Şampiy10
Magazin
Gündem

Anket şirketleri dönüm noktasında

Kamuoyu dediğimiz kavram oldukça geniş bir alanı kapsamakla birlikte siyaset bilimi açısından vatandaşların ve daha özelde seçmenlerin belirli bir tartışmalı konu hakkında biçimlenmiş tutum veya kanaatle rini içermektedir. Bu yönüyle bakıldığında kam uoyunun oluşumu, gerek seçmenlerin parti yönelimlerini belirlemede gerekse iktidarın kararlarına etki etmede hayati bir rol üstlenmektedir. Kamuoyu araştırma şirketleri de se çmenlerin hangi partiye ne ölçüde oy verebileceğini tahmin ederek görüş açıklamaktadırlar.

Bu haliyle 24 Haziran seçimleri araştırma şirketleri için belki de en zor seçimlerden birisi olacak...

Çünkü hem geçmişteki bazı tutumları sebebiyle bir güvensizlik algısı var hem de bu seçimin kendine özgü koşullarından kaynaklanan kısıtlar söz konusu...Bu noktada özellikle 4 önemli kısıtlama ile karşı karşıyalar. (1) Olağanüstü halde seçime gidiliyor olması, (2) Bu temel üzerinde seçmende yükselen çekimserlik, (3) Yeni sistemin doğası gereği farklı oy verme biçimlerinin ilk kez denenecek olması ve (4) Yeni bir parti olarak İyi Partinin geçmişte tecrübe edilemeyen seçmen desteğinin ölçülmesinde karşılaşılan zorluklar.

Yöntemleri neler?

İnsanların kendi aralarında şahit oldukları bir diyalog vardır: “Bu anket şirketleri bir kez bile bana denk gelmedi. Nerde yapıyorlar bunu acaba?”...

Doğrusu bana da rast gelmediler. Çünkü örneklem dedikleri az sayıda bir seçmen grubuna ulaşarak açıkladıkları sonuca ulaşıyorlar. Örnek seçilirken sayısal olarak temsil gücü kadar, bölgeler, iller ve hatta ilçelerde doğru bir yayılım yapılabilmesi önemli. Görüşüne başvurulan kişi sayısı 5 kat fazla olsa bile doğru bir dağılım grubu alınmamışsa daha düşük sayıdaki anketlere göre güvenilir olmayabilir. Zaten “güven düzeyi” diye bir şey var. Örneğin sık rastlanan %95 güven aralığı. Ya da (+) (-) %2 diye yazan küçük notlar. Anket yöntemi kullanılırken seçmenlerle birebir görüşme, telefonda görüşme, posta veya e-posta aracılığıyla görüşme yapılırken buna son dönemde bir de sosyal medya üzerinden anketler ekleniyor. Ancak kamuoyunda temayüz etmiş kuruluşların henüz bu yöntemle bir anket gerçekleştirmediği görülüyor. Zira en etkili ve güvenilir yöntem, kişinin davranışları üzerinden de analiz yapabilmeye imkan tanıyan yüz yüze görüşme. Telefonda görüşme genellikle vakit darlığı olduğunda tercih ediliyor.

Sorumluluğu olmalı

Görüldüğü üzere bu işin bir sorumluluğu da olmalı. Yarın çıkacak sonuçlar yorumlanırken anket firmalarının açıkladıkları oranlardaki sapmalar/yanılmalar mutlaka irdelenmeli ve makul payları aşanların toplumsal siciline mutlaka işlenmeli... En azından bir sonraki seçimde bunun aksini ispat edecek bir tutarlılık sergilenmediği takdirde ciddiyeti sorgulanmalıdır. Örneğin açıklanan ankette hata payı %2 ise bu oran ya da bununla birlikte yanılmalar firmaların genelinde ise karşılaştırmalı oranlar üzerinden değerlendirilmeli. Bu amaçla 7 anket şirketinin seçim öncesi açıkladığı bazı rakamları yukarıdaki tabloda görüyorsunuz. Andy-Ar gibi bazı firmalar sonuçlarını paylaşmadığı için göremiyorsunuz. Yarından ve/veya 8 Temmuz’dan sonra bu rakamlarla karşılaştırarak nihai hedefimize ulaşalım.

Yazının devamı...

‘Anadilde öğrenim’ vaadine nasıl bakmalıyız?

Bu konu uzun yıllardır Türkiye’nin tartıştığı ancak nihai çözüme ulaşamadığı bir sorun olarak karşımızda duruyor. Aslında sorunun iki boyutu bulunuyor. Birincisi çözümün temeli için nasıl bir ortaklık anlayışıyla yaklaşmamız gerektiği...

İkincisi teknik bakımından ülke gerçeklerine neyin ne kadar uygun olduğu meselesidir. Artık kronikleşmiş yargılardan ziyade dilbilimin öncülüğüne ihtiyaç vardır.

Bu bahsi detaylandırırken “Anadili Öğrenimi” ile “Anadilde Eğitim” arasındaki farkı ortaya koymak gerek. Öncelikle “Anadili” denildiğinde bireyin ailesinde, doğup büyüdüğü sosyal çevrede ilk edindiği dil akla gelmelidir. “Anadil” ise bir ülkenin, bir dil ailesinin ya da bir milletin ortak, tek, baskın ve en kapsayıcı dili olarak görülmelidir. O halde bir vatandaşın “anadili öğrenimi” ile “anadilde eğitimi” bu kavram farklılığı ile farklı güzergâhlara yönelir. Birey doğup, büyüdüğü ve sosyalleşme sürecinde tekrarlanan anadilini (Örn. Kürtçe) unutmama çabasının dışında ve ötesinde yaşadığı toplumsal sistemin tek ve mutlak anadilini (Türkçe) nihai öğrenme hedefi olarak kabul etmelidir. Dolayısıyla birey anadilini öğrenim konusunda motive olsa dahi bunun gerekçesi milli kültürün altında süregelen alt kültürün devamını sağlamak ve yaşam alanında etkileşimini koruyabilmektir. Anadilde eğitim-öğretim ise bir milletin çatısını ören, devlete aidiyeti oluşturan, milli birlik ve bilincin şekillenmesini sağlayan ve ülkenin bürokrasisinden, iş yaşamına kadar her sahasında etkileşimine imkan tanıyan temel gerekçelere sahiptir.

Özetlenecek olursa anadilin öğrenilmesi hakkı, okulda seçmeli biçimde öğrenebilmeyi sağlayan bireysel bir haktır. Anadilde eğitim-öğretim hakkı ise ilkokuldan yükseköğretime kadar müfredatın ortak düzenlenip, resmi dilin yanında anadili (Örn. Kürtçe, Lazca, Çerkezce vb.) öğretiminin de yapılmasıdır.

Bu bağlamda özellikle HDP çizgisinin geçmişten bugüne ortaya koyduğu istekler yukarıda bahsedilen ayrımın topluma dayatılmasından ibarettir. Geçmişten net bir örnek verelim. Demokratik Toplum Kongresi’nin 2010 yılında düzenlediği “Demokratik Özerklik” adlı çalıştayında şu metin ortaya çıkmıştı: “Kürtçenin kamusal alanda kullanımı önündeki engeller kaldırılarak, anaokulundan üniversiteye kadar eğitim dili yapılması sağlanmalıdır. Demokratik Özerk Kürdistan’da resmi dil Türkçe ve Kürtçe olmalıdır. Hizmet dili Kürtçe olmalıdır...”

Yani talep edilen şey anadilin öğrenimi değil, anadilde eğitimdir. Tıpkı resmi dil Türkçe gibi başka bir dilin onun yanına yerleştirilmesi hedefidir. Özerklik”, “federatif yapılanma”, “parçalı devlet” vb modeller öncelikle ve en azından ilk aşamada belirli bir toprak parçasında dil eşitliğini esas alır. Her ne kadar farklı seçimlerde bu söylemin dozu değiştirilse de temelde yatan problemli anlayış yerini korumaktadır. Bu bakımdan siyasi vaatler seçmene sunulurken bu ayrımın neresinde durulduğu da belirtilmelidir. Özellikle TV’lere çıkan adaylara bu soru yöneltilmelidir.

Şu an anadili öğrenimini esas alan bir düzenleme zaten uygulamadadır. Eğer partiler bunun ötesinde bir düzenlemeyi hedefliyorsa seçmenin bunu bilme hakkı vardır. Diğer yandan bu meselenin “Kürt Sorunu” başlığı altında değişmeyen bir alt başlık olarak sunulması kimi siyasal partileri benzer bir yanlışlığın içerisine sürüklemektedir. KONDA’nın 2016 yılında yaptığı bir araştırmada toplumun yalnızca %35’i “masaya oturup uzlaşılmalı” yanıtını vermektedir. Kadir Has Üniversitesi’nin Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırmasına göre “Türkiye’nin şu an en önemli sorunu nedir?” sorusuna verilen yanıtlar arasında “Kürt sorunu” 2014 yılında %8.6 iken 2017’de %3.5’e gerilemiştir.

Bu gerçeği de hatırlamak lazımdır.

Yazının devamı...

‘Eşit yurttaşlık’ pazarlık konusu yapılamaz

Seçim günü yaklaştıkça HDP üzerinden bazı senaryolar öne çıkıyor. Son anketlerde ittifak olmaksızın %10 barajını aşacağı tahmin edilen HDP, Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tura kalması durumunda belirleyici olma rolüne soyunuyor. Görünen şu ki; Türkiye’nin temelini etkileyebilecek bir pazarlık masası kurulmak isteniyor. Daha geçen gün HDP Eş Genel Başkanı Sezai Temelli kimi partilerle eşit yurttaşlık, anadilde eğitim konusunda uzlaşma sağladıklarını ve bu noktada bir protokole ihtiyaç duyduklarını iddia etti. Yani anayasal vatandaşlık tanımında bir değişikliği ve anadilde eğitim-öğretim hakkını kim yazılı bir metine bağlarsa ikinci turda o parti veya partilerle birlikte olacaklar.

Meseleye böyle bakıldığında pratik olarak MHP’nin olduğu bir fotoğrafta bu taleplerin en azından kayıt altına alınması mümkün değil.

Doğrusu bu seçim sisteminin dönüp dolaşıp yıllardır çözülemeyen ve buna rağmen tekrarlanan bir dizi talebin gölgesinde kalma ihtimali ülkenin istikrarı açısından son derece tehlikeli.

Bir an için bu tartışmaların yoğunlaştığı düşünülürse acaba “eşit yurttaşlık” nedir? Kim için ne ifade ediyor?

Bunlara bir bakmak lazım.

Bu kavramı HDP dışında seçim beyannamesinde kullanan 3 parti olduğunu belirtelim. “Kürt sorunu” ifadesi kullanan CHP, Saadet Partisi ve “Kürt Sorunu bitti” diyen Ak Parti...

Ulus-Devlet Tehlikeye Girer

Yurttaşlık ya da vatandaşlık, temeli itibariyle devlet ve vatandaş arasında yapılan bir sözleşmeye dayanır. Anayasal statüde olan tüm hak ve sorumluklar vatandaşlığa adım atan herkes için belirleyici hale gelir. Batıda, eski antik dönemde vatandaşlığa ilişkin pek çok yaklaşımda vatandaşlık “şehirli” olmakla ilişkilendirilir. Burada hukuki bir çerçeveden ziyade paylaşılan bir aidiyet ruhu söz konusudur. Olsa olsa Fransız devrimi ile birlikte, Rousseau’nun “genel irade” dediği şeyin yazılı metinlerde ete kemiğe bürünmesidir. Hiç şüphesiz bu dönüşüm ulus-devlet modelini meydana getirmiştir. Türkiye’de bir ulus-devlet sistemine sahiptir. Ulus-devletlerin vazgeçilmez unsuru insan topluluğuna uygun bir vatandaşlık tanımıdır. Bu modelde bireyler vatandaşlığa adım attığında her türlü cemaat ve sınıfın üzerinde bir sistemin üyesi olarak yaşamlarını sürdürürler. Burada nihai hedef eşitsizliklerin giderilmesidir.

Gelinen aşamada ulus-devletleri zorlayan gelişme küreselleşme ve teknolojinin ilerleyişidir. “Dünya vatandaşlığı” gibi kavramlarla geleneksel aidiyet duyguları zayıflayan bireyler etnik ayrımcılığın beslendiği zeminde sessizce yürüyebilir hale gelmektedir.

Böylelikle bireylerin doğuştan elde ettiği haklar ile bir gruba üyeliği sebebiyle elde etmek istediği haklar ulus-devlet sisteminin homojen ya da türdeş olma özelliğini aşındırmaktadır.

SÖZÜN ÖZÜ, Türkiye gibi ulus-devlet sistemine dayalı bir ülkede grup ya da etnik toplulukların isteklerine göre bir anayasa oluşturmaya kalkıldığında asıl eşitsizlikler o vakit başlayacaktır. Çünkü demokrasi sosuna batırılmış bu inşa süreci bir süre sonra gerçek çeklini alacak ve içerisinden kendi kendisini (kendi halkını) yönetme iddiasında olan devletçikler çıkacaktır. Hele ki Türkiye gibi bu konuda sicili kabarık bir coğrafyada bulunuyorsanız bahsedilen ayrışmayla yüzleşmeniz daha da hızlanacaktır. Bugün Türkiye’de vatandaşların eşit olduğu ve hiç kimsenin bir ayrıma tabi tutulamayacağı yasalarsa açıkça belirtilmektedir. Eğer burada bir sorun varsa uygulamada karşılaşılan ve sadece bir etnik grubun değil tüm ülkenin vatandaşları için geçerlidir. Eşit vatandaşlık/yurttaşlık kavramı ise bir dönüşümü taahhüt ediyorsa bunun anlamı, Anayasanın 66. Maddesinde yazan Türk vatandaşlığının yanına başka aidiyetlerin de eklenmesidir.

Buna Türk milletinin “evet” diyeceğini beklemek vakit kaybıdır.

Yazının devamı...

“Azeri” değil Azerbaycan doğal gazı…

Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı Projesi, kısa adıyla TANAP’ın Türkiye’deki bölümü dün Eskişehir’de açıldı. Açılışa Cumhurbaşkanı Erdoğan, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev ve Gürcistan Cumhurbaşkanı Margvelaşvili katıldılar. Gerçekten çok önemli bir proje. Azerbaycan’ın Hazar Denizi’ndeki Şah Deniz 2 Gaz Sahası ve yine güneyindeki diğer sahalarda üretilen doğal gazın öncelikle Türkiye’ye, ardından Avrupa’ya taşınması demek.

Türkiye’nin 1850 km’lik mesafesinde 20 ilini içerisine alan TANAP projesi, iki yan projeyle birleşerek Güney Doğal Gaz koridoru haline gelecek. Biri Gürcistan’dan geçen hattı oluşturan Güney Kafkasya Boru Hattı (SCP), diğeri Türkiye’den geçen doğal gazı Avrupa’ya taşıyacak olan Trans-Adriyatik Boru Hattı (TAP)…Tekrar vurgulamak gerekirse Hazar Denizi’nden çıkan gaz ilk olarak SCP ile Gürcistan toprağından geçecek, sonra TANAP ile Türkiye’yi kat edecek ve son olarak Edirne/İpsala’ya ulaştığında TAP ile Avrupa’ya varmış olacak.

TANAP doğal gaz hattının Türkiye’ye giriş noktası Ardahan’ın Posof ilçesi. TAP’ın başlangıç noktası ise Edirne/İpsala… Gazın Türkiye’deki ulusal dağıtım şebekesine bağlandığı iki noktadan biri dün açılışa ev sahipliği yapan Eskişehir.

Sıradan bir iş değil

Türkiye ve Azerbaycan’a büyük bir prestij sağlayacak olan projenin hukuki altyapısı 2012 yılında oluşturuldu ve nihai hali 2014’te TBMM’de onaylandı. Kasım 2015’te Kars’ta borular döşenmeye başlandı. Yunanistan sınırına kadar, yani TAP’a yapılan bağlantı noktasına kadar olan kısım Haziran 2019’da tamamlanacak.

Peki bize ne faydası olacak derseniz

3 temel neticesini yazalım:

Birincisi proje ile ilk etapta 16 milyar m3 doğal gaz taşınacak ve bunun 6 milyar m3’lük kısmı Eskişehir ve Trakya’dan Türkiye’ye dağılacak. Yani Türkiye’nin gaz ihtiyacının %12’si…Eğer ilave yatırımlar yapılırsa hattın kapasitesinin 31 milyar m3’e çıkarılması mümkün. Tabi bu durumda Türkiye’nin de payı artacak. Cebimize yansıması ise orta vadede mümkün. Zira Türkiye gaz konusunda Rusya’dan alması gereken asgari miktarı alarak geri kalanı TANAP’tan karşılayabilirse birim fiyat nispeten ucuzladığı için maliyetler ve dolayısıyla vatandaşın ödediği ücret düşebilir.

İkincisi ise bununla bağlantılı bir ulusal güvenlik konumlanmasıdır. Türkiye şuan kullandığı toplam gazın %55 gibi bir oranını Rusya’dan alıyor. Tüm enerji ihtiyacının ise sadece %26’sını öz kaynakları ile karşılayabiliyor. Bu bakımdan TANAP, enerji arz güvenliğinin sağlanmasında Türkiye’ye belirli ölçülerde katkı sağlayacak.

Üçüncüsü boru hattının Türkiye’de geçtiği 20 ilde sosyo-ekonomik bir fayda meydana geliyor. Örneğin hattın inşasına başlandığından bu yana 15 binden fazla kişiye istihdam olanağı sağlandı. Boruların %80’i Türkiye’de üretildi. Ayrıca kazılar sırasında 106 arkeolojik eserin kazandırılmış olması da azımsanamaz.

İşte böylesine önemli bir projenin “tek millet iki devlet” yaklaşımı ile geleceğe yürüyen Türkiye ve Azerbaycan’ın öncülüğü/sahipliğinde gerçekleşiyor olması bölgesel dengeler ve bilhassa Türk Dünyası’nın bütünleşmesi için son derece önemlidir. Ancak maalesef birkaç gündür konuyu haberleştiren bazı yayın organlarında “AZERİ GAZI” ifadesinin kullanılması üzücü. Bir çok kez belirttiğimiz gibi orası Azeri toprağı değil, Azerbaycan’dır; onlar Azeri değil AZERBAYCAN Türkleridir. Bu bilince sahip olmak boru hatlarından sadece gaz değil, sevgi ve kardeşliğin de geçmesi anlamına gelecektir.

Yazının devamı...

Saadet Partisi’nin Kürt Raporu ve Tehlikeler

Bu seçimin öne çıkan isimlerinden birisi de Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu. Özellikle sosyal medya üzerinden belirgin bir çıkış yakaladı. Şimdi Millet İttifakı’nda ve bazı adayları da doğrudan CHP listelerinde temsil ediliyor. Grup kurabilecekleri konuşuluyor.

Bu tahmin gerçekleşirse kanunların ilk görüşüldüğü komisyonlara üye verecek ve önemli konuların yasalaşmasında doğrudan söz hakkı bulacaklar.

Karamollaoğlu bu kapsamda Diyarbakır’da “Hak ve Adalet Ekseninde Kürt Meselesi” başlıklı bir rapor açıkladı. Konuya ilişkin Ak Parti, MHP, CHP ve İyi Parti’nin yaklaşımlarını da paylaşmıştık. Ak Parti 1 Kasım ve sözde çözüm sürecinde olduğu gibi “Kürt Sorunu” ifadesini kullanmıyor. Seçim ortağı MHP zaten terör sorunudur diyor. İyi Parti ise “Doğu-Güneydoğu sorunu” nu tercih ediyor.

Açıklanan raporda tehlikeli bulduğum bazı hususlar var.

1-Sorun neden meydana gelmiş?

“Tarihsel süreç içerisinde Kürtlerin temel haklarının inkar edilmesi ve adeta asimilasyona maruz kalması, etnik problemleri; Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin sosyo-ekonomik olarak geri bırakılması...Terör örgütünün istismar edebileceği bir zemin oluşturmuş

Hayır. Sorunun kaynağında bir kimlik inkarı ve asimilasyon benzeri şeyler aramak etnik ayrımcılığı körükler.

2-Dört ülke yaklaşımı:

Raporda Kürt Meselesinin sadece Türkiye’nin değil, en az 4 devletin (İran, Irak, Suriye) meselesi olduğu belirtiliyor. 4 ülkedeki Kürtlerin akrabalıklarına dikkat çekiliyor.

Hayır. Türkiye’deki Kürt kökenli vatandaşlarımızı 4 parçalı bir sistemle özdeşleştirmek iç barışa fayda getirmez.

3-Çözüm önerileri:

“Türk Türktür. Kürt Kürttür. Türk Türk olduğu için Kürt de Kürt olduğu için bir ayrıcalığa sahip değildir."

Elbette bu ülkede kimseye ayrıcalık yapılamaz. Ancak Türk kim Kürt kim? Hepsi bir bütün. Hepimizi birleştiren hukuki zemin Anayasanın 66.maddesindeki Türk Vatandaşlığı.

Raporda çözüm için dikkat çeken bir başka teklif anadilde eğitim…

“Anadil eğitiminin ve kullanımının önündeki engeller kaldırılacak ve anayasal güvence altına alınacak.” deniliyor. Anayasanın 42.maddesi bu konuda şöyle diyor: “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.”

Raporda bir başka çözüm ayağı ekonomi...

Doğu ve Güneydoğu’ya yatırım yapılacağı, işsizliğin önleneceği, sanayinin canlandırılacağı gibi hedefler var. “Devlet, toplumun bir kısmını zenginleştirir fakat büyük bir çoğunluğu yoksulluğa mahkum ederse, asli görevini yerine getirmemiş olur.” yazıyor. Şöyle tamamlayalım. Devlet bölgeye büyük yatırımlar yaptı, özel sektör gitmek istese de terör sebebiyle güvenlik sağlanamadı. Terör örgütünün buradaki varlığı ortadan kaldırılmadan nasıl sanayi canlandırılacak?

Acı Kaybımız

Demirören Holding kurucusu ve Yönetim Kurulu Başkanı, ülkemize önemli hizmetleri bulunan Erdoğan Demirören beyefendiyi kaybettik. Merhuma Allah’tan rahmet, başta sayın Yıldırım Demirören ve Meltem Demirören olmak üzere ailesine sabırlar diliyorum.

Yazının devamı...

Kerkük ve Türkmenler yeni bir tehlikeyle karşı karşıya

Türkmenlerin Kerkük’teki seçim protestosu 27. gününde devam ediyor. Irak Türkmen Cephesi, Başkanları Erşat Salihi öncülüğünde tarihi bir direniş gösteriyor. Üstelik seçimde hile yapıldığını ve elektronik sayım yoluyla KYB (Kürdistan Yurtseverler Birliği) lehine sonuç çıkarıldığını iddia eden sadece Türkmenler değil. Araplar da bu eylemi destekliyor. Gelinen aşamada İbadi’nin de olumlu görüşü İle Irak Parlamentosu Kerkük’teki 186 sandığın elle sayımına karar vermişti. Ancak yüksek seçim komiserliği “bize karışamazsınız” diyerek kararı sürüncemede bıraktı. Hatta hilenin merkezinde kabul edilen KYB yetkilileri Türkmenlerin mevcut sandıklarda oynama yaptığını bile iddia ettiler. Oysa Türkmenler sadece sandıkların şehirden çıkarılıp Bağdat’a götürülmesini engelliyor. Zira burada kimin nasıl bir denetim yapacağı meçhul. Elle sayım yapılmaması için en çok uğraşan isimlerden birisi de Irak Cumhurbaşkanı Fuat Masum...

İşte bu noktada çok önemli bir tehlikeye dikkat çekmek istiyorum. 2017’de Türkmen ve Arap milletvekilleri, Kerkük’e giden Cumhurbaşkanı Fuad Masum’a burada yaptığı açıklamalarından dolayı tepki göstermişti. Çünkü Masum, “Kerkük’te 140. maddenin uygulanması gerekir” demişti.

Neydi bu 140. Madde?

Irak’ta ABD’nin inisiyatifi ile hazırlanan 2005 anayasasında, “tartışmalı bölgeler” başlığı İle Kerkük’te bir süreç öngörülmüştü. Irak Kürt Bölgesel Yönetimi buranın kendi sınırlarında olduğu iddiası ile gayrimeşru referanduma dahil etmişti. Bu maddeye göre söz konusu bölgelerde 2007 sonuna kadar önce geri dönüşler sağlanacak, sonra nüfus sayımı ve ardından referandum yapılacaktı. Bu madde Türkiye’nin de karşı çıkışıyla uygulanamadı.

Ve şimdi bu proje yeniden ısıtılıyor. Kasım ayında yerel seçim yaklaşırken yeniden bir oldu-bitti peşindeler. Biliyorlar ki bu madde en çok demografiyi değiştirenlere yarayacak en fazla da Türkmenleri bertaraf edecek.

İşte O Adımlar...

Irak Kürt Bölgesel Yönetimi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyelerine bir mektup yollayarak Kerkük’teki belirsizliğin giderilmesi için BM’nin inisiyatif alarak 140. Madde kapsamında girişimde bulunmasını istedi. Erbil merkezli bu girişimin yanı sıra KYB adına Lahur Talabani katıldığı bir programda vaktiyle Celal Talabani’nin de desteklediği 140. Maddenin ihmal edildiğini ve Referandum ısrarı yüzünden gerçekleştirilemediğini ifade etti. KYB’nin yeni parlamento çatısı altında buna ağırlık vereceğini ekledi.

Ardından geçtiğimiz gün Birleşmiş Milletler (BM) Irak Özel Temsilcisi Jan Kubis, verdiği bir röportajda BM’nin Kerkük sorununda 140. Madde’nin uygulanmasını içeren bir çalışmayı Temmuz ayındaki çalışma gündemine almak için ön hazırlık yaptıklarını belirtti. Bireysel olarak bu mektuptaki öneriyi desteklediğini de söyledi.

Türkiye bu konuyu ve gelişmeleri çok dikkatli takip etmek mecburiyetindedir.

Yazının devamı...

Milliyetçilik cevap üretemiyor mu?

Geçtiğimiz gün KONDA araştırmanın “milliyetçi seçmen analizi” başlığı ile yansıyan değerlendirmesi kamuoyuna yansıdı. Başlıktaki bu iddia da onlara ait. Analizde ülkedeki toplumsal katmanların, bölgeler arasında dengelerin ve kimlik farklılaşmasının geldiği nokta sistemli bir şekilde ortaya konuluyor. Milliyetçiliğin, genel olarak siyasal partilerin geçirgenliğini de içinde barındıran seçim odaklı bir siyaset düzleminde irdelendiği görülüyor. Özetle MHP’nin ne kıyı şeridinin ne de Anadolu’nun (Orta Anadolu, Doğu ve Karadeniz’e doğru) isteklerini tam olarak yansıtmadığı belirtiliyor.

Ocak ayındaki ankete göre seçmenler milliyetçilik konusunda kendilerini 1’den 10’a kadar puanladıklarında ortalama “7” puana erişildiği görülüyor. Bunun en büyük sebebi milliyetçilik kavramının özü itibariyle geniş ve kapsayıcı olması. Farklı siyasal görüşe sahip olanlar onun farklı özelliklerini içselleştirerek “milliyetçiyim” diyebiliyor. Milliyetçiliğin kavramsal açıdan böyle geniş kesimlere inebilme gücü insanoğlunun “aitlik” ihtiyacının bir tezahürü.

Peki bu denli geniş bir seçmen kitlesinde sempati bulan milliyetçilik, oy verme davranışında milliyetçi olduğunu iddia eden parti ya da partilere neden yansımıyor?

Öncelikle modern devletle anılan milliyetçilik yaklaşımlarına kadar Türklerin devlet yaşamında milliyetçilik farklı söylem ve eylemlerle etkisini göstermiştir. Bizdeki milliyetçilik bir sanayileşme ürünü olmayıp Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren devlet eliyle ve imkanlarıyla inşa edilmeye çalışılmıştır. Süreç içerisinde 3 önemli kırılma yaşamıştır. Atatürk sonrası kırılma, 1944 olayları ile yaşanan kırılma ve 1980 sonrası bizzat devlet eliyle yaşanan kırılmadır. Bu son dönemde sivil alanda bırakılan Türk Milliyetçiliği devlet sistemi içerisinde kimi zaman “öteki”, kimi zaman “marjinal”, kimi zaman ise “tehdit” olarak algı dünyasına sunulmak istenmiştir. Bu açıdan milliyetçilik tarihsel süreç içerisinde değişerek günümüze intikal etmektedir. Dolayısıyla gerek milliyetçilik gerekse onun nüvesi olan millet kavramının bugünkü anlamıyla bahsedilen dönemler hakkında mutlak hükümler vermek doğru değildir .

Böyle bakıldığında milliyetçiliğin bir sistematik düşünce olarak iktidar elde edememesinin iki önemli sebebi vardır. Birincisi bu düşünceyi temsil eden siyasal organizasyonun temsil gücü ve temsil edilen hususların seçim dönemlerinde sunulabilme başarısı/başarısızlığıdır. Özellikle milliyetçiliğin vazgeçilmezi olan ulus-devlet modelinin kalıcılığı için iktisadi milliyetçiliğin kendisini hissettirmesi, milliyetçi düşüncenin yapısal ve insan kaynağı bakımından genişleyebilmesinin ön koşulu haline gelmiştir. Artık iktisadi milliyetçilik iç/dış güvenlik yaklaşımlarının da destek aldığı bir dayanak konumundadır. Yani gelinen aşamada Türkiye’deki milliyetçilik doktrininin ve buna katkı sunan siyasal örüntünün herhangi bir seçimden zaferle çıkabilmesi yalnızca siyasal partilerin durumuyla da açıklanamaz.

İşte ikincisi ise milliyetçilik olgusunun siyasal parti konumlanması dışında sivil toplum, iş dünyası, entelektüel çevreler gibi farklı alt sistemlerden oluşan bir bütün meydana getirememesidir. Bu durum milliyetçiliğin ve milliyetçi kadroların salt siyasal partiler içerisinde hayat bulabileceği bir kısırdöngü meydana getirmektedir. Bu döngü “devletin kutsallığı” ile pekişmekte ve “devletin bekası” gibi soyut tespitlerle seçmenin rekabet ettiği sahanın dışında konumlanmaktadır.

Türk milliyetçiliğini hem güçlü kılan hem de güçsüzleştiren nokta burada düğümlenmektedir.

O halde milliyetçiliğin bugünün arayışlarına cevap üretemediği yönündeki iddia ne sadece bugünün meselesi ne de basit bir seçmen dağılımının aritmetik görünümüdür. Mesele daha uzun soluklu ve derindedir.

Devam edeceğiz...

Yazının devamı...

Seçim beyannameleri ve ‘Kürt meselesi’

24 Haziran seçimleri yaklaşırken partiler beyannamelerini açıklıyor. Siyasal iletişim açısından beyan ve taahhüt iç içe olan kavramlardır. Yani bir parti beyan ettiği şeyi yerine getirmekten sorumludur. Ve her demokratik ülkede sorumluluk beraberinde hesap verilebilirliği getirir. Maalesef bizdeki uygulama çoğunlukla olmazsa olmazları veya olmayacakları olacak gibi gösterme şeklinde tezahür etmektedir. Çünkü irili ufaklı pek çok parti vardır ve bu partilerin çok azı iktidara namzet durumdadır. Bununla birlikte Türkiye’de seçmenler partilerin seçim beyannamelerini okumuyor ya da birkaç öne çıkarılan cümlesine takılıyor. Bu sebeple önemli hususları derli toplu bir şekilde sizlerle paylaşmak katılımcı demokrasinin bir gereği...

Belirtmek gerekir ki seçim sonrasında ülkeyi bekleyen sorunlar var. Ekonomi gibi bunların bir kısmı acil düzeyde. Gündeme taşınacak önemli meselelerden birisi de kamuoyunda “Kürt sorunu” olarak irdelenen meseledir. Bireysel olarak sorunun böyle tanımlanmasına karşıyım. “Güneydoğu sorunu” yaklaşımı da bu şekilde sorunludur. Yani etnik ve coğrafi temelli bir kavramlaştırma yapmak, çözümünde bu şekilde geliştirilmesine sebep olabilecektir. Dolayısıyla konuyu etnik açıdan tanımlayan ve yorumlayanlar aslında çözümsüzlüğe demir attıklarının farkına varmalıdır.

Evet…Türkiye’de Kürtlerin de sorunları vardır. Lazların, Çerkezlerin ve diğerlerinin de...

Ancak bu ülkede Türkler yok mu? Onların sorunları farklı mı?

O halde bütünsel olarak baktığımızda Türk Vatandaşlarının tümüyle birbiriyle ilişkili, birbirini tetikleyen ve pekiştiren sorunları var. Bunun adı, özetle “birlikte Türkiye” olamayıştır. Ortak yaşam iradesini ülke geneline yayamayıştır.

Şimdi gelelim partilerin seçim beyannamelerine…Şimdilik 4 partiyi verelim.

AK Parti: “Haklar ve Özgürlükler” bahsinde 1 Kasım seçimlerinden farklı olarak “Kürt sorunu” ifadesi yok. Daha çok bundan önce yapılan seçmeli ders, tutukluların anadil hakkı, TRT’de Kürtçe yayın gibi adımlardan ve bunların korunmaya devam edileceğinden bahsediliyor. MHP ile ittifakın etkisi burada öne çıkıyor. “Çukur siyaseti izleyenlerle mücadele edildi” deniliyor. “Neler yapacağız?” bahsi ise “herkesi bağrına basan, EŞİT VATANDAŞLIK” ilkesi ile başlıyor.

CHP: “Toplumsal Barış ve Kürt Sorunu” başlığı altında “Kürt Sorununa EŞİT YURTTAŞLIK Temelinde Çözüm” alt başlığı var. Kürt sorununun salt güvenlik sorununa indirgendiğinden söz edilerek AKP eleştiriliyor. Doğrusu çözüm sürecinin mimarı olan AKP’nin bir gün bu eleştiriye uğrayacağını tahmin etmek zordu. CHP çözüm için TBMM çatısını gösteriyor. Kürt sorunu “Temelinde bir demokrasi eksikliği” deniliyor. 1 Kasım’a göre daha ileri ve riskli ifadeler kullanılmış. Anayasada mevcut olan “Türk Vatandaşlığı” yerine “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı” öneriliyor. Ve belki en iddialı cümlelerden birisi “Anadilin öğrenimi hakkından tüm yurttaşlarımızın yararlanabilmesi için gerekli yasal ve kurumsal altyapıyı kuracağız.” Ancak detayları belli değil. Örneğin şuan Kürtçe seçmeli ders olarak okutulabiliyor. Bunun ötesinde ne isteniyor ne kast ediliyor? Seçmenler mutlaka bilmeli.

MHP: Öteden beri olduğu gibi sorun “TERÖR SORUNU” yaklaşımıyla irdeleniyor ve Türkçeden başka bir dilde anadilde eğitim yapılması reddediliyor.

İyi Parti: Henüz seçim beyannamesi açıklamadılar. Ancak parti programında İç Güvenlik başlığında “DOĞU-GÜNEYDOĞU SORUNU” alt başlığı var. Bu açıdan meselenin bir bölgesel sorun olarak irdelendiği söylenebilir. Burada önce terörle mücadele sonra toplumsal alana müdahale vurgusu öne çıkıyor. Ancak yukarıda belirttiğim gibi ülkedeki sorun salt etnik ve coğrafi temelli değerlendirilemez.

İşte size partilerin konuya ilişkin yaklaşımı.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.