Şampiy10
Magazin
Gündem

Pegasus 7 milyon doları da frene basıp tasarruf edecek

RyanAir’den sonra dünyanın en verimli ikinci havayolu şirketi olan Pegasus, tasarruf paketine bu kez de karbon frenleri ekledi. 40 uçaklık filoda çelik frenler çok daha hafif olan karbon frenlerle değiştiriliyor. Böylece uçağın ağırlığı 550 kilogram daha düşüyor. Uçaklarda saat başına 50 dolarlık tasarruf daha edilecek. Böylece günlük tasarruf 20 bin doları, yıllık tasarruf ise 7 milyon doları geçecek.

Daha önceki bir yazımda Pegasus’un adeta sineğin yağını çıkaran metodlarla ‘Low cost’ yani düşük maliyet konusunda müthiş başarılar elde ettiğini, böylece Ryan Air’den sonra dünyanın en verimli ikinci havayolu şirketi olmayı başardığını yazmıştım. Neydi o sineğin yağını çıkaran metodlar. Mesela bir uçuşta kaç sandwiç yendiğini istatistiklerle belirleyip fazladan sandwiç bile konmuyordu uçağa. Ya da temiz su tankı full’lenmiyordu. Amaç mümkün olduğu kadar uçağın ağırlığını düşürmek. Çünkü ağırlık demek daha fazla yakıt tüketimi demek.

Pegasus filosuna kattığı yeni Boeing 737-800’lerde yine ağırlığa yönelik başka bir uygulamaya daha geçti. Uçağın çelik frenleri, 550 kilogramlık avantaj yaratan karbon frenlerle değiştirildi. Bir uçak, 1 tonluk ağırlık için saatte yaklaşık 40 litre yakıt harcıyor. 550 kilogramlık fark, harcanan yakıtta aşağı yukarı 50 dolarlık bir avantaj yaratıyor. Pegasus’ta 40 uçak var. Bunların her birinin havada günde 10 saat kaldığı düşünülürse günlük tasarruf 20 bin doları bulacak. Yıllık avantaj ise 7.3 milyon dolara çıkacak.

‘Uçmayan kalmasın’ dedik....

Pegasus Yönetim Kurulu Başkanı Ali Sabancı, Genel Müdür Sertaç Haybat ve Satıştan Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Güliz Öztürk ile birlikte ‘Yağmur’ isimli Pegasus ailesinin en yeni üyesi uçağını Adana uçuşu ile test ettik. Adana Yüzevler’de kebapları afiyetle mideye indirirken, Pegasus’un 2011 yılı değerlendirmesini de yaptık. Genel Müdür Sertaç Haybat, şu an Pegasus’un 2.58 yaş ortalaması ile en genç Boeing 737-800 filosuna sahip olduğunu söyledi. Haybat, 2005’te başladıkları tarifeli uçuşlarda nereden nereye geldiklerini de şu rakamlarla özetledi:

-2005’te 14 uçak ile 6 noktaya haftada 112 uçuş yaparak başladık. Bugün 40 uçak ile 23 ülkede 50 noktaya haftada 1544 uçuş yapıyoruz. 2007’de 3.2 milyar dolarlık Türk özel havacılık sektörünün en büyük siparişini vermiştik. Şu an 26’ıncı uçağı teslim aldık. 2012’de 8 tane daha gelecek. 2.58’lik yaş ortalamamız daha da düşecek. 31 dış, 19 iç hat uçuşu yapıyoruz. Günde 2 kez Paris’e 2 kez Londra’ya uçan başka özel havayolu şirketi yok. Adana’dan bile 8 farklı noktaya uçuşumuz var.

Haybat, daha sonra büyümeye yönelik rakamlara dikkat çekti:

-Her yıl ortalama yüzde 40 büyüdük. Bu bizim modelin bir ihtiyaç olduğunu ve Pegasus’un bu ihtiyacı karşıladığını gösteriyor. 36.4 milyon kişiyi uçurduk. İç hatlarda pazar payımız yüzde 23’e çıktı. Dış hatlardaki pazar payımız ise yüzde 8’i buldu. Uçmayan kalmasın sloganı ile bugüne kadar 23 milyondan fazla misafiri 100 liranın, 8.8 milyon misafiri ise 50 liranın altında fiyatlarla uçurmayı başardık.

En büyük tokadı kurdan yedik, tek haneli zarar var

Haybat’tan sonra sözü Ali Sabancı aldı. 2011 yılı cirosunun 1.7 milyar TL’nin üzerinde gerçekleştiğini, EBT artışının yüzde 36.6 olduğuna işaret eden Sabancı ancak kur ve yakıt maliyetindeki artışlardan dolayı bu yılı tek haneli zarar ile kapatabileceklerini söyledi. Sabancı, “Yakıt fiyatları yüzde 30 arttı. Ancak en büyük tokadı devalüasyondan yedik. Tüm giderlerimiz dövizle ancak biletleri TL olarak satıyoruz. Havaalanı ayakbastı ücreti bile euro üzerinden” dedi. Sabancı artık kimsenin uçağa fazla para vermek istemediğine de işaret ederek şöyle devam etti: “Yakıtın fiyatını bilmeyen pilotlar vardı. Şimdi verimlilik konuşuyorlar. Çeşitli yöntemlerle ucuz bilet satabiliyoruz. Zamanında kalkışla, 25 dakikalık yerde kalış süremizle fark yaratıyoruz. Bu metodlarla 9 milyona yakın misafirimizi 50 liranın altında fiyatla uçurabildik. Biz bu işe girdiğimizde pazarda bir havayolu şirketi ve bir sürü de havayolcuk vardı. Şimdi 2 havayolu şirketi ve bir sürü havayolcuk var diyebilirim.“

Doğuya doğru bir uçabilsek bilet fiyatı düşecek

ALİ Sabancı, sunum sırasında havacılık sektöründe tam anlamı ile serbest rekabet olmamasından, Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nün sektörün çok gerisinde kalmasından yakındı. Avrupa’da her ülkeye uçabildiklerini ancak ikili anlaşmalar gereği Azerbaycan, Kazakistan, Rusya gibi ülkelere uçamadıklarını belirten Sabancı bu noktalara da uçsalar bilet fiyatlarında ciddi indirimlerin sağlanabileceğini belirtti. Rekabet olmadığı için 1.5 saatlik İstanbul-Bakü uçuşu için yolcuların 3 saatlik Almanya uçuşuna göre 2 kat daha fazla ücret ödediklerini ifade eden Sabancı, şöyle devam etti:

“Bu pazarlarda rekabetin gelişmesi lazım. Rekabet olmalı ki fiyatlar düşsün. Artık dünyada ulusal bayrak taşıyıcısı diye bir kavram kalmadı. Bakın uçaklarımıza bizim de kuyruğumuzda Türk bayrağı var. Bu romantizmden kurtulmak lazım ancak öyle kolay olmadığını da biliyorum. Bugün Avrupa’nın en büyüğü RyanAir. Yani bayrak taşıyıcı filan değil. Biz de Türkiye’nin doğusuna, kuzeydoğusuna ve Ortadoğu’ya daha fazla uçuş yapmak istiyoruz”

Bu arada söze Sertaç Haybat girdi ve yakında başlayacakları Kazakistan Almaata uçuşu öncesi yaşadıklarını aktardı:

“Düşünebiliyor musunuz, Kazakistan devlet havayolu ile THY arasında anlaşma yapılmış. Biz buraya gireceğiz ancak bilet fiyatımızı belirlerken bu iki havayoluna sormak zorundayız. ‘Bilet fiyatımız ne kadar olursa sizin için uygun olur’ diye onay istiyoruz.” Onlardan ‘Uygundur’ onayı almadan fiyatımızı belirleyemiyoruz. Bu yolculara yapılan çok büyük haksızlıktır” dedi.

İzair, Almanya Antalya uçacak

İzmirli işadamlarının kurduğu İzair’de yüzde 96 hisseyi kontrol eden Pegasus’un Genel Müdürü Haybat, Ekrem Demirtaş’tan gelen eleştirileri de yanıtladı: “Biz operasyonu devraldığımızda İzair batıktı. 22 milyon TL sermayesi, birikmiş zararı vardı. 110 işadamının parası gitmişti. Sermaye artışları ile şirketi yaşattık. Yakıt maliyeti yüksek Airbus 319’ların yerine Boeing 737-800’ler alıyoruz. İzair’i Antalya-Almanya arası tarifeli uçuş yapan havayolu haline getireceğiz.”

Yazının devamı...

Laleli’nin ünlü ‘Bavul’unu Uludağ’ın zirvesine çıkardı

Dosso Dossi markasını da sahibi Hikmet Eraslan’ı da tanımıyordum. Bizce İletişim’den arayıp “Önümüzdeki hafta sonu Türkiye için çok değerli bir organizasyon olacak. Hikmet Eraslan size Dosso Dossi iş modelini anlatmak istiyor” dediklerinde buluşup tanıştık...

Hikmet Eraslan’ı dinledikçe hakikaten ilginç bir kişi ile karşı karşıya olduğumu anladım.

Laleli’de 7 katlı bir mağazası olan ve bavul turizmi için gelen Rus ağırlıklı müşterilere hizmet veren Eraslan farklı bir iş modeli geliştirmiş. Modeli anlatmadan önce Dosso Dossi’nin Rönesans döneminde yaşamış bir ünlü İtalyan ressam olduğunu, Eraslan’ın da İtalyan eşinden dolayı bu ressamla bir bağ kurup firmasına adını verdiğini belirteyim.

Eraslan’ın geliştirdiği iş modeli ise şöyle:

Başta Rusya ve Ukrayna olmak üzere Türkiye’den tekstil ürünü almaya gelen toptancıları ya da mağaza sahiplerini yılda iki kez, biri Antalya’da diğeri Uludağ’da olmak üzere biraraya getiriyor.

Bu ülkelere mal satmak isteyen firmalar da toplanıyor ve standlarını açıp gelecek sezonun kreasyonlarını sergiliyor. Basit gibi görünen ancak arkasında müthiş bir organizasyon olan değişik bir sistem.

9-15 Ocak haftası Uludağ’da 100’e yakın Türk firması bu yılın ilkbahar yaz sezonu ürünlerini 30 farklı ülkeden gelecek yaklaşık 4 bin alıcıya beğendirmeye çalışacak.

Bu alıcılarla satıcıları buluşturan kişi ise Hikmet Eraslan.

Alıcılar, 15 bin dolardan az olmamak üzere mal alım garantisi veriyor. 100 bin hatta 200 bin dolarlık alım garantisi veren alıcılar da var. Verdikleri garanti miktarı kalacakları oteli de belirliyor. En çok alım garantisi veren en iyi otelin en iyi odasını kapmış oluyor. Yanında bir misafir getirme hakkı da var. Hem eğleniyorlar hem ticaret yapıyorlar. Mesela Tarkan konseri izlemek, Victoria Secret’in en iddialı mankenlerinden Isabeli Fontana’yı yakından görme şansına sahip oluyorlar. Antalya’da yüzüyorlar, Uludağ’da kayıyorlar...

Bu yıl Uludağ’da Avrupa’nın en büyük maskeli balosu olacak. Defilelerden bazıları Fashion TV’den canlı yayınlayacak. I love Fashion markası da yine Uludağ’da tanıtılacak.

Önümüzdeki hafta başlayacak organizasyon için Uludağ’da 7 bin metrekarelik bir çadır kuruldu. Burada Gizia, Balizza, La Gazetta gibi Türk firmaları standlarını hazırlıyor. İddialı moda şovlar olacak.

Alıcılar, ellerindeki özel cihazlara beğendikleri ürünlerin barkodunu okutacaklar. O ürün otomatikman hesaplarına geçecek.

Alışverişi bitirdiklerinde bir kiosk’tan faturasını da alacaklar. Dosso Dossi bu alışverişte kasa görevi görüyor ve belli bir komisyon alıyor.

45 gün sonra mal alıcıya Dosso Dossi kanalıyla teslim ediliyor, parası tahsil ediliyor. Ürünün ve paranın tüm sorumluluğu Dossa Dossi’de. Yanlış ürün, hatalı ürün çıkarsa, alıcı Dosso Dossi’nin güvencesi altında olduğunu biliyor. Satıcı da parasını alamadığı takdirde Dosso Dossi’den tahsil edeceği için rahat...

Hikmet Eraslan bu organizasyonu 10 yıldır yaptığını, ilk 5 yıl emekleme döneminden sonra modelin sürekli büyüdüğünü söyledi. Vakko başta olmak üzere, Roman, Sunset, Koton gibi markalar da sistemi yakından izlemeye almışlar. Uludağ’a 4 bin alıcının geleceğini, yaklaşık 40-45 milyon dolarlık iş hacmi oluşacağını söyleyen Eraslan, Antalya’da yapılacak organizasyona ise 6 bin alıcı beklediğini söyledi.

Eraslan iddialı ve şöyle devam ediyor:

“Henüz bu iş modeli yüzde 20 randımanla çalışıyor. Daha fazla duyurusu yapıldığında dünyanın tüm alıcılarını biraraya getireceğim. Ukrayna’da Rusya’da toptancı pazarlarında reklamlarımız var. Ancak en büyük reklamı buraya gelip mal alan ve işini büyütenler yapıyor. Dosso Dossi iş modelinin kendilerine para kazandırdığını görüyorlar ve bu ağızdan ağıza yayılıyor. Bu hafta 30 ülkeden 200 şehirden alıcılar geliyor. Sadece Rusya ve Ukrayna değil, İran’dan, Suriye’den, Portekiz’den, İsrail’den hatta Portekiz’den alıcılar gelecek.



Oteller bana duacı

Dosso Dossi modeli yılda 2 hafta Antalya ve Uludağ’da ekstra bir trafik yaratıyor. Örneğin Uludağ’a yaklaşık 5 bin kişi gelecek önümüzdeki hafta. Otellerde yer bulmak imkansız. Neredeyse tamamı Dosso Dossi için kapatılmış. Eraslan bu duruma da dikkat çekiyor:

“Oteller bize duacı. Orada bir ekonomi yaratıyoruz. Ayrıca Laleli dediğiniz piyasada bizler sadece satıcıyız. Bu ürünlerin daha çok satması binlerce kişiye ilave istihdam demek. Fabrikalar, fasoncular, ince işleri yapan ev hanımları bile sayemizde para kazanıyor.”

Hikmet Eraslan bir mucit gibi iş modeli geliştirmiş. Kültür Bakanlığı’ndan da fikir mülkiyet hakkını da almış. Benzerini uygulamaya çalışan birileri olmuş hemen durdurtmuş.

Hikmet Eraslan’ı tanımıyordum, tanıdığıma çok mutlu oldum. Böyle enteresan mucit insanlar oldukça bu ülkenin sırtı yere gelmez diye düşündüm...

Yazının devamı...

9.9’luk depreme dayanıklı kadın

CNR’ı, kiracısı olduğu Yeşilköy fuar alanından çıkarmak istiyorlar. Bunun için ‘salonlar depreme dayanıksız’ raporu bile alındı. CNR’ın Başkanı Ceyda Erem, bu raporu çürüttüğü gibi İstanbul İl Afet ve Acil Durum Müdürlüğü 8 salonu Avrupa Yakası Lojistik Destek ve Koordinasyon Merkezi ilan etti.

İstanbul Ticaret Odası Başkanı Murat Yalçıntaş ile CNR Fuarcılık Yönetim Kurulu Başkanı Ceyda Erem arasındaki kavga malum. Bence olay artık kişisel bir nefrete ve husumete dönüşmüş vaziyette. Olayın ekonomik izahı yok çünkü.

Ceyda Erem’i kiracısı olduğu 150 dönüm üzerine kurulu Yeşilköy’deki fuar alanından çıkarmak için binbir takla atıldı. Hâlâ da atılmaya devam ediyor. 30’a yakın tahliye davası açıldı. Ancak hiçbirinden sonuç alınamadı.

İTO Başkanı Yalçıntaş’a birileri başka bir akıl verdi. ‘Salonların depreme dayanıksız olduğunu ispatlayalım. O zaman çıkmak zorunda kalır. Tahliye kaçınılmaz olur’ dediler.

Van’daki Bayram Oteli’ne sağlam raporu veren İstanbul Teknik Üniversitesi’nden bu kez CNR Fuarcılık’a ait salonlar için çürük raporu alındı. Fuar alanındaki yapılar çelik konstrüksiyondu ancak olmayan betonu her nasılsa zayıf bulundu.

Ceyda Erem, bir kez daha savunmadaydı, o da gitti İstanbul Üniversitesi’nden binaların sağlam olduğuna dair rapor aldı.

Erem, bu raporla da yetinmedi ve çürük raporuyla adeta dalga geçen yazıyı da 2011 yılının son günlerinde 27 Aralık’ta İl Afet ve Acil Durum Müdürlüğü’nden (AFAD) aldı.

Vali Yardımcısı Hikmet Çakmak imzalı yazı şöyle:

“Muhtemel bir afet sonrasında yapılacak işler öncesinden planlanmaktadır. Bu çerçevede CNR Holding’e ait 8 salon, Avrupa Yakası Lojistik Destek ve Koordinasyon Merkezi (LDKM) olarak planlanmıştır.”

Nasıl ama. Çürük olduğu iddia edilen CNR Fuarcılık’a ait salonlar olası bir depremde lojistik destek merkezi olacak. Belki de binlerce insan burada barınma imkanı bulacak.

Ceyda Erem, depremle de yıkılmadı ve AFAD yazısıyla da adeta rakipleri ile dalga geçiyor.

Çürük raporunu çürüttü.

Zaten Erem de söz konusu raporun sahte olduğunu, maksatlı yazıldığını iddia ediyor ve Savcılığa suç duyurusunda bulundu. Depreme dayanıksız raporu veren heyetin sadece kendilerinde olan bina statik planlarını bile görmediğini, istemediğini bu planların görülmeden böyle bir rapor yazılmasının mümkün olmadığını belirtiyor.

Peki bu kavganın arkasında ne var?

Yeşilköy’de kurulu CNR Fuarcılık alanından Ceyda Erem, neden ısrarla çıkartılmak isteniyor?

Verdiği kira mı düşük yoksa ödemelerini mi aksatıyor?

Ya da burada başka birilerinin gözü mü var?

Fuar alanı başka bir grup için angaje edildi de haberimiz mi yok?

Soruları çoğaltmak mümkün, ancak gelinen noktada görünen o ki bu kadını depremle de yıkamadılar...

İstanbul Dünya Ticaret Merkezi ayrı bir cumhuriyet. Fuar alanının yanısıra 4 ofis kule, WOW’un işlettiği otel var.

İDTM’nin yüzde 41.50’lik hissesi İTO’nun. Yüzde 27.20’si TOBB’a ait. Şirkette İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yüzde 23.9, Bakırköy Belediyesi’nin yüzde 4.90, İstanbul Ticaret Borsası’nın yüzde 1.43, İstanbul Sanayi Odası’nın da yüzde 1’lik hissesi var. Fiilen İDTM’de söz hakkı İTO’da dolayısıyla Başkan Murat Yalçıntaş’da görünüyor.

Ofis kulelerde yüzde 96’lık doluluk oranı var.

Ceyda Erem, fuar alanı için 25 milyon TL kira ödüyor.

CNR’ın işlettiği 8 salonun dışında, 3 fuar salonu daha var. O salonları da İDTM işletiyor.

Buna rağmen İDTM’nin faaliyet raporuna bakınca, faaliyetlerle orantılı bir kazanç görünmüyor. İDTM’nin yönetimi ayrı bir yazı konusu olmayı hakediyor...

İnternet sitelerinde bilançoları ile ilgili ayrıntılı bilgiye ulaşamadım. Belki bu yazıdan sonra genel müdür lütfeder de İDTM’nin faaliyetleri ve yılsonunda ortaya çıkan kâr-zarar durumu ile ilgili bilgi verir. Yalçıntaş da arayabilir isterse...



‘Düşmanına kin duyma büyük hata yaparsın’

Ceyda Erem, söz konusu kavganın sebebini anlamadığını belirtirken Francis Ford Coppola’nın yönettiği dünya klasiği olmuş Godfather 3 filminden Al Pacino’ya ait repliği tekrarlıyor: “Düşmanına kin duyma hata yaparsın...”

“Sizi çıkarsalar acaba daha yüksek bir fiyatla fuar alanını kiralayabilirler mi. Sorun parada mı?” diye sorduğumda Harbiye Kongre Merkezi için yapılan ihaleyi hatırlatıyor ve “Orası için 2 milyon lira veren çıkmadı. Biz burada olağanüstü performans gösteriyoruz. Adeta sineğin yağını çıkarıyoruz” diyor.

İTÜ’den alınan çürük raporunun kendisine çok önemli Savunma Sanayii Fuarı’nı kaybettirdiğini belirtiyor. Kendi teklifi 1 milyon 50 bin dolar daha yüksek olmasına rağmen (Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’na, fuarı CNR’ın düzenlemesi halinde ödeyeceği bedel) fuarı TÜYAP’a vermişler.

Ceyda Erem, haklılığına inanırken şunları söylüyor:

“Ben politika bilmem, ticaret yapıyorum. Fuarcılığı da dünya standartlarında, en iyi şekilde yapmaya çalışıyorum. Kimseye karşı en ufak bir hatamız olduğunu düşünmüyorum. Bu mekanda ya da bir başka mekanda. Fuarcılık yapmaya devam edeceğiz. Bu arada şunu belirtmeliyim ki, Türkiye gibi yükselen bir yıldız her alanda aldığı payı artırırken dünya fuarcılık pazarından aldığı payı bir türlü artıramıyor. Bu oran binde 5’te takıldı kaldı. Dünyanın hiçbir büyük fuar şehrinde fuarcılık alanında rekabet olmaz. Hele hele kavga hiç olmaz. İşler konsensus sağlanarak yapılır ve büyütülmeye çalışılır. Biz kavgayla vakit kaybediyoruz.”

Yazının devamı...

Bir kere de Türk gibi başlayıp Türk gibi bitirsek nasıl olur?

Neredeyse atasözü haline gelmiş bir ifade... Türk gibi başla İngiliz gibi bitir.

Ekşi Sözlük’te farklı versiyonları da var. Türk gibi başla, Alman gibi sürdür, İngiliz gibi bitir diyen de var. ‘Alman gibi bitir’ ya da ‘Amerikalı gibi bitir’ diyen versiyonları da...

Şu enerji kimlik belgesi meselesi de o hesap oldu. 5 Aralık 2009 tarihinde Binalarda Enerji Performansı Yönetmeliği yürürlüğe girdi. Uygulama tarihi olarak da Ocak 2011 belirlendi. Ancak aradan 1 yıl geçtikten sonra bile, ne zaman uygulanacağı belirsiz. Bayındırlık Bakanlığı ile yeni kurulan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı arasında gitti geldi, ortada kaldı.

Yapı ruhsatı alınırken bu belge aranmıyor. İskan çıkarılırken aranacak ama zaten evlerin büyük bölümünün iskanı yıllar sonra bile alınmıyor ki...

Yani ölü doğmuş, kağıt üzerinde kalmaya mahkum bir yönetmelik...

Oysa cari açıkla boğuşan, cari açığın büyük bölümünü de enerjiden veren Türkiye için ne kadar önemli bir uygulama.

Enerji ithalatına 40 milyar doların üzerinde para ödüyor bu ülke. Aldığımız gazın, petrolün yüzde 40’ı yani 16 milyar dolarlık kısmı evlerde ısınmaya ve soğutmaya gidiyor.

Sadece ısı yalıtımı ile bu gider faturasını yüzde 50 indirmek mümkün.

8 milyar dolardan sözediyoruz.

Az buz para değil.

Güya tüm binaların enerji kimlik belgesi olacaktı. Yeni yapılan binaların yanısıra 2017 yılına kadar mevcut binalar da bu kimliği alacaktı. Hikaye...

Bir kerede Türk gibi başlayıp Türk gibi bitirsek ve şu işin hakkını versek...



Sağolasın İzocam

Çocukluğumdan aklımda kalan en bildik reklamlardan biridir İzocam reklamı. Geçen hafta içinde İzocam Genel Müdürü Arif Nuri Bulut ile biraraya gelip sohbet ettik. Isı yalıtımının sağlayacağı 8 milyar dolarlık ekonomik faturayı doğruladı. Hakkıyla yapılan bir ısı yalıtımının yeni inşa edilen evlerde, inşaat maliyetinin yüzde 2’sini geçmeyeceğine dikkat çekti. Mevcut evlerde yapılacak mantolamanın ise daire başına maliyeti 2 bin 500 TL ile 3 bin TL arasında çıkıyormuş. Ancak çıkan bu fatura tasarruf ile 2.5-3 yılda geri alınıyor. Uzun vadede düşününce kazanç var aslında.

Bulut’a zor bir soru sordum.

“Hiç düşündünüz mü acaba. İzocam’ın yalıtım malzemeleri sayesinde Türkiye’de bugüne kadar ne kadarlık bir tasarruf sağlanmıştır?” diye.

Meğer onlar da merak etmişler ve hesaplamaya çalışıyorlarmış. 1965 yılında kurulan ve 1967’de üretime başlayan İzocam’ın 50’inci yaşında bu hesabı ortaya koyan bir mesajla kamuoyunun karşısına çıkmayı düşünüyorlarmış.

Vehbi Bey’in gözbebeği

Çünkü o rakamı bilebilirsek gerçekten reklamdaki gibi ‘Sağolasın İzocam’ diyebiliriz...

İzocam’ın 2011 yılı faaliyetlerini de konuştuk. İzocam’ı Koç Grubu kurmuş ancak 2006 yılında yüzde 61’lik hissesini 171 milyon dolara yabancı bir gruba satmıştı. Bulut “Aslında İzocam Vehbi Bey’in en sevdiği şirketti. Zira hiç sermaye istemedi. Üretime geçtiğinden bu yana hep karlıydı ve temettü verdi. Tüm yatırımlarını da kendi yarattığı imkanlarla yaptı” dedi. Sadece 1980 yılında, o da fabrika malum sebeplerle 6 aydan fazla kapalı kaldığı için zarar yazmış İzocam.

Bu yılın 9 ayında 28 milyon liranın üzerinde kâr var, yılsonunda 40 milyon TL hedefi tutacak gibi görünüyor.. İzocam cam yünü ve taş yünü başta olmak üzere yalıtım sektöründe 7 farklı ürünü tek bir çatı altında üretebilen tek şirket. Bu 7 ürünün birini ikisini yapan başka rakipler var ancak hepsini birden yapanı yok. Bulut yeni yatırımlarla ilgili de şu bilgileri verdi:

“2007’de çok ciddi bir kapasite artışı yaptık. Tarsus ve Gebze tesislerimizde kapasiteler yüzde 100 arttı. Bunun için 20 milyon euro’nun üzerinde yatırım yapıldı. Ürettiğimiz ürünlerin çoğunda pazar lideriyiz. Ciroda yüzde 22’lik artış var. Yılsonu 280 milyon TL’yi hedefliyoruz. İhracatımız 35 milyon doları geçti. Libya, Mısır ve Suriye’deki olumsuzluklara rağmen ihracatta iyi bir seviye yakaladık. Hedef biraz daha fazlaydı ancak yine de mutluyuz. Ortadoğu’da pazar lideriyiz. 14 ülkede 21 bayimiz 40’ın üzerinde satış noktamız var. İzlanda’ya kadar çok özel ürünler sattığımız oluyor.”

İzocam 2013 yılına kadar ise 80 milyon TL’lik daha yatırım planlıyor. 86 dönümlük arazi alınmış. Polistiren, XPS, EPS ve sandviç panel tesisleri Gebze’de GEBKİM Kampüsü’nde toplanıyor. Bu arada Borsa’da İzocam yatırımcılarına bir tüyo...

Tüm tesisler Gebze’de toplanınca şirketin Ümraniye’deki arazisi boşa çıkacakmış. Muhtemelen gayrimenkul projesi olarak değerlendirilecek ve bir hayli ilgi çekecek...

Yazının devamı...

Bu kadro bir daha toplanmaz

Bilmem farkında mısınız ancak Ocak ayının son günlerinde 26 ve 27’sinde İstanbul’un çok ama çok önemli konuklar ağırlayacak.

Felsefe alanında dünyanın en yaratıcı ve ateşli söylemleri ile bilinenleri altüst eden ve bugünü farklı yorumlayarak düşüncelerinde geleceği tasarlayan Slavoj Zizek İstanbul’da olacak.

O’na modern çağın Socrates’i diyorlar. Kültürden sinemaya, tarihten geleceğe dek birçok farklı konuda makaleleri milyonlarca kişi tarafından takip edilen filozof Zizek, sıkı bir politika eleştirmeni aynı zamanda.

İdealizm ile materyalizm arasındaki ilişki üzerine kafa yoran Zizek’in İstanbul’da etkili bir sunum yapması bekleniyor.

Edward de Bono da yine aynı tarihlerde İstanbul’da olacak. O da yaratıcı düşüncenin dünya öğretmeni olarak kabul ediliyor. Yaratıcılığın öğrenilebilir bir yetenek olduğuna inanıyor ve bu konudaki fikirlerini paylaşacak. The CUP 2012’de ‘Yaratıcı Potansiyeli Açığa Çıkarmak’ üzerine konuşacak.

Dünya çapında aldığı bir çok ödül ile yaratıcılığı onaylanan Slovenya kökenli ünlü mimar Boris Podrecca, H&M ve Diesel markalarının yaratıcısı dünyanın en iyi yaratıcı yönetmenlerinden biri kabul edilen Joakim Jonason da İstanbul’da olacak.

Tüm bu isimler dünyanın en önemli reklamcılık festivalleri arasına giren Kıtalararası Reklamcılık Kupası (The Cup) organizasyonu çerçevesinde gelecekler İstanbul’a.

Bu büyük zirveyi Marketin Management Institute (MMI) ve Marketing Türkiye organize ediyorlar. Etkinlik Cumhurbaşkanlığı himayesinde yapılıyor.

İlk kez 2007 yılında İspanya-Valencia’da ardından 2 yıl Slovenya Bled’de yapılan ve son 2 yıldır da İstanbul’a taşınan organizasyonun çok farklı ayakları var.

Örneğin reklamcılık sektörü, yaratıcı reklamlar arasından birincilerin birincisini İstanbul’da seçecek. Asya Pasifik bölgesi, Avrupa, Yeni Avrupa, İspanyolca ve Portekizce konuşulan ülkeler kendi reklam birincilerini seçmişti. Şimdi o birinciler arasından 4 kıtanın esas birincisi seçilecek.

Bir diğer ayakta İstanbul Creativity Summit’te dünyanın prestijli reklam yarışmalarında altın ve Grand Prix kazanmış kampanyaların kreatifleri kendilerine ödül kazandıran işlerini katılımcılar ile paylaşacaklar. 12 ajansın yaratıcı direktörlerinin 10’ar dakikalım bu sunumlarında genç reklamcılar ufuklarını açacak öyküler bulabilirler.

Reklam yaratıcılığının karnesi kabul edilen the Gunn Report’un 2011 lansmanı da yine organizasyon çerçevesinde bizzat sistemin kurucusu Donald Gunn tarafından sunulacak.

Zizek, Bono, Podrecca, Jonason ikinci gün yani 27 Ocak’ta yaratıcı düşünenlerin sahnesine çıkacaklar.

Organizasyonda gençler de unutulmamış. The Young Cup adı altında uluslararası katılımı da olan 3 ayaklı bir yarışma var. Türk dokunuşu ve İstanbul poster yarışmaları ilginç olabilir. Amaç dünya gençlerini yaratıcılığın ve medeniyetin merkezi olarak İstanbul üzerine düşündürtmek. Mesela geçen yıl ortaya çıkan ‘To be continued’ yani devam edecek, sürecek sloganı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş tarafından çok beğenilmiş ve kullanılmıştı. Bu yıl da İstanbul’u tarif eden ilginç kısa sloganlar ortaya çıkabilir.

Ayrıca Avrupa Ticari Film Yapımcıları Derneği yönetim kurulu toplantısı da İstanbul’da yapılıyor. 15 önemli film yapım şirketinin üst düzey yetkilisi hem The Cup’ı izleyecekler hem de İstanbul’u tanıyacaklar. Dünyanın en fantastik doğal seti olan İstanbul yapımcılara yeni filmleri için ilham verebilir.

Bu önemli organizasyonun altından kalkacak isim ise Günseli Özen Ocakoğlu. MMI Türkiye Başkanı ve Marketing Türkiye Genel Yayın Yönetmeni olan Ocakoğlu ile organizasyonu konuştuk. İstanbul’u yaratıcı endüstrilerin cazibe merkezi yapmada bu organizasyonun büyük emeği olacağına inanıyor Ocakoğlu.

“İstanbul iki gün boyunca entelektüel beyinlerin fırtınasını yaşayacak. Gerek bu yarışmada yarışanlar gerek değerlendirenler, gerekse konuşmacılarımız bu endüstrininin ünlü simaları. Böyle büyük bir organizasyonu yaratıcı endüstrilerin başkenti olması hayalini kurduğumuz İstanbul’da gerçekleştirmenin gururunu yaşıyoruz. En büyük hedefimiz bu endüstrinin de önümüzdeki dönemde bu hayalimizi gerçekleştirecek adımlar atmasıdır” diye konuşan Ocakoğlu, The Cup ile Türkiye’nin yaratıcılığa verdiği önemi taçlandırdığını belirtti.

Bu büyük organizasyonun ikinci kez İstanbul’da yapıldığını 3 yıl daha İstanbul’da olacağını belirten Günseli Özen Ocakoğlu bunun nedeninin ise Türkiye’nin hızla büyüyen reklam sektörü olduğunu belirtiyor.

2011’in 6 aylık reklam verilerini paylaşan Ocakoğlu şu an Türkiye’nin yüzde 23.6’lık büyüme ile Avrupa’nın en hızlı büyüyen reklam sektörüne sahip olduğuna dikkat çekiyor. Türkiye’de bu büyüme yaşanırken, Fransa’da büyüme yüzde 9.8’de kalmış. Almanya reklam pastasını ancak yüzde 2.5 büyütebilirken, İtalya’da yüzde 5.1, İspanya’da ise yüzde 7.5’lik daralmalar var.

İstanbul Ritz’de yapılacak bu organizasyon şimdiden merak konusu.

Yazının devamı...

Mustafa Koç bile dolara müdahale edemedi iddiayı da kaybetti

2012’ye Mustafa Koç’tan iddiada mükellef bir yemek kazanarak girmenin sevincini yaşıyorum. Mükellef dedim ama yemeği yiyeceğimiz yerin adını koymamıştık, belki de temkinli olmam lazım.

Ancak koskoca Koç’un yemek için beni Marmaris Büfe’ye götürmeyeceğini düşünüyorum. Umarım hayal kırıklığı yaşamam...

Ekim ayının son günleriydi. New York’ta, Metropolitan Sanat Müzesi’nde 2 galeriye adını veren Koç Ailesi ile bu mutlu anlarına ortaklık ediyorduk.

Akşamı, Metropolitan Sanat Müzesi’nin giriş galerisinde verilen davette Mustafa Koç ile ayak üstü konuşurken söz Türkiye’de Merkez Bankası’nın dolara yaptığı etkin müdahaleye geldi.

Biz ABD’deydik ancak Türkiye’deki gelişmeleri de anlık izliyorduk. Dolar 1.90’ı görünce Merkez Bankası’nın etekleri tutuşmuş, tarihinin en sert müdahalelerinden birini yapmıştı. İki gün süren döviz satışı sonrası dolar adeta bayılmış ve 1.90 seviyesinden 1.77 TL seviyesine kadar geri çekilmişti.

Mustafa Koç, tahminini şöyle aktardı:

-Ben dolardaki düşüşün devam edeceğini düşünüyorum. Öyle tahmin ediyorum ki 1.65 hatta 1.60 TL’ye kadar dolarda geri çekilme devam eder...

İtiraz ettim.

-İki günlük bu sert düşüş yanıltmasın. Teknik olarak doların bundan sonra 1.7250’nin altını görme ihtimali pek görünmüyor.

Tahmininde ısrar etti ve benim yanılacağımı söyledi.

Bir anda ortaya iddia çıktı. Diğer gazeteci arkadaşların da tanık olduğu iddiada süreyi yılsonu olarak koyduk. Kaybeden orada bulunan herkese yemek ısmarlayacaktı. Baktı ben kararlıyım, espriyi de patlattı:

-İddiayı kaybedecek gibi olursam, Koç şirketlerinden birine 500 milyon dolarlık satış yaptırırım yine benim söylediğim seviyeye doları getiririm...

“Orantısız güç kullanmak yok” diyerek espriye karşılık verdim ancak doların bu saatten sonra artık değil 500 milyon dolar, 3 milyar dolar satış yapılsa bile 1.60’lı seviyelere geri gelmeyeceğine de emindim.

Nitekim dolar beni yanıltmadı.

Grafikte de görüleceği üzere 27 Ekim’de 1.7385’e değdikten sonra hiç bir işlem günü bu seviyeyi bir daha görmedi.

Şunu da itiraf etmeliyim ki AB tarafında ülkelerin anlaşmazlığı, bir türlü ne yapacaklarına karar verememeleri de benim avantajım oldu. Euro’nun dolar karşısındaki değer kaybı, iddiada işimi kolaylaştırdı.

Evet, teknik olarak 1.7250’nin altı zor görünüyordu ancak açıkçası yılın sonu için yaptığım kur tahmini de 1.85 TL’den daha yüksek değildi.

AB’deki sıkıntılar, euro/dolar paritesinin 1.30’un altına gelmesi, doların Türkiye’de 1.90 TL bandına yerleşmesine neden oldu.

Mustafa Koç da herhalde Merkez Bankası’nın önceki günkü 3 milyar dolara yakın müdahalesine bakarak artık doları yönlendirmenin öyle 300-500 milyon dolarlarık satışlarla mümkün olamayacağını anlamıştır.

Spekülatif ataklar olduğunda 300 hatta 100 milyon dolarlık satışlarla bile yükselişin önüne set çekilebilen günler geride kaldı.

Yılın son işlem günü yani 30 Aralık’ta Merkez Bankası’nın müdahalesi sonrası doların hareketine bakanların gözü korktu.

3 milyar dolar hatta bir tahmine göre 3.2 milyar dolarlık satışa rağmen dolar tabir yerindeyse kıpırdamadı bile.

1.85’e kadar çekilir gibi yapıp, yeniden kendini 1.89’a attı.

Olan Merkez’in rezervlerine oldu.

Bu demek oluyor ki döviz kuru, 2012’de de Türkiye’nin en önemli gündem maddelerinden biri olacak.

Azalan risk iştahı, paranın Türkiye’den çıkma isteği Merkez Bankası başta olmak üzere diğer ekonomi kurumlarını ve herşeyden önemlisi döviz borcu olan şirketleri hep tedirgin edecek...

Dolarda psikolojik bir sınır var. 2 TL.

Enflasyonla mücadelede sınıfta kalmaya devam edersek, Mart-Nisan aylarında yüksek enflasyonla birlikte 2 liralık dolar mümkün.

Bir başka tehdit ise euro/dolar paritesi.

Pozisyonu olan büyük fonlar çok uzun süredir euro/dolar paritesinin 1.30’un altına inmemesi için direniyordu.

Ancak yıl bitti. Direnç azalınca ve Ocak ayında 1.23’e doğru euro/dolar paritesinde bir geri çekilme yaşanırsa 2 liralık doları Mart ayından daha önce de görebiliriz.

Herkese sevdikleriyle birlikte sağlıklı bir yıl diliyorum...

Yazının devamı...

Karacan’ın yazarlara cevabına cevabım

Vatan ve Milliyet gazetelerinin ortakları arasında süren anlaşmazlıkta, taraflar karşılıklı olarak birbirlerini suçluyor, iddialar havada uçuşuyor. Dün de Karacan tarafından, iki gazetenin yazarlarının ortak tavrına ve duruşuna karşı yeni bir hamle geldi. Ben işin duygusal kısmını bir yana bırakıp her zaman olduğu gibi sadece rakamları konuşturarak, eldeki belgelerden hareketle iddiaların doğru olup olmadığını analiz etmek istiyorum... Edelim ki olayı kimin manüpile etmek istediği, kimin samimi olduğu net olarak anlaşılsın.

Demirörenler’in şu ana kadar şirkete 40 milyon lirası sermaye, 14 milyon lirası da işletme ihtiyacı olarak toplamda 54 milyon lira koyduğunu ifade edenlere ‘Peki sen ne kadar ödeme yaptın. Taahhütlerini yerine getirdin mi?’ diye sormazlar mı?

Sorarlarsa acaba ne cevap vereceksiniz?

Demirörenler’e ‘sadece 54 milyon TL koydu’ diyenler acaba kendilerinin de bu ortaklık boyunca sadece ve sadece 2.5 milyon TL koyabildiğini neden belirtmiyorlar?

Sermaye taahhüdünü yerine getirdiklerinden sözediyorlar. 20 milyon lira sermaye ile kurulan DK Gazetecilik’te kendi paylarına düşen yüzde 50’nin yani 10 milyon liranın gerektirdiği asgari sermaye tutarı olan 2.5 milyon lirayı haziran ayında getirmeleri gerekirken ancak kasım ayında denkleştirebildiler.

Karacanlar önce beni çok güldüren bir beşeri sermayeden sözettiler. Anonim şirketlerde beşeri sermaye diye bir kavram olmadığı halde Ali Karacan “Benim sermaye koymama gerek yok. Dededen babadan benim genlerime geçen know how’ım yani beşeri sermayem var. Ben bunu ortaya koyuyorum” demeye gelen demeçler verdi.

Şimdi de sermaye taahhütlerini yerine getirdiğinden dem vuruyor. 54 milyon liraya karşılık 2.5 milyon lira. Yüzde 50-50 ortaklığın gerektirdiği adil bir denge var mı bu rakamlarda?

Mayıs ve Haziran aylarında iki şirketin toplamda 1.5 milyon TL kar ettiğini örnek olarak göstermişsiniz.

Madem dededen babadan gazetecisiniz, biliyor olmanız lazım.

Benim dedem kaptan, babam matbaacıydı ama ben bile hesabı yapabiliyor, resmi görebiliyorum.

Malum Türkiye’de 12 Haziran’da genel seçimler yapıldı. Dolayısıyla Mayıs ve Haziran ayları reklam sektörü açısından ekstra canlı bir dönemdi. Partiler hem yazılı hem görsel medyada müthiş bir rekabete girişti. İnanılmaz bütçelerle seçim reklamları yapıldı.

Hiçbir gazete sadece bu iki ayın reklam gelir performansına bakarak yılı planlamadı. Geçici bir hareketli dönemdi. Geldi geçti.

Karacanlar, Aydın Doğan’dan bu iki gazeteyi isterken herhalde biraz matematik biliyorlarsa gelir gider dengelerine de bakmışlardır diye düşünüyorum. Genel gidişatı biliyor olmalılar.

Sadece Mayıs ve Haziran gelirlerindeki ekstra artışı ortaya koyarak tatlı su kurnazlığı yapmanın anlamı yok...

Burada Karacanlar’ın niyeti belli:

Vatan ve Milliyet kötü yönetimden dolayı eridikçe erisin, tasfiye noktasına gelsin. Tekrar satılsın ve ben de para kazanayım” hesabı içinde oldukları net olarak ortada.

Beşiktaş Jimnastik Kulübü veya bir başka kurumda maaşlarını alamayan personelden söz etmek herhalde en son size düşer. 1 Numara ya da 2 Numara ya da 3 Numara...

Her ne numara varsa, hepsinde de çalışanlarınızın maaşlarını ödememekle ünlü olduğunuzu muhtemelen unutuyorsunuz ya da pişkinlikte sınır tanımıyorsunuz...

Karacanlar TV 8’in sahibi MNG Holding ile bir protokol yaptıklarından yüzde 50-50 ortaklık için anlaştıklarından sözediyor.

Herhalde altına imza attıkları şirket ana sözleşmesinin hükümlerini, protokolleri unuttular...

Önce 20 Nisan 2011 tarihinde yapılan satış protokolüne göz atalım.

Protokolün 8’inci maddesinin 3’üncü fıkrası özetle şöyle diyor: Garantörler yani kurucu ortaklar, Türkiye’de aynı sektörde faaliyet gösteren bir üçüncü kişiye kapanış tarihinden itibaren 5 yıl boyunca, şirketin yönetim ve kontrolünü bu kişilerin eline geçirecek herhangi bir işleme imza atamazlar taraf olamazlar.”

Çok net değil mi?

Üstelik yükümlülüğün ihlali halinde 13 milyon dolar ceza ödemek zorunda kalınacağını da kabul ve taahhüt etmişler.

Böyle bir sözleşme varken MNG ile bu protokol nasıl yapılabilir?

Daha bitmedi.

27 Nisan 2011 tarihli Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi’nde DK Gazetecilik’in kuruluş ana sözleşmesinde de benzer taahhütler var. Madde 7 şöyle diyor: A ve B grubu hissedarlardan hiçbiri ana sözleşmenin tescil tarihinden itibaren 3 yıllık süre içinde şirketteki hisselerini devir ve temlik edemezler. Devir yasağı süresinin dolmasını takiben hissedarlardan herhangi birisi sahip olduğu hisseleri bir üçüncü kişiye devretmek ister ise bu iyi niyetli üçüncü kişiden de bağlayıcı ve kesin bir yazılı teklif gelir ise diğer gruba durumu ve alıcı adayını tüm detayları ile yazılı olarak bildirmek zorundadır.

Bu iki belge net olarak ortaya koyuyor ki Karacanlar’ın yaptıklarını iddia ettiği protokol hükümsüz. Üstelik kendi yüzde 50’lik hisseleri için değil, Demirörenler’e ait yüzde 50 hisse için pazarlık yapmışlar. Tipik Sülün Osman vakası. O Galata Köprüsü’nü satıyordu. Karacanlar da kendilerine ait olmayan yüzde 50 hisseyi bir başkasına satmaya çalıştıklarını itiraf ediyorlar...

KARACAN'IN AÇIKLAMASI:

“MNG GRUBU İLE ORTAKLIK PROTOKOLÜ İMZALANDI HAKLI MÜCADELEMİZE DEVAM EDECEĞİZ”

Bugünkü Milliyet ve Vatan gazetelerinde bazı yazarların 2 gün önce yaptığımız açıklama üzerine yazdıkları köşe yazılarına cevabımızdır.

Demirören Grubu Milliyet ve Vatan gazetelerinin satın alınması için 40 milyon TL ödemiştir. Bunun dışında işletme ihtiyacı olarak 14 milyon TL ödemiştir. Ödenen para miktarı sadece bundan ibarettir. Her iki gazetenin de kayyum yönetimine geçtiği tarihten itibaren, Demirören Grubu herhangi bir para ödememiştir. Maaşlar ve masrafların Demirören’den karşılandığı doğru değildir.

Kayyum heyetinden bu öğrenilebilir. Öte yandan şirketlere para koymak ve çekmek ise belli kurallara bağlıdır. Nitekim Demirören’in kayyum yönetiminden önce bu kurallara uymadığı denetçi raporları ile tespit edilmiş ve savcılığa suç duyurusunda bulunulmuştur.

Yazarların çoğu gazetenin dış kaynağa ihtiyacı olduğu konusunda hem fikir... Kimse bu gazeteyi nasıl kâr ettiririz diye düşünmüyor! Birçok kâr eden gazete örneği varken sadece patronun diğer işlerinden kazandığı paraya güvenmeleri son derece vahimdir.

Bugün bizim aleyhimize yazılar kaleme alanlara şunu da sormak isterim: Demirören’in yönettiği

Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nde maaşarını alamayan spor branşları olduğunu gazetelerde okuyoruz. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Oradaki insanlarla konuştunuz mu?

Karacan Grubu’na yöneltilen diğer bir eleştiri ise; Demirören’e teklif edilen, yatırdığı paranın iadesi konusunda kaynağın olmadığıdır.

Bu konuda Karacan Grubu gerekli girişimleri yapmış ve medya sektörünün içinden, TV8 kanalının sahibi, MNG Grubu ile bir protokol imzalamıştır. MNG Grubu’nun medyada başarılı bir şekilde TV 8’i yönetmesi bu ortaklık için son derece olumludur. Yapılan protokole göre, Demirören Grubu’nun yatırdığı tutar kendisine iade edilecektir. Yeni ortaklık ise yüzde 50-50 olacaktır.

Yazının devamı...

Tekstilin de Süperstar’ı oldu

Ajda Pekkan’ın İpekyol ile oluşturduğu Ajda Pekkan for Twist’in çok başarılı olduğu ortaya çıktı. Ünlü sanatçı sadece 2011 yılı satışlarından 1 milyon liranın üzerinde gelir elde etti. İpekyol’un Yönetim Kurulu Başkanı Yalçın Ayaydın, “Ajda Pekkan artık tekstilde bir markadır. Bizimle kontratı bittikten sonra da tekstilde çok başarılı olacağını görüyorum” dedi. Bu arada Ajda Pekkan kreasyonu bikiniler de 2012 yazına yetişiyor

Hülya Avşar Mudo ile yaptığı anlaşmayla tekstilde marka olmaya çalıştı, beceremedi. Türkan Şoray’ın tişörtleri de beklenen ilgiyi görmedi. Ancak Ajda Pekkan’ın Twist markalı kreasyonunun çok tuttuğu ortaya çıktı.

Müzikteki performansı ve ilerlemiş yaşına rağmen bitmek bilmeyen kondisyonu ile (Kamuoyunda Ajda Pekkan’ın yaşı hep çok tartışılır. Gerçek yaşını biliyorum ama yazmayacağım) ‘Süperstar’ olarak anılan Ajda Pekkan, sadece 2011 yılında kendi markası ile satılan ürünlerin cirosu üzerinden aldığı pay ile küçük bir servetin sahibi oldu.

Twist, İpekyol ve Machka markalarının sahibi Ayaydın Miroglio Grup Yönetim Kurulu Başkanı Yalçın Ayaydın, bu yıl Ajda Hanım’ın kendilerinden alacağı payın 1 milyon liranın üzerinde olacağını söyledi. Hepsinden önemlisi Ayaydın, Ajda Pekkan ile ilgili olarak şu sözleri sarfederek tekstilde yeni bir markanın doğduğunu da gözler önüne serdi:

“Bir ünlü gelir, sadece adını verir diğer hiçbir şeyle ilgilenmez. Ajda Hanım haftalarca fabrikaya geldi kreasyonlar üzerinde çalıştı. Sonra bizim ekip onun evine defalarca gidip kıyafetleri, geçmişte giydikleri üzerinden ciddi bir araştırma yaptı. Ortaya hanımların çok beğendiği kreasyonlar çıktı. Disiplini ve iş ahlakı ile müziğin dışında tekstil alanında da büyük bir isim olacağını ortaya koydu. Bizim kendisi ile 3 artı 3 yıllık bir anlaşmamız var. Ancak bizimle olan anlaşması bitse dahi artık Türkiye’de Ajda Pekkan adı tekstilde oturmuştur. Artık o tekstilde bir marka olmuştur.”

Halk ona tapıyor

Ayaydın, Ajda Pekkan ile çok çeşitli illerde tanıtımlar yaptıklarına da dikkat çekerek şöyle devam etti: “Onunla Diyarbakır’dan Girne’ye, Mardin’den Urfa’ya bir çok şehri dolaştık. Halk ona adeta tapıyor. Mağazaların önünde upuzun kuyruklar oldu. İzdiham yüzünden insanları partiler halinde sırayla içeri alabildik. Ben Victoria Beckham ya da Madonna ile çalışsam inanın bu kadar ilgi çekmezdi. Belki Beckham’ı İstanbul’da bir küçük zümre tanırdı ancak Diyarbakır’da ilgi görmezdi.”

Kiralar TL olacak

Öte yandan Yalçın Ayaydın 1 Temmuz 2012 yılında devreye girecek yeni Türk Ticaret Kanunu’na dikkat çekerek, “Şimdi en büyük sıkıntılardan biri dövizle kiralar. AVM’ler bu konuda anlayışlı davranmıyor. Ancak nasıl olsa 2012 temmuzunda mecburen TL’ye dönecekler” diye konuştu.

Ajda bikinisi geliyor

VE Twist’den bir sürpriz. Ajda Pekkan şimdi hummalı bir şekilde, 2012 yazında çıkacak Ajda Pekkan for Twist bikini ve mayo kreasyonu için hazırlanıyor. Hazırlıklar bitmek üzere. Muhtemelen şubat ayında katalog çekimleri yapılacak. Çekimler için Silifke mekan olarak kullanılacakmış.

Bikinili çekene ödül verecekti

Ajda Pekkan, gençlere taş çıkaran fiziği ile hâlâ ilgi odağı olmaya devam ediyor. Yazıyı hazırlarken eski haberlere bakıyordum ve 2009 yılında çıkan “Beni bikinili çeken muhabire 1 milyon dolar ödül” başlığını gördüm. Herhalde Silifke çekimlerinden sonra bu iddia da artık rafa kalkacak...

Bir yemekte ortak oldu 12 milyon dolar kazandı

Sadece 50 bin dolarlık yatırımla internetten alışveriş yapılan trendyol.com’a ortak olan Ayaydın, elinde kalan son yüzde 6.85’lik hisseyi sattığını ve çıktığını söyledi. Ayaydın, 50 bin dolar yatırdığı işten toplamda 12 milyon doların üzerinde para kazanarak çıktığını belirtirken bu yatırımın ilginç hikayesini de şöyle aktardı: “Daha önce mynet’i kurmuş olan Kurttepeli Ailesi’ni tanırım. Bana geldiler Papermoon’da yemek yedik. Bir alışveriş sitesi kurmak istediklerini ancak projeye henüz kimsenin inanmadığını söylediler. İpekyol ürünlerinin mutlaka sitede yer alması gerektiğini belirttiler. 2 saat konuştuk. Yemeğin sonunda sadece ürün vermeyi kabul etmedim, şirkete ortak da oldum. Şu an ise trendyol’un tepe noktasına ulaştığını düşünüyorum. 125 milyon dolar değer üzerinden son hisse devrini yaptık. Bizim 120 mağazanın günlük cirosu 450 bin TL. Trendyol, 120 mağazanın toplamından daha fazla günlük ciro yapıyor.”

İthalat vergisi ile Anadolu ayağa kalktı

Hükümetin cari açığı azaltmak ve yerli üreticiyi korumak amacıyla tekstil ithalatına getirdiği vergilerin Türk tekstilcisine ciddi katkı sağlayacağını belirten Ayaydın, tekstil sektörünü ikiye bölen vergi ile ilgili şunları söyledi: “Tekstilde Uzakdoğu rekabeti nedeniyle geçmişte özellikle Anadolu’da faaliyet gösteren pek çok üretici kapısına kilit vurdu. İthalat rakamları aldı başını gitti. Anadolu’daki kapanan fabrikaların hepsi mevcut önlemlerle yeniden ayağa kalkmaya başladı, birçok firma işçi almaya başladı. ‘İthalata vergi getiriliyor’ diye bağırıyorlar. Oysa bu markalar henüz vergisini ödedikleri malı piyasaya sürmediler bile. Şubat, Mart gibi piyasada olacak o ürünler. Ben devletin aldığı kararı sonuna kadar destekliyorum. Markalarımız da günü kurtarma kaygısıyla değil ülke yararını öncelik kabul etmeliler. Biz artık ithalatı değil ihracatı nasıl artırırız diye düşünmeliyiz.”

İpekyol Mart ayında ayakkabı da satacak

İthal ürünlerin rekabetine dayanamayan İnci, ayakkabı üretiminden çıkmış artık sadece fason yaptıracağını duyurmuştu. İpekyol, Machka ve Twist markalarının yaratıcısı Ayaydın Miroglio Grup ise tam tersi hareket ederek yeni sezonda ayakkabıya giriyor.

İpekyol markalı ayakkabılar 2012 Mart ayından itibaren İpekyol mağazalarında yer alacak. Ayaydın özellikle hakiki deri ayakkabıda açık gördüklerini belirtip şöyle konuştu: “Mağazamıza gelen kadınlardan ayakkabı konusunda müthiş bir talep vardı. Bizden elbise alan ayakkabı için başka mağazaya gidiyordu. Şimdi elbisesinin kumaşının renginden ayakkabıyı bizde bulacak. Öyle göstermelik 10-15 model de olmayacak. Çok çeşit olacak. Hatta bir süre sonra sadece ayakkabı satılan İpekyol mağazaları da açacağız. Bir yerde bizi bu alana girmeye tüketici zorladı diyebiliriz.”

Ayaydın ilk etapta ayakkabıları Brezilya, İtalya ve Türkiye’de ürettireceklerini daha sonra sadece Türkiye’de üretim yapacaklarını hatta üretime ortak olacaklarını söyledi. Edirne’deki fabrikasında kendi ürünlerini imal eden İpekyol’un ayakkabıda da üretici olacağını belirten Ayaydın, “Gözümüze kestirdiğimiz bazı üreticiler var. Oldukça kaliteli üreticiler. İzmirli bir üretici var. Onlarla ortaklık kurmak istiyoruz” dedi.

Avrupa’dan marka arayana tavsiye...

KRİZ nedeniyle batan Avrupalı markalara ilgi gösteren Türk şirketlerine aceleci olmamaları uyarısında bulunan Yalçın Ayaydın, ilginç uyarılar yaptı: “Bu firmalar sadece isim haklarını veya markalarını satmıyorlar. Fabrika ve mağazalarla birlikte işçilerini ve kira kontratlarını bile devralmak zorundasınız. Bunun da bedeli ağır oluyor. Avrupa’da işe eleman almak onu evlat edinmek gibi birşey. Çalışan birini işten çıkarmak çok zor. Kira kontratı olan bir mağazadan da para kaybetseniz de çıkamıyorsunuz. Ben mesela Londra’daki AVM’den çıkmak için akla karayı seçtim. Avrupa’da kira sözleşmesi kanun gibi, imkanı yok değiştiremiyorsun. O yüzden bence buradan marka almayı düşünenler 2 kere düşünmeliler. Sonra Türkiye’deki işlerini de bozabilirler.”

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.