Şampiy10
Magazin
Gündem

Doğu Türkistan Meselesinde Ne Yapılmalıdır?

Bugünkü Çin sınırlarında yaşayan Türkler, soydaşlar ya da denildiği gibi “Türkçe Konuşan Halklar”… Varlıkları ve akıbetleri hakkında kimi zaman kamuoyunda bilgi ve haberler yer alsa da bu konunun sistemli bir bakış açısıyla irdelendiği söylenemez. Zira Doğu Türkistan meselesi çoğunlukla olumsuz gelişmeler ya da Türk kamuoyunun reaksiyon gösterebileceği olaylar meydana geldiğinde gündemde yer bulabiliyor. Bu durum oradaki tarihi dinamiklerin, potansiyelin ve normal dönemlerde atılacak diplomatik adımların da önüne geçiyor ve Türk Dış Politikasını zorluyor

Konu gündeme geldiğinde “Doğu Türkistan” veya “Sincan” ifadesini kullananlar, ABD’de veya Çin’de yaşayanlar, “Çin’le iyi ilişkiler kuralım” veya “bu bir ihanettir” diyenler… Türkistan coğrafyasını iyi bilen ve benim de çok saygı duyduğum Hızırbek Gayretullah Çin’in çıkarları için çalışanları “Jim Momacılar” şeklinde tanımlıyordu.

Son olarak bu bölgeden Suriye’deki bazı radikal gruplara katılımlar, Çin’in Doğu Türkistan hakkında kamuoyu baskısını artırıyor. Çin “bu benim içişlerim kimse karışamaz” yaklaşımıyla söz konusu ülkelere karşı sert söylem ve tedbirler ileri sürebiliyor.

Oysa tarihi gerçekler, örtbas edilemeyecek kadar açık ve belirgin.

Türkistan ya da Türkeli… Yani Türklerin yaşadığı coğrafya 18. yüzyıla kadar belirli bir bütünlük içerisinde kalmayı başarmıştır. Göktürkler ve ardından gelen Uygurlar, İslamiyet öncesi dönemde Türklerin yönetimine imza atmışlardır. Osmanlı’nın duraklama/gerileme döneminde Türkistan denilen bu büyük medeniyet coğrafyası ikiye bölünmüştür. Batıda kalanlar Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nin dahil olduğu Batı Türkistan, Doğu’da kalanlar Çin’in Sincan Uygur Özerk Bölgesi, bizim ise Doğu Türkistan dediğimiz alandır. Uygur Türkleri burada 1933 ve 1944 yıllarında iki kez bağımsız birer Cumhuriyet kurmayı başarmıştır. Ta ki 1949’a kadar… 1955 yılında Özerklik statüsü verilmiş olsa da içişlerinde bağımsız olabilme hakkını elde edememiştir. Milliyetçi Çin’in kurucularından Çan Kay Şek ve ardılları Çin’de yaşayan herkesin aynı millet olduğunu savunmuş zamanla bu yaklaşım Han Çinlilerin asimilasyon hedefine temel oluşturmuştur. Çin burada hala bir demografik değişim politikası yürütmektedir. 1945 yılında Han Çinlilerin oranı % 6.2 iken 2010 yılında % 41 seviyelerine gelmiştir. Aynı dönemde Uygurlar % 83’ten, % 45 seviyelerine gerilemiştir. Bu oran her geçen gün Uygurlar aleyhine değişmektedir. Sorunu asıl derinleştiren de işte bu asimile sürecidir. Çünkü bu yönelim, dil ve kültür dayanaklarını işlemez hale getirmekte ve buna engel olmak isteyen vatanseverlerin mücadelesi hukukiliğin dışına sıkıştırılmaktadır. Suriye’deki radikal bazı grupların “Doğu Türkistanlılar” denilerek anılması Çin’in kapsamlı/sistemli politikasının bir yansımasıdır. Türkiye’de bile bu tuzağa düşen uzmanlar vardır. Evet o bölgeden gelerek Suriye’deki kimi örgütlere katılanlar vardır. Fakat böyle bir genelleme ne ölçüde hakkaniyetli/tarafsız olabilir?

Belirtmek gerekir ki Doğu Türkistan Çin’in en zengin yer altı kaynaklarına s ahip bölgesidir. Batı’ya açılan en önemli kapısıdır. Burası güvenli ve istikrarlı olmadan İpekyolu koridorunun neticeye ulaşması neredeyse imkansızdır.

Türkiye bu konuda karşılıklı çıkarları belirli bir dengede tutarak, bahsettiğimiz sorunlara yönelik tepkisel ve anlık görünümden uzak bir politika geliştirmelidir. Yani tarihi temellere dayanan, sistemli bir muhteva… Burada belki de en önemli nokta, kayıt altına alınan özerklik statüsünün gerektiği gibi işlemesini sağlayacak girişimler ve diplomatik çabalar olmalıdır.

Yazının devamı...

Çin-Avrupa koridoruna bir adım daha

Türkiye bir yandan ekonomik sorunlarla bir yandan da bununla ilişkilenen uluslararası tehdit ve fırsatlarla yoğrulurken kendi coğrafyasında önemli gelişmeler oluyor. Biz bu gelişmeleri gerektiği kadar önemsemiyoruz. Fakat yine de belirli bir ilerleme dikkat çekiyor. Özellikle TBMM Başkanı Binali Yıldırım’ın Ulaştırma Bakanlığı döneminde tamamlanan Bakü-Tiflis-Kars projesi ve Khorgos sınır kapısının tam kapasiteyle işletmeye açılması Türkiye-Kazakistan ilişkiler açısından ciddi hamlelerdi.

Bizim vurguladığımız husus, yeni süreçleri ülkenin ekonomik sistemine yöneltecek hızlı ve etkin bir bürokratik alt sisteme ihtiyaç duyulması...

Burada bahsettiğimiz coğrafya ise genel kabulün aksine Ortadoğu değil. Avrasya ve bilhassa Türk Dünyasının etkileşim içeresinde olduğu daha dinamik bir alan.

Mutlaka hatırlayanlar olacaktır; Ağustos başında Hazar Denizi yer altı kaynaklarının paylaşımı ve hukuki statüsü hakkında 5 ülke, Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Rusya ve İran anlaşmışlardı.

Bu anlaşma yalnızca bahsi geçen ülkeleri değil Çin’i Avrupa’ya bağlayacak koridorun güvenliğinin sağlanması bakımından hayati bir nitelik taşıyordu.

Şimdi bu sürecin bir parçası olarak Kazakistan-Çin sınırında önemli bir adım atıldı. Ve Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor.

İki ülke sınırında bulunan Khorgos Geçidi dünyanın en büyük kuru limanı olarak Kazakistan’ı demiryolu ile Çin’e bağlayacak. İşte bu geçidin önemli bir parçası kabul edilen “Nur Yolu”adlı kontrol noktası geçtiğimiz Perşembe günü törenle hizmete açıldı.

Burası sadece bir araç geçiş noktası değil. Aynı zamanda son teknoloji ile donatılmış bir ulaşım ve lojistik merkezi. Tahminlere göre günde ortalama 2500 araç ve 15 bin kişinin geçişi sağlanacak.

Konuyla ilgili Türk Konseyi Genel Sekreter yardımcısı Ömer Kocaman ile sohbet ettik. Kocaman “Bu tesis, Kazakistan’ın transit potansiyelini, Çin’den Avrupa’ya (ve aksi yönde) Hazar Denizi ve daha sonra Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye üzerinden geçen mal miktarını ve genel olarak ticaret hacmini büyük ölçüde artıracaktır. Tesis ayrıca, ulaşım akışlarının verimli bir şekilde yönetilmesine ve ulaşım altyapısının geliştirilmesine katkıda bulunacak, bölgenin gelişmesi ve kalkınması için elverişli bir ortam oluşturacaktır” diyor.

Böylelikle Türkiye dahil olmak üzere Türk Konseyi Üye Ülkeleri, Merkez Ulaştırma Koridoru’nda özellikle ulaştırma ve lojistik sektörlerinde ciddi bir avantaj elde edecekler. Tabi bunun için Türk Konseyi’nin daha fazla desteklenmesi ve harekete geçirilmesi gerekiyor.

Yazının devamı...

Af teklifi neler getiriyor?

Milliyetçi Hareket Partisinin (MHP) kamuoyunda “af” olarak bilinen düzenlemeyi TBMM’ye getireceğini aylar önce paylaşmıştık. Verilen kanun teklifi bir aftan ziyade 5 yıllık bir ceza indirimini ve hangi suçlarda bunun uygulanmayacağını belirtiyor. Gerekçesi okunduğunda cezaevlerinin yaklaşık %20 oranında kapasitesinin üstüne çıkması ve terör örgütlerinin buralardaki bozuk koşulları kullanarak bir takım provakasyonlar çıkarabileceği ihtimali dikkat çekiyor. Teklifi hazırlayan MHP Genel Başkan Yardımcısı Fethi Yıldız’ın “bu bir zaruret olmuştur.” açıklamasını bu açıdan irdelemek lazım. Ayrıca MHP’nin seçim öncesinde dile getirip, seçim beyannamesine koyduğu bu taahhüdün, tutuklu ve hükümlüler dışında onların yakınlarında da ciddi bir beklenti doğurduğu görülüyor. Teklif, TBMM’de komisyonlardan bu haliyle geçerse 360 milletvekili yerine salt çoğunluk yeterli olacak.

Ancak dikkat edilmesi gereken çok önemli noktalar var:

(1)Salıverilecek tutuklu/hükümlülerin hangi suçları kapsayacağı... MHP’nin teklifinde ceza indirim süresi dışında hangi suçları kapsamaması gerektiği belirtiliyor. Af konusu geçmişte siyasetin başvurabildiği bir kitle yönlendirme aracı olduğu için partilerin nasıl bir içerikle yaklaşacağı da önemli. Eğer TBMM’deki görüşmelerde bu adım genişletilerek bir genel/özel hüviyeti kazanırsa süreç çıkmaz bir boyuta taşınabilir. Dolayısıyla bir af yerine ceza indirimi söz konusuysa indirilecek cezanın süresi ve kimlere uygulanacağının ölçütü de bilimlik açıklamalarla desteklenmelidir. Böyle bir suça karışanların makul bir pişmanlık ve rehabilitasyon evresini tamamlamadan yeniden sosyal hayata entegresi daha vahim neticelerle karşı karşıya kalınmasına sebep olabilir.

(2)Kabul edilmesi halinde toplum vicdanında ne ölçüde kabul göreceği...Nitekim bir devlet sisteminin huzur ve asayiş odaklı ilerleyebilmesinin koşullarından biri de bireylerarası ilişkilerin adalet terazisinde kalabilmesinin sağlanmasıdır. Örneğin uyuşturucu satıcıları, gasp, hırsızlık ve dolandırıcılar söz konusu olduğunda bu suçlardan etkilenen vatandaşların hak/hukuk beklentisi, özbenlik ve özsaygıları nasıl biçimlenecektir? Bunlar siyaset kurumunun ve bilhassa TBMM’nin uzmanlar eliyle değerlendirmesi ve topluma izah etmesi gereken ciddi meselelerdir.

(3) Salıverilme sonrası toplumsal düzende ve sosyal yaşamda meydana gelebilecek muhtemel problemler nasıl aşılacak? Yani bu sürecin bir ceza indirimi/şartlı salıverilme ile neticenlendiğini düşündüğümüzde bu insanların bir daha suç işlememesi için “tahliye süresine kadar kasıtlı bir suç işlerse yapılan indirim geri alınacak” maddesi yeterli olacak mı? Suç işlendikten sonra ya da salıverilen kişi bir başka insanın yaşamına, özgürlüğüne, vücut bütünlüğüne kast ettiğinde bu hak kaybının telafisi hangi yollarla engellenebilecektir?

Tüm bunlar karşımızda duran ve çözüm bekleyen önemli sorular ve problemlerdir. Bir yandan ekonomik olumsuzluklar bir yandan vatandaşların sosyo-psikolojik durumları değerlendirildiğinde ayakları yere basan ve güne uygun bir düzenleme yapmaktan başka bir yol gözükmüyor.

Yazının devamı...

Suriye’de federal çözüm ne anlama geliyor?

Suriye’de siyasi çözüm için sahadaki son kozlar masaya sürülüyor. Özellikle İdlib’de varılacak netice, gerek tarafların kimle bir araya gelebileceğini, gerekse ülkenin geleceğinde kimlerin belirleyici olabileceğini tayin edecek.

Bu sebeple Türkiye’nin İdlib’deki başarısı siyasi çözümde elini kuvvetlendirmesi için hayati bir nitelik taşıyor. Suriye’nin kuzeyindeki terör yapılanması, Münbiç’teki pazarlık süreci ve Türkiye’nin Afrin’deki varlığı, İdlib’deki etkisiyle yeni gelişmelere sahne olabilir.

Dün Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov “Suriye’nin toprak bütünlüğüne en önemli tehdit Fırat’ın doğusundaki ABD kontrolündeki bölgeden geliyor.” dedi.

Ancak hep konuşulan siyasi çözüm konusunda soru işaretleri geçerliliğini koruyor. Örneğin Federal bir çözüm... Suriye’de bir federasyon demek terör örgütü olarak gördüğümüz PYD’nin doğrudan Türkiye’nin komşusu olması anlamına geliyor. Dört parçalı sözde Kürdistan hedeflerini hatırladığımızda Irak’ın kuzeyinde son anda önlenen “bağımsızlık” söylemi için yeni bir motivasyon aracı olacaktır. Zira PYD’nin KCK sözleşmesinin bir unsuru olduğunu hiçbir zaman unutmamak gerekiyor. Suriye’de federal bir yapılanma, ülkenin istikrarsızlığının devamı olduğu gibi Türkiye’ye yönelik bölücü eğilimlerin de tekrar gün yüzüne çıkmasına katkı sağlayacaktır. Suriye’de federal bir modele doğrudan karşı çıkanlar Türkiye, İran ve halihazırdaki Suriye yönetimi. Ancak Türkiye’nin tezi ile bazı farklar var. Rejim federal bir yapıyı öncelemese de özerk/yerel meclisler şeklinde ara bir formüle razı gözüküyor. İran’da bu yönde irade gösterebilir. Bu eğilim Türkiye açısından adı konmamış bir federal sistem anlamına gelebilir. Evet Türkiye-Rusya ilişkileri stratejik ve operasyonel düzeyde kötü bir noktada değil. Ortak çıkar alanları söz konusu. Bunların içinde en belirgin olan İdlib’de Türkiye’nin üsteleneceği rol ve katkı. Eğer Türkiye Afrin’de Rusya ile diyalog halinde kalabildiyse bunun sebeplerinden birisi de bu.

Burada belki de en tehlikeli husus, ABD ve Rusya’nın Suriye’de federalizm temelinde bir çözüme soğuk bakmıyor olması. Her iki ülkenin de mevcut devlet yapısı bu modele uygun. Daha önce Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim “DEAŞ’ın bitirilmesinin ardından Kürtlerle özerklik konusunda görüşmeye hazırız” demişti. Ardından Kürt tarafı, birkaç kez Rusya üzerinden rejimle görüştüklerini açıklamıştı. Bu süreçte PYD’nin kontrolündeki Deyr-Zor gibi petrol sahalarının bulunduğu yerler için rejimle sürdürülen görüşmelerin kısmi neticeleri kamuoyuna yansımıştı. Çok açık ki Esat-PYD arasında doğrudan veya dolaylı biçimde bir diyalog zemini sağlanmıştı. Meselenin dikkat çekici yönüyse hem Esat’ın hamisi Rusya, hem de PYD’nin destekçisi ABD bu görüşmelere ses çıkarmıyordu. Üstelik Türkiye bu konudaki hassasiyetini sürekli gündeme getirirken...

Bakıldığında Türkiye İdlib’de Rusya ile, Munbiç’te ABD ile işbirliği yapıyor. 2016 yılında Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Sergey Ryabkov federalizmi kastederek “Süreç henüz başlamadı fakat müzakerelerde böyle bir karar verilirse kimse itiraz etmez.” demişti. Rusya PYD’yi Türkiye-ABD ve rejim arasındaki etkileşimde dönüşümsel bir algıyla yönlendirmeye çalışıyor. Hâlâ Moskova’da PYD’nin ofisi duruyor. Daha ötesi Astana ve Soçi’deki zirvelerde Sayın Erdoğan dışında kimse “PYD terör örgütüdür” demedi. ABD ise malum…Tırlar gitmeye devam ediyor.

Belli ki Suriye’deki PYD varlığı ve Fırat’ın doğusundaki tahkimat yakın gelecekteki siyasi çözümde karşımıza çıkarılabilecek ihtimallerin başında geliyor. İşte bunun karşısında İdlib’de hata yapmamak ve Fırat’ın doğusundaki tehditle mücadele etmek zorundayız.

Yazının devamı...

İdlib’de fırsatlar ve tehditler bir arada

Soçi’de Türkiye ve Rusya arasında sağlanan mutabakat, bölgenin şekillenmesinde önemli olduğu kadar iki ülke ilişkileri bakımından da yeni bir güven testi anlamına geliyor.

Sürecin odağında yer alan , Astana zirvesiyle kararlaştırılan 4 çatışmasızlık bölgesinden biri. Ama muhalif grupların toplandığı tek yerleşim merkezi. Yaklaşık 6 bin km2’lik bir alanda 3.5 milyonu aşan bir nüfusa sahip. İç savaşın başladığı 2011 öncesinde 2 milyon civarındaydı. Artışın büyük sebebini Rejim/Esad güçlerinin kazandığı alanlardan kaçanlar oluşturuyor. İşte böyle bir coğrafyada 15 Ekim’den itibaren rejim ile muhalifler arasında 15-20 km’lik bir ara bölge oluşturulacak. Radikal olanlar ağır silahlarını bırakacak ve buradan çekilecek. Belirlenen bölgenin denetimi Türk ve Rus askerlerince ortaklaşa yapılacak.

Sağlanan bu anlaşma Türkiye için yeni bir göç dalgasını önlemek, en azından ötelemek için son derece kıymetli. Ayrıca sahada Türkiye’nin askeri hareket kabiliyetini güçlendiren bir pozisyonu işaret ediyor. Rusya açısından önemli olan ılımlı muhaliflerin dışındaki ağır silahlı grupların Tartus ve Hımeymim üslerine saldırması ya da Halep’e yönelebilme ihtimallerinin ortadan kaldırılması... Bir diğer konu eski Sovyet coğrafyasından Suriye’ye gelenlerin etkisiz kılınabilmesi/kontrol altına alınabilmesi. Her ikisi için de belirli bir zaman kazanıldığı söylenebilir.

Ancak belirli soru işaretleri ya da riskli hususlar da bulunuyor.

- Silahtan arındırılmış bölgenin tam olarak ne kadarlık bir alanı kapsadığı önümüzdeki dönemde netleşecek. Ancak bu bölgenin ilerleyen tarihlerde kontrol alanı dışına çıkması ya da BM gibi uluslararası kimi örgütler nezdinde nasıl bir etkileşim alacağı belli değil. Üstelik HTŞ’nin buradan çekilse bile diğer bölgelerdeki unsurları ile nasıl hareket edeceği irdelenmeli.

- Peki Astana sürecinin üçüncü halkası olan İran ve dolaylı biçimde görüşmelerde yer alan Rejim nasıl bir strateji izleyecek? Öyle görülüyor ki Rejimin silahtan arındırılmış bölge ve terör gruplarının tasfiyesi hakkındaki olası kararı Rusya’nın garantörlüğünde ilerleyecek. İran ise rejimin hamleleriyle eş zamanlı biçimde milis güçleriyle sürece etki edecektir. Bu durumda sürecin beklendiği gibi ilerleyebilmesi açısından gerek Rejim gerekse İran’ın kısa ve orta vadede beklentilerinin de gözetilmesi oldukça hassas bir nokta olacak. İran bu anlaşmayla kaybetmiş gözükse de Türkiye’nin tahkim etmesi gereken çatışmasızlık alanında sorunlar oluşması durumunda İran-Rejim ortaklığı daha net görülebilir.

- Türkiye için İdlib’de başlayacak çatışmalar yeni mültecilerin sınıra dayanması anlamına geliyor. Her ne kadar Afrin-Cerablus hattında bazı noktalar üzerinden yeni Suriyeli göçünün sınır ötesinde karşılanabileceği seslendirilse de bunun pratik olarak uygulanabilirliği büyük riskler taşıyor. Üstelik Suriye ile en büyük sınır kapısı olan Reyhanlı’daki Cilvegözü Sınır Kapısı, Afrin’e yaklaşık 60 km uzaklıkta. Zaten Rusya-Rejim destekli saldırıların 3 yönelimi vardı. Halep’in batısı, Hama’nın kuzeyi ve Lazkiye’nin doğusuna denk gelen Türkmendağı bölgesi. Olası bir Rejim saldırısı/kuşatmasında mülteci akınının tek yönde sürdürülmesi mümkün olmayabilir.

- ÖSO içerisindeki bazı gruplar Zeytin Dalı ve Fırat Kalkanı harekatına destek vermişlerdi. İdlib’de meydana gelecek kapsamlı bir çatışmanın Halep-Lazkiye-Hama üçgeninde sıkışması durumunda Türkiye’nin Afrin ve Cerablus hattında karargahları bulunan bazı ÖSO gruplarını da tetikleyebilir. Bu durum söz konusu yerlerde güvenlik zaafiyeti meydana getirebilir.

Yazının devamı...

Yeni havalimanının adı ne olacak?

Üçüncü havalimanı için geri sayım başladı. 29 Ekim tarihinde ilk uçuşun gerçekleşmesi planlanıyor. Eğer bir aksilik yaşanmazsa dünyanın tek çatı altında toplanan en büyük havalimanı olacak. %97’si bitmiş olan inşaat çalışmalarından yansıyan görüntüler çok sayıda işyeri, farklı aktiviteler ve modern bir şehrin işaretleri... Bu açıdan önemli ve gurur verici bir proje. Üstelik zor bir dönemden geçerken farklı sektörlere katacağı dinamizm ve topluma vereceği motivasyon göz ardı edilmemeli.

Bununla birlikte bir yandan taşınma işleminin alacağı zaman ve İstanbul trafiğine etkileri bir yandan da metro hattının en erken 2020’de devreye girecek olması ulaşım konusunda ivedi tedbirleri gerektiriyor. Dünyadaki uçuş trafiğinden daha yüksek pay alabilmek açısından havalimanının İstanbul gibi bir metropolle entegresi vazgeçilmez bir gereklilik. Ayrıca Atatürk Havalimanı’nın bir anda kapanması da söz konusu değil. Belki de bazı teknik bölümler için burada bir kısım alanlar muhafaza edilecek. Tüm bunlara rağmen zaman içerisinde eksikliklerin giderilerek beklenen faydanın elde edilmeye başlanacağına inananlardanım...

Desteklemeli ve katkı sağlamalıyız.

Bir başka önemli husus ise kamuoyuna zaman zaman yansıyan “Havalimanının ismi ne olacak?” tartışması ve muhtemel neticeleridir... Öyle ki ülkede mutabakat ve huzur iklimine her geçen gün daha fazla ihtiyaç duyarken milletin böylesine vizyoner bir projede ayrışması ve kutuplaşması kabul edilebilir değil. Herşeyden önce ortaya konulan emeğin, hedefin ve bilhassa geleceğin zarar görmesi demek.

Bu sebeple açılış tarihinin sembolik anlamı, projenin Türkiye için önemi ve özellikle sosyal medya olan bitenler dikkate alındığında “hangi isim olmalı?” sorusunun geniş kesimlerde karşıtlıklar meydana getirebileceğini öngörmek zor değil. Çok dikkat etmeliyiz.

Keşke halka sorabilecek vakit ve sosyal/siyasal koşullar mevcut olsa...

O halde elimizde hazır olan bir dünya markası var. Onunla taçlanan bir kurtuluş öyküsü var. En zor dönemlerde milletin ekseriyetinin çimentosu olan bir isim var. O isim ki Pakistan’dan Japonya’ya, Hollanda’dan Avusturalya’ya kadar dünyanın hemen her yerinde cadde, heykel, anıt vb yerlere veriliyor.

Kişiler, kurumlar ve siyaset üstü bir marka... Hatta ülkeleri, coğrafyaları aşan birleştirici bir güç.

Atatürk’ten bahsediyorum.

Eğer ortak akıl ve ortak yarar çabasındaysak ya da milletin rüzgarına ve desteğine ivme kazandıracaksak yeni havalimanı için benim önerim “Atatürk Havalimanı” olarak devam edilmesidir.

Peki seslendirilen diğer isimler yetersiz mi?

Elbette değil. Pek çoğu farklı icraatlarla buluşturulabilecek bir değer taşıyor. Havalimanının önceki adı ve inşa süreci bu şekilde gelişmeseydi benim de bunların içinde olabileceğini düşündüğüm isimler vardı. Ancak yukarıda bahsettiğimiz endişeler ve toplumun beklentileri bir arada irdelendiğinde hepimizi gururlandıracak bu yapıtın adı yine ve yeniden Atatürk olmalıdır diyorum.

Yazının devamı...

Nazarbayev’in Türkistan hamlesi…

Nursultan Nazarbayev isminin artık Türkiye’de pek çok kişi tarafından bilinen önemli bir marka haline geldiğini söylesek yanlış olmaz. Geçen yıl sosyal medya üzerinde yaptığım bir saha araştırmasında Türk Dünyası’yla ilgili anahtar kavramlar arasında en çok kullanılan ismin açık ara Kazakistan Cumhurbaşkanı Nazarbayev olmuştu. Elbette bu değere temel oluşturan ciddi sebepler vardı.

Belki de en önemlisi hedeflerini sürekli büyüterek ülke sınırlarını aşan bir vizyon ortaya koyması… Öyle ki 1990’lı yıllarında başında kimi uzmanlar ülkenin ne kadar süre bağımsız kalabileceğini sorgularken şimdi ülkenin bağımsızlığı bölge istikrarının olmazsa olması durumuna geldi. 1998 yılında başkentin Almatı şehrinden küçük bir kasaba olan Akmola’ya taşınması kararı alındığında büyük eleştiriler gelmişti; “nasıl olacak?” sorusu sorulmuştu. Bugün o bozkırda Astana adında görkemli bir şehir yükseldi; milletin geleceğe güvenle, umutla bakmasını sağlayan eşsiz bir ideal haline dönüştü. Artık Avrupa’nın, Avrasya’nın, İslam Dünyası’nın önemli etkinlikleri Astana’da yapılıyor.

Bugün bir resmi ziyaret kapsamında Türkiye’ye gelen Nazarbayev, yaklaşık 30 yıldır, Türk Dış politikasında da özel bir yerde duruyor. Gerek ikili gerekse Türkiye’nin diğer bölge ülkeleriyle ilişkilerinde kritik etkilere sahip... Türkiye-Rusya ilişkilerinin onarılmasında oynadığı rol kamuoyunda geniş yer bulmuştu. Nazarbayev’in liderlerle birkaç kez yaptığı görüşmelerle diyalog zemini pekiştirilmiş ve mektubun ulaştırılması sonrasında mutabakat sağlanmıştı. O günlerde yine bir ziyaret kapsamında Türkiye’ye gelen Nazarbayev bizzat bana şöyle demişti: “Şimdi sırada Türkiye ve Özbekistan arasındaki ilişkileri güçlendirmek var.” Gerçekten de böyle olmuştu. Kısa bir süre sonra Özbekistan’ın yeni Cumhurbaşkanı Mirziyoyev ile birlikte Türkiye burada da olması gereken bir süreç yakalamıştı. Ardından dünyanın yakından takip ettiği Astana süreci geldi. Suriye konusunda Türkiye, Rusya ve İran’a birliktelik zemini sağlayan “Astana Zirveleri” Nazarbayev’in stratejik hamlelerinden biriydi. Böylelikle kendi dış politikası için önem arz eden ülkeleri buluşturmuş ve Astana ismini tüm dünyayla tanıştırmayı başarmıştı. Nazarbayev Türk dünyasında durağan geçen ara dönemlerde bu alanı hep diri tutan ve umut aşılayan konumundan hiç vazgeçmedi. Geçtiğimiz günlerde altıncısı düzenlenen Türk Konseyi’nin kurulma teklifi de ondan gelmişti.

Birkaç aydır Kazakistan’da tarihi bir gelişme daha yaşanıyor. Ülkenin Güney Kazakistan eyaleti Nazarbayev’in buyruğu ile Türkistan olarak değiştirildi. Bu süreci Astana’nın kuruluşuna benzetmek mümkün. Zira Türkistan 100 bin nüfuslu eski bir şehir. Bir bölge merkezi haline getirildiği için çok bir bütçe ayrılacak ve konutlar, oteller, iş merkezleri, sembol yapıtlar inşa edilecek. Geçen hafta Türkistan’daydım. Gerçekten tatlı bir heyecan var. İnsanlar şimdiden her şeyi bu sürece göre ayarlıyor. Devlet kurumları buraya taşınıyor. Şehirde her şey değerleniyor. Neredeyse herkesin Kazakça konuştuğu bu bölge Türkiye için de son derece önemli. Çünkü Türk ve İslam Dünyası’nda büyük anlamları olan Ahmet Yesevi’nin türbesi ve Uluslararası Ahmet Yesevi Türk-Kazak Üniversitesi burada.

İşte böyle bir süreçte bugün gerçekleşen resmi ziyaret, iki ülke ilişkilerine yeni bir ivme kazandıracak gibi gözüküyor…

Yazının devamı...

Azerbaycan’ın KKTC’yi tanıması...

Bir süredir Türk Dünyası’nın önemini, yeni gelişmeleri ve neler yapılması gerektiğini sizlerle paylaşıyorum. Biriken ve ağırlaşan sorunlarla beraber Türkiye gündeminin gerisinde kalsa da er ya da geç bu coğrafyanın önemi hak ettiği değere kavuşacaktır. Çünkü bugün Suriye’de, Irak’ta yaşananlar ya da ABD-Çin-Rusya denklemi, Hazar’dan, Orta Asya’dan, Kırım’ın kıyısında olan bitenlerden ayrı düşünülmemeli. Güç mücadelesi vekaletler eliyle gün yüzüne çıksa da ülkeler, sorunlar, ittifaklar birbirine eklemleniyor. İşte bu bakımdan Türkiye’nin doğu-batı eksenindeki müstesna yeri Türk Dünyası’ndaki etkinliği ile daha da kıymetlenebilir.

Türk Dünyası’ndaki işbirliği, AB ve benzeri birliklerin alternatifi değil aksine tamamen kendi mecrasında ilerleyecek bir proje. Yeter ki popülist ve gerçeklerden uzak bir süreç ve yaklaşım yürütülmesin!

Yani daha geniş bir ifadeyle dünya ekonomik düzeni ve Türkiye’nin hedefleri bakımından artık sadece sosyo-kültürel alandaki projeler değil her ülkenin ekonomisine katkı sağlayan yönelimlerin hayata geçirilmesi zorunluluğu var.

Gelin görün ki Türk dünyası ne zaman bu pozisyonunu güncellese ya da Türkiye bu alanda adımlar atma iradesi gösterse birileri sahneye çıkıyor ve birliktelik ruhunu sarsacak söylemler içerisine giriyor.

***

Türk Cumhuriyetleri olduğundan farklı ve tamamen problemli gösteriliyor. Türkiye ile ilişkileri belirli konular üzerine sıkıştırılarak kamuoyunun geniş fotoğrafı görmesi istenmiyor. İşbirliği olasılıkları provake ediliyor.

En önemlisi söz konusu ülkeler üzerinden Türkiye iç siyasetine dair mesajlar çıkarılıyor.

Mesela en çok gündeme getirmeye çalıştıkları konu “Azerbaycan’ın KKTC’yi neden tanımadığı?” sorusu...

Sanırım Türkiye’de bu konuya ilk açıklık getirenlerden biriyim. 2007 yılında Azerbaycan KKTC’ye gayri resmi bir uçak kaldırmış ve bir çok işadamı ile tanıma sürecini başlatmıştı. O tarihlerde yine iki ülkenin arasını açmak isteyenler vardı. AB Parlamentosu yetkilileri “eğer siz KKTC’yi tanırsanız biz de Karabağ’ı tanırız” diyerek Azerbaycan’ın işgal altındaki bu topraklarını koz olarak kullandılar. Türkiye tarafıyla yapılan istişareler sonucu ortak karar alınarak tanıma girişimi daha ileri bir tarihe ertelenmiş oldu.

Bu durumda “Neden? Hamleye karşılık verilemez miydi?” sorusu akla gelebilir. Bunların hepsi konuşulabilir, bir strateji geliştirilebilir. Türk Cumhuriyetleri’nin eksiklikleri de irdelenebilir. Ancak provakatif söylemlerle bu çaba sarf edilemez, kardeşlik örselenemez ve fitne tohumları ekilemez. Bunu yaptığınızda niyetiniz sorgulanır ve mutlaka kardeşlik ruhunun altında kalırsınız.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.