi işlemesi için tıkanan noktaları değiştirmek ve çözümler üretebilmektir. Bu noktada yapılması gereken güçlendirilen yürütme erkini hem hızlı hem de “ortak akıl” anlayışıyla yapılandırmaktır. Önerilen mevcut yapılanma bunu işret etse de en az bununla birlikte dikkat edilmesi gereken husus, makamların ve değerlerin dağıtımında tüm kesimlerin dikkate alınmasıdır. İktidarın meşruluğu ve halka dayanan yönünü sürekli kılmak için bu vazgeçilmez bir öneme sahiptir.

Eğer siyaset uzlaşma yüzünü topluma sunamazsa ve salt bir “ganimet kapma” yarışına dönerse orada meşruluk tartışmaları başlar ve uzun soluklu bir istikrar dönemi yakalamak güç hale gelir.

Ünlü siyaset bilimci Duverger’e göre toplum bireylerin toplamından ziyade onların etkileşimine dayalı bir sistemdir. Yani çıkarların çatışması kadar “ortak yararın” bulunabileceği bir zemindir siyasal iktidar mücadelesi... İşte bu sebeple devleti yönetenlerin “ortak akıl” ve “ortak yarar” için uğraşmaktan başka çıkar yolu yoktur.

Yazının devamı...

Denge-kontrol beklentisi MHP’de vücut buldu

Anadolu Ajansı kaynaklı sonuçlara göre (Saat 23.00 itibariyle) seçimin galibi Ak Parti Genel Başkanı R.Tayyip Erdoğan, en yakın rakibi ise yaklaşık %31 oy oranıyla CHP adayı Muharrem İnce oldu. İyi Parti adayı Meral Akşener yaklaşık %7.5 ve HDP Adayı Selahattin Demirtaş’ta %8 oy oranıyla partilerinin aldığı oyların oldukça gerisinde kaldılar.

Yeni sistemin bir gereği olarak seçmenin Milletvekili seçiminde farklı oy kullanabileceği öngörüsü belirli ölçülerde gerçekleşmiş oldu. Zira Cumhur ittifakının adayı olan Cumhurbaşkanı Erdoğan %52.5 dolayında bir oya ulaşırken partisinin oyu %42 bandında kaldı. İttifakın diğer partisi MHP ise %11 gibi bir oyla pek çok anket şirketinin yanılmasına sebep oldu.

Seçimden bir gün önceki yazımızda “anket şirketleri dönüm noktasında” demiştik. Gerçekten bu seçimde gerek ikinci tura kalma iddiası gerekse MHP’nin oyu üzerinden yapılan değerlendirmeler çerçevesinde kimi araştırma şirketlerinin doğru tespitler yapamadığı görülüyor. Bu noktada Optimar’ın verdiği rakamlarının çıkan sonuçlara oldukça yakın olduğu anlaşılıyor. Elbette yeni dönemde kamuoyu araştırmalarının güvenilirliği ve sürdürülebilirliği bu kapsamda irdelenmeye devam edecektir.

Parlamentodaki dağılıma bakıldığında Ak Parti uzun süre sonra çoğunluğu kaybetmiş durumda. Bununla birlikte Cumhur İttifakı çatısı altında 342 milletvekilinin mecliste konuşlandığı söylenebilir. Dolayısıyla Ak Parti’nin orta vadede Yürütme-Yasama dengesini kurabilmesi için mevcut ittifakın devamı yönünde bir eğilim sergilenmesi en rasyonel çözüm olarak duruyor. AKP-MHP tabanının seçimdeki oy verme davranışı da bu ittifakın devamına yönelik bir irade ortaya koyuyor. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “güçlü bir MHP ile iktidarın denetlenebileceği” şeklindeki kanaati Cumhur İttifakının önemli bir bölümünde kabul görmüş görünüyor. Bir anlamda TBMM’deki denge-kontrol mekanizmasının en güçlü kısmı, MHP’ye verilen oylarla vücut buldu. Daha sınırlı da olsa seçmenin bir bölümünün bu eğilimi İyi Parti’de konumlandırdığı ileri sürülebilir. İyi Parti’nin beklentilerin çok gerisinde bir oy alarak 44 milletvekili ile mecliste temsil edilecek olması yürütme-yasama dengesinde ikincil/tali bir denklemin şekillenmesini sağlayabilir. Bu ihtimal çoğunlukla cumhur ittifakının yönelimi ile kendisini gösterecek bir ihtimaldir.

Her şey bir tarafa bu seçimin kilit partisi MHP olmuştur. Gerek hükümet sisteminin inşası, gerekse erken seçimin ilanı ile siyasal süreçler üzerinde doğrudan etkili konumdadır. Nihai olarak seçimde ulaşılan oy oranı ile MHP’nin özgül ağırlığının tespit edilmesi güç alanlar meydana getirdiği de bir kez daha kanıtlanmıştır.

Şimdi en çok merak edilen, yeni hükümette MHP’nin doğrudan ya da dolaylı biçimde yer alıp almayacağı sorusudur. Her ne kadar Sayın Bahçeli en baştan beri bunu açıkça reddetse de ittifakın sürdürülebilirliği ve yerel seçimler öncesinde “güven” algısı açısından seçmenin bir bölümünde bu yönde bir beklenti olduğu ifade edilebilir. Belki de meclisteki işbirliği seçenekleri böyle bir kararla şekillenebilir.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.