Şampiy10
Magazin
Gündem

Üçüncü havaalanı Silivri’ye değil de Kemerburgaz’ın kuzeybatısına mı yapılacak?

Etrafımdakilere “İstanbul’a üçüncü havaalanı nereye yapılacak biliyor musunuz?” diye sordum. İstisnasız hepsi ‘Silivri’ dedi. Ben de öyle biliyordum. Ancak duyumlarıma göre üçüncü havaalanı için başka bir lokasyon öne çıkmış durumda. Zaten Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da Marmaray’a ilk kaynağı yaptığı törende bunun sinyalini verdi ama dikkatlerden kaçtı. Üçüncü havaalanı büyük bir ihtimalle Belgrad Ormanları’nın batısında, Kemerburgaz Göktürk Bölgesi’nin kuzeybatısında kömür ocaklarının bulunduğu bir noktaya yapılacak.

Marmaray gibi birçok projeyi, Kanal İstanbul’u, Avrupa ve Anadolu yakasında iki yeni şehir projemizi, Karadeniz kıyısında ilk etapta 100 bin kapasiteli havaalanı projemizi, Taksim projemizi ustalık döneminde başlatacak, onları da hızla nihayete erdireceğiz. 81 vilayetimizde devam eden projeleri, yeni başlayacak projeleri de hızla tamamlayacak, milletimizin hizmetine sunacağız. Ben şunu, burada altını çizerek ifade etmekte fayda görüyorum. Türkiye, ekonomide,yatırımlarda, projelerde ve demokraside, bir adım bile geriye gitmez, gidemez ve gitmeyecek.” Bu sözler Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a ait. Bu konuşmayı Erdoğan, Marmaray’ın ilk kaynağını yapmak üzere 14 Ocak 2012’de, Kadıköy Ayrılık Çeşmesi istasyonunda katıldığı törende yaptı. Ertesi gün çıkan haberlere baktım, ‘Karadeniz kıyısındaki havaalanı projesi’ detayı kimsenin dikkatini çekmemiş.

Sordum soruşturdum. Çok ilginç bir bilgiye ulaştım. İstanbul’a düşünülen üçüncü havaalanı herkesin tahmin ettiği gibi Silivri’ye değil, Belgrad Ormanları’nın batısında bir alana yapılacak gibi duruyor. Ön hazırlıklarda bu alanın daha uygun olacağı görüşü öne çıkmış görünüyor.

Birbirini tamamlayan projeler

Havaalanı için düşünülen yeri nokta atış olarak belirlemem şu an mümkün değil. Ancak ulaştığım bilgilere göre Tayakadın, İhsaniye, Ağaçlı ve Akpınar noktalarının arasında bir yere, eski kömür ocaklarının bulunduğu bölgeye yapılacak üçüncü havaalanı.

Konuya yakın çevrelerden edindiğim bilgilere göre, Kanal İstanbul projesi, üçüncü Havaalanı projesi ve Kuzey Marmara otoyol ve üçüncü köprü projesi birbirini tamamlayacak.

Kanal İstanbul için yapılacak kazı çalışmaları sırasında çıkacak hafriyatın bir bölümü kömür ocaklarının yarattığı göletlerin doldurulmasında kullanılacak. Böylece o bölgede çok geniş bir alan yaratılacak. Doldurulan noktalardan birine de üçüncü havaalanı yapılacak.

Herkes İstanbul’un ihtiyacı olan üçüncü havaalanının Silivri’ye yakın bir noktaya yapılacağını tahmin ediyor. Arsa spekülatörleri de bölgedeki arsaların fiyatını bu bilgiye dayanarak şişirdi. Ancak geldiğimiz noktada Silivri’nin yerini Karadeniz kıyısında, Belgrad Ormanları’nın batısında, Kemerburgaz Göktürk Mahallesi’nin kuzeybatısında bir başka lokasyon alabilir. (Bu arada bazı aklıevveller Göktürk’te oturduğumu ve bu yüzden oturduğum evin değeri artsın diye tabir yerindeyse spekülasyon yaptığımı düşünebilir. Bir bilgiyi paylaşayım. Göktürk’te kiracıyım. Oturduğum ev bana ait değil. Bölgede ne kendime ne de bir akrabama ait tek bir taşınmaz bulunmuyor.)

Silivri’den daha mantıklı görünüyor

Silivri’den neden vazgeçilmiş olabilir? Atatürk Havalimanı varken, o hat üzerinde ikinci bir havaalanının çok da kullanışlı olmayacağı belirtiliyor. Sabiha Gökçen Havalimanı, Kadıköy ilçesi, hatta Gebze, İzmit ve hatta Bursa’ya kadar bir alanda yaşayanlara hitap ediyor. Ancak Silivri’de yapılacak bir havalimanının Atatürk Havalimanı varken tercih edilecek bir alternatif olmayacağı düşünülüyor. Ayrıca havacılık uzmanları, Silivri bölgesinde yapılacak bir havaalanında uçakların iniş kalkış için kullanacağı hava koridoru ile Atatürk’e inecek kalkacak uçakların kullanacağı hava koridorunun aynı olacağına, dolayısıyla yoğunluğa bir faydası olmayacağına işaret ediyorlar. Buna karşılık Karadeniz kıyısına yapılacak havaalanının da Atatürk’ten bağımsız bir hava koridoruna sahip olamayacağını düşünenler de var.

Sorulan temel bir başka soru ise İstanbul’a gerçekten üçüncü havaalanı gerekli mi?

Evet, Atatürk havalimanı ihtiyaca cevap veremiyor. Ancak bazı kaynaklar Atatürk Havalimanı’nın hemen yanıbaşındaki askeriyeye ait 800 dönümlük alanın mevcut alana eklenmesi ve dördüncü pistin yapılması halinde burada daha en az 10 yıl daha aşırı yoğunluk yaşanmayacağına dikkat çekiyor. Atatürk Havalimanı evet şehrin çok içinde kaldı ama ulaşım imkanları ile herkesin ilk tercihi olmaya devam ediyor.

Yazının devamı...

F.Bahçe, kendini düşüremez

VATAN Ekonomi Müdürü Ercan İnan, F.Bahçe’nin 2 maç üst üste sahaya çıkmayarak küme düşme planını hayata geçirmesinin imkânsız olduğunu açıkladı:

“Azınlık hissedarlarının kazanılmış hakkı böyle bir kararın alınmasına da uygulanmasına da izin vermez. SPK da buna seyirci kalmaz. Hissedarlar bu kararların yaratacağı zararların tazminini misli misli ister.”

F.BAHÇE Başkan Vekili Nihat Özdemir, dünkü Divan Kurulu’nda 2 maç üst üste sahaya çıkmayarak kendi kendilerini küme düşürmeleriyle ilgili çok ortada konuştu.. ‘Sizi mayıstan önce bir olağanüstü kurula çağırabiliriz’ diyen Özdemir’in net konuşmamasındaki neden, bu kararın alınmasının imkânsızdan bir durak önce olmasının payı büyüktü. Biz de bu ortada konuşmanın ardından konuyu VATAN Ekonomi Müdürü Ercan İnan’a sorduk:

-“F.BAHÇE Spor Kulübü’nün halka açık bir şirketin ortağı olarak böyle bir karar alabilmesi zor, hatta imkânsızdır. Zira önümüzdeki karşılaşmalara çıkmayarak küme düşmeye zemin hazırlandığı takdirde şu an 1 milyar TL’nin üzerinde olan F.Bahçe’nin piyasa değeri bir anda hiç tahmin edemeyeceğimiz yerlere inebilir.

ZARARLARINI İSTERLER

-AZINLIK hissedarlarının kazanılmış hakkı böyle bir kararın alınmasına da uygulanmasına da izin vermez. Sermaye Piyasası Kurulu da böyle bir karara seyirci kalmaz. Ha diyebilirsiniz ki, ‘Kardeşim bu bir spor kulübü. Hisse senedini alanlar bu takımın bir gün küme düşme riskini de üstlenmiş olmuyorlar mı?’ Evet, doğrudur.. Bu risk her zaman var. Ancak takımın alt lige bir anda, üstelik sahada değil masada alınan kararla düşmesini ‘first major’ bir durum yaratır. Azınlık hissedarları bu kararların yaratacağı zararların tazminini misli misli kararı alanlardan isteyebilirler.

-‘BİZ suçsuzuz’ olgusundan hareketle böyle bir cesur hareketi planlayan yöneticilerin, halka açık bir şirkete sahip olduklarını unutmaması gerekir.”

‘Mayıs’tan önce seçim olabilir’

-F.BAHÇE Başkan Vekili Nihat Özdemir, dünkü Divan Kurulu’nda küme düşmeyle ilgili net konuşmazken, 2012’nin mayısında yapılacak Genel Kurul’la ilgili ilginç açıklamalar yaptı:

-“2012’nİn Mayıs ayında normal F.Bahçe Genel Kurulu yapılacaktır. Ama yaşadığımız bu süreçte belki ihtiyacımız olacağını düşünerek sizin ve kamuoyunun dikkatine sunmak istiyorum; Olağan genel kuruldan önce yaşanan bu olumsuzluklar için F.Bahçe kongre üyelerinin karar verme ihtimali olacağından dolayı, mayıstan önce bir genel kurul olabilir. Bunu hepimiz düşünmemiz gerekir. Bunu buradan tüm kamuoyuna açıklıyorum.”

Yazının devamı...

Bodrum’a Dalaman’a kestirme yol var ama uçaklar uçamıyor

Türkiye hava sahasındaki gereksiz yasaklar yüzünden yol uzuyor, 590 milyon dolar havaya gidiyor.

Askeri hava üslerinin bulunduğu yerler ve üslerin etki alanı sivil uçuşlara kapalı. Bu yüzden THY dahil tüm sivil uçaklar bu bölgelerin etrafından dolanmak zorunda. Böyle olunca pek çok uçuş noktası arasındaki mesafe gereksiz yere uzuyor. Mesela İstanbul-Dalaman uçuşu bu yüzden 167 kilometre daha fazla sürüyor. Bodrum uçuşunda ise 95 kilometrelik yol gereksiz yere kat ediliyor. Bunun hem zaman hem de ekonomik maliyeti var. Ekonomik maliyeti yıllık 590 milyon doları buluyor. Sivil havacılık şirketleri bu yasakların bir an önce kalkmasını istiyor.

‘Uçuşun en büyük avantajı nedir’ diye sorulsa en basit cevap şudur:

A noktası ile B noktası arasında arada hiçbir engel olmaksızın uçabilmek...

Ben de öyle biliyordum ama meğer söz konusu olan sivil uçuşlar olunca bu basit denklem kurulamıyormuş.

Askeri NOTAM’ların olduğu bölgeler pratikte sivil uçuşlara kapalı. Bu bölgeler sivil uçaklar tarafından kullanılamıyor ve haliyle uçuş mesafeleri gereksiz yere uzuyor.

Bu engel İstanbul’dan Dalaman’a giderken de, Van’a, Adana’ya uçarken de karşımıza çıkıyor. Dalaman’a uçuşun 18 dakika, Bodrum’a olan uçuşun 14 dakika daha kısa sürmesi mümkün aslında. Ama uçaklar askeri hava üslerinin olduğu yasak noktaları dolanmak zorunda.

Türkiye Özel Sektör Havacılık İşletmeleri Derneği (TÖSHİD), “Türk hava sahasının etkin kullanılması, hava koridorlarının yeniden düzenlenerek verimliliğin artırılması” başlığı ile konuyu irdeledi ve Ulaştırma Bakanlığı ile Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nün ilgisine sundu.

Hesap nasıl yapıldı?

Bu yasakların kaldırılması, Hava Kuvvetleri Komutanlığı ile kapsamlı çalışma yapılarak hava koridorlarının yeniden belirlenmesi isteniyor. Zira söz konusu yasakların getirdiği ekonomik maliyet öyle az buz değil.

TÖSHİD bir hesap yapmış ve bu yasakların yıllık maliyetini 590 milyon dolar olarak bulmuş. Uçakların atmosfere bıraktıkları atık gaz kirliliğinde sağlanacak düşüş de cabası.

TÖSHİD öncelikle iç hatlarda uçuş yapan AtlasJet, BoraJet, OnurAir, Pegasus, Sun Express ve THY’nin tüm tarifeli charter ve kargo uçuşlarını kağıda dökmüş. Bu uçakların yeniden düzenlenecek hava koridorlarında daha kısa mesafelerde uçmaları halinde yılda 18 bin 66 saat, 48.7 milyon dolarlık da yakıt tasarrufu sağlanacağını görmüş.

18 bin 66 saat uçakların gereksiz yere havada kalmaları bir de bakım maliyeti yaratıyor. Bir uçağın saat başına yıllık bakım maliyeti 567.3 dolar olarak alınmış. (B737-800 uçağına göre)

Gereksiz uçuş zamanının yarattığı gereksiz bakım maliyeti 10.2 milyon dolar.

Bu uçakların harcadığı fazla zamanın ticari maliyeti de var. Çünkü uçak seferini daha çabuk yapıp gelse, bir diğer uçuşa daha çabuk hazırlanıp havalanacak. TÖSHİD bir uçağın yaz-kış charter getirisinin saat başına 6 bin 500 dolar olduğu gerçeğinden yola çıkarak, havada kaybedilen 18 bin 66 saatlik uçuşun ticari maliyeti de 117.4 milyon dolar olarak bulunmuş.

48.7 milyon dolar yakıttan, 10.2 milyon dolar bakımdan, 117.4 milyon dolar da ticari kayıptan oluşan toplam kayıp 176.37 milyon dolar.

Bu sadece iç hatlardaki uçuşlarda oluşan zarar. Bunun bir de dış hatlarda yarattığı bir maliyet var.

TÖSHİD, Pegasus’un uçuş profilinden yola çıkarak bir genelleme yapmış. Pegasus’un 40 uçağı var, bunun 12’si iç hatlarda 28’i ise dış hatlarda uçuyor. Yani iç hat/dış hat oranı 3.34. bu oranın hemen hemen tüm havayollarında benzer olduğu varsayılıyor.

176.3 milyon dolarlık iç hat toplam zararı, 3.34 çarpanı 589 milyon dolar olarak sektörün toplam kaybı hanesine yazılıyor.

Nasıl, ilginç hesap değil mi?

Oysa hava sahaları daha etkin kullanılsa sektördeki yakıt sarfiyatı da bakım maliyeti de düşecek. Uçuş zamanı da kısalacak.

Ve en az bunlar kadar belki daha önemlisi atmosfer kirliliği azalacak.

IATA verilerinden yola çıkılarak 1 dolarlık yakıtın 3.15 kilogram CO2 yani karbondioksit emisyonu bıraktığı hesaplanmış. 48.7 milyon dolarlık yakıt 153.6 milyon kilogram daha fazla CO2 demek olacak.

Fiili yasak devam ediyor

Uçuş koridorları Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ) Seyrüsefer Daire Başkanlığı tarafından hazırlanıyor. Rotalar askeri çalışma sahalarının dışından dolaşarak belirleniyor.

Aslında uçuş yollarının yeniden düzenlenmesine Türk Hava Sahası’nın güvenliğinden sorumlu Hava Kuvvetleri de bir ara destek vermişti. 28 bin feet yani 8 bin 600 metrenin üzerinde yapılan uçuşlara geçiş izni verilebileceği vurgulanmıştı. Hatta askeri uçuşların yapılmadığı saatlerde bu yükseklik sınırının bile kaldırılabileceği belirtilmişti.

Ancak aradan yıllar geçtiği halde bu önemli ekonomik kayıp yaratan konuda bir ilerleme kaydedilemedi. Fiili yasak devam ediyor. Uçaklar yine dolambaçlı yollara giriyor, adeta sağ eliyle sol kulağını göstermek zorunda kalıyor.

Bu arada bir diğer sorun da İstanbul’da hem Atatürk hem Sabiha Gökçen havalimanlarının aynı hava trafik koridorunu kullanmaları. Şayet bu iki limanın trafiği ayrılırsa uçakların havada bekleme süreleri de kısalacak.

Yazının devamı...

IMF’nin yeni yol haritasını Türkiye-Avustralya hazırlıyor

IMF yardımı olmaksızın ayakta duramayan, 19 kez IMF’nin kapısına gidip IMF reçetelerine mahkum olan Türkiye artık IMF’nin yeni yol haritasını çizecek, yeni politikalarını belirleyecek olgunluğa erişti. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, Avustralya ile birlikte bir çalışma grubu oluşturan Türkiye’nin, IMF’nin global krizdeki rolünü ve ağırlığını belirleyecek, finansal silahlarını ortaya koyacak bir formül üzerinde çalıştığını söyledi.

Bu tam anlamı ile ‘Nereden nereye’ haberi oldu. Amacım kesinlikle abartmak, Hükümet’e ve ekonomi politikalarına övgüler düzmek değil.

Ancak 1962 yılından sonra IMF ile 19 kez stand-by anlaşması yapan, IMF reçeteleri olmaksızın kendi insiyatifi ile ayakta durmayı beceremeyen Türkiye’yi düşününce, hakikaten çok önemli bir gelişme. Türkiye şu ana kadar stand-by anlaşmalarının sadece 2’sini layıkı ile bitirebildi. Diğerlerinde çuvalladı, sözlerini tutamadı. Toplamda da 50 milyar dolar kaynak kullanıp bunu faizi ile birlikte ödemek zorunda kaldı.

Tembel öğrenci misali, IMF’den sürekli ders almak zorunda kaldı, IMF heyetlerini ağırladığı gözden geçirmelerde imtihana giren bir öğrenci telaşı ile huysuzlandı. O yüzden önemli bir gelişme.

Önceki gün TÜSİAD toplantısına katılan Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, Polonya’ya yapacağı ziyaret öncesi akşam saatlerinde de Yeşilköy’de Beyti Restaurant’ta bir grup gazeteci ile biraraya geldi ve son ekonomik gelişmeleri değerlendirdi. Aslında Babacan’ın önünde bir sunum vardı ancak soru-cevap şekline dönüşen buluşmada çok önemli bir ayrıntı ortaya çıktı.

Türkiye’nin Avustralya ile birlikte IMF’nin bundan sonraki yeni yol haritasını belirlemek üzere çok önemli bir görev üstlendiği anlaşıldı. Babacan’ın verdiği bilgiye göre, Türkiye ve Avustralya bir çalışma grubu oluşturdu. Uluslararası finansal mimari çalışma grubu adı verilen bu grup, bundan sonra IMF’nin tekleyen global ekonomiye nasıl müdahale edeceğini hangi finansal silahları kullanacağını belirleyecek. Bir anlamda IMF’nin küresel krizdeki yol haritasını çizecek.

Babacan, gelişmeyi şu sözlerde duyurdu:

-IMF’nin yeni görev tanımı için çalışıyoruz. 2012’ye geldiğimizde hem Avrupa hem de diğer ülkelerde ortaya çıkan gelişmeler gösterdi ki IMF’nin kaynaklarının artarılması lazım. Biz küresel bir rezerv oluşturulmasından yanayız ve bu büyük rezervin nasıl oluşturulabileceğini çalışıyoruz. O rezervin baştan oluşturulması halinde dünyanın şoklara karşı daha korunaklı olacağına inanıyoruz. ABD başta olmak üzere bazı ülkeler rezervin hemen değil, sorun baş gösterdikten sonra oluşturulmasından yana. Biz öyle düşünmüyoruz. ABD ile farklı saflardayız ancak öyle tahmin ediyorum ki ABD de bizim görüşümüze gelecek. Bizim belirlediğimiz yol haritasına göre IMF rezervleri yeniden oluşturulacak. Buna hangi ülkenin ne kadar katkı yapacağı belirlenecek. Böylece şoklara karşı dünyanın çok önemli bir silahı olacak.

G20’nin güzelliği bu

Babacan’a, “Sürekli krizdeki Avrupa’yı eleştiriyorsunuz. Bir lider sıkıntısı olduğunu, karar alma mekanizmalarının çok yavaş ilerlediğini söylüyorsunuz. Biraraya geldiğinizde size kızmıyorlar mı?” diye bir soru yöneltildi. Babacan, şu cevabı verdi:

-G20 grubu ülkesi olmanın bir güzelliği var. Tüm üyeler birbirleri hakkında konuşabiliyor eleştirilerini lafını esirgemeden yapabiliyor. Hatırlayın İngiltere Başbakanı hem Fransa’yı hem Almanya’yı yerden yere vurdu. Biz de eleştirilerimizi yapabiliyoruz. Biz şu an tecrübeleri ile merak edilen, ders alınacak ülkeyiz. Bu ortamın kıymetini bilmeliyiz. Mesela Yunanistan’ı kaderine terketmenin, temerrüde düşmesine izin vermenin büyük bir hata olacağını 2 yıldır söylüyoruz. ‘Güçlü Euro Bölgesi imajını bir bozarsanız bir daha telafi edemezsiniz’ diyoruz. Bakın Portekize, Bir kaç haftadır verileri çok bozuldu. Neden? Çünkü Yunanistan batıyorsa bir diğer euro ülkesi neden batmasın görüşü hakim oldu. Güven ortamı kayboldu. Ne yazık ki Avrupalılar buna izin verdi.

Avrupa’daki krizi gördük Merkez riskini sıfırladık

ALİ Babacan İrlanda, Portekiz, İspanya, Yunanistan ve İtalya’yı saran krizi çok önceden görerek Merkez Bankası’nın bu ülkelerdeki riskini sıfırlama yoluna gittiklerini de söyledi. Avrupa’da hangi riskli ülkede, hangi ülkenin ne kadar alacağı olduğunu gösteren bir grafik sunan Babacan, bu tabloda ‘Diğer’ kısmında gösterilen yekün içinde Türkiye’nin herhangi bir payının olup olmadığı sorusuna şöyle yanıt verdi:

-Merkez Bankaları rezerv yönetimi çerçevesinde ülke tahvilleri de alırlar. Tehlikeyi farkettik. Durmuş Bey’le oturup konuştuk (Merkez Bankası eski Başkanı Durmuş Yılmaz) Baktık ki bir miktar İspanya tahvilimiz var. Bu tahvilleri satıp çıktık. Riski sıfırladık. Sessiz bir operasyon yaptık.

Davos’ta 8 ayrı panele katılıp rekor kıracak

Polonya’nın TÜSİAD’ı olan Business Center Club’ın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a verdiği ödülü almak için Polonya’ya giden Ali Babacan hükümet yetkilileri ve Polonya Merkez Bankası Başkanı ile Avrupa krizini de görüşeceklerini söyledi. Babacan haftaya ise Davos’ta çok yorucu bir temponun kendisini beklediğini ekledi. 8 ayrı panelde konuşmacı olacağını belirten Babacan “Aslında 9’du ama sağlıkla ilgili 2 panel olunca sanırım birini eleyeceğiz” dedi. Babacan, Davos’ta Arap Baharı, gücün gelişen ülkelerden gelişmekte olan ülkelere kayması başlıklı panellerde konuşacak.

Lewis: Eskiden üslup bile farklıydı, şimdi yapıcı görüşme yapıyoruz

IMF-Türkiye arasındaki ilişkilerde ortaya çıkan farkı IMF’nin Türkiye Daimi Temsilcisi Mark Lewis de ortaya koydu.

Türkiye’nin ekonomik gelişimi ile birlikte IMF ile masasındaki müzakere konularının da değiştiğini söyleyen Mark Lewis, şunları kaydetti: “IMF’nin 187 üyesiyle de görüştüğü aynı konular var. Bunlar daha çok 4’üncü madde raporları, küresel görünüm raporları gibi konuları içeriyor. Türkiye ile eskiden daha çok kredi paketleri gibi konular konuşulurken bu zamanla yerini karşılıklı görüş alışverişine bıraktı. Kredi paketi uygulandığı zaman üslup da farklı oluyordu. Tavsiye veren nitelikte görüşmeler oluyordu. Şimdi daha yapıcı görüşmeler yapıyoruz.”

İstanbul’da konuşan Lewis, IMF merkezindeki arkadaşlarının kendisine sürekli Türkiye’yi sorduğuna da dikkat çekti. Lewis IMF içindeki oy haklarının gelişimi ile ilgili olarak da şunları kaydetti:

IMF içindeki oy haklarının artırılması operasyonundan en çok Türkiye kazançlı çıkacak. IMF’nin yeniden yapılanma kapsamında yüzde 6’nın üzerindeki kota payı gelişmekte olan ülkelerden, gelişen ülkelere kaydırılacak. Bu kapsamda Türkiye kota payında yüzde 300’e yakın bir artış elde edecek. Böylelikle Türkiye’nin daha önce yüzde 0.42’den yüzde 0.62’ye çıkarılan oy hakkı, yüzde 1’e çıkmış olacak. Bu Türkiye’nin oy hakkı açısından IMF içinde ilk 20’ye girmesi anlamına geliyor”

İstanbul Finans Merkezi Danışma Konseyi geliyor

Türkiye’de yatırım ortamının iyileştirilmesi, doğrudan yabancı sermayenin girişinin kolaylaştırılması için alınacak önlemleri belirlemek üzere dünyaca ünlü CEO’lardan oluşan Yatırımcı Danışma Konseyi toplantıları yapılıyordu. 2009’da ve 2011’de ara verilen toplantıların devam edeceğini belirten Babacan, İstanbul Finans Merkezi ile ilgili olarak da bir Danışma Konseyi oluşturacaklarını belirtti. Kendi ifadesi ile bu konseye ak saçlı çok deneyimli finansçıların davet edileceğini kaydeden Babacan, “Bu konseyin süreci izlemesini, dışarıdan bir gözle değerlendirip önerilerde bulunmasını istiyoruz. Bir liste hazırlıyoruz. Ancak henüz kimseye teklif götürmedik. Yakında bu konseyi oluşturmuş olacağız” diye konuştu.

İhracatı motivasyon olsun diye eleştirdim

ALİ Babacan’ın birkaç hafta önce söylediği “Kur 1.29 iken 132 milyar dolarlık ihracat vardı. Şimdi ortalama 1.67’lik kura göre 134 milyar dolarlık rekor ihracat özlenen ihracat değil” sözünü de hatırlattık. Bu sözü ihracatçıyı biraz daha motive etmek için söylediğini kaydeden Babacan dolar kurunun 1.15’lerdeyken ihracatçılardan gelen eleştirilere dikkat çekip şöyle konuştu:

-Bir amacım daha vardı. Kur 1.15’lerdeyken ihracatçı bize şikayete geliyordu. Biz de kurun ihracat üzerindeki etkisinin sınırlı olduğunu söylüyorduk inanmıyorlardı. Bu verdiğim örnek aslında ihracatta kurun etkisinin çok da fazla olmadığını göstermek içindi. Biraz ona vurgu yapmak istedim. Tabii bir de motivasyon amacı vardı. ‘Rekor kırdık rahatladık’ demesinler istedim.

Eğer kamuoyu anlayışlı davranırsa büyüme verisi erken açıklanır

ALİ Babacan’a, Çin’in 2011 yılı büyüme rakamının bir kaç gün önce 9.2 olarak açıklandığını oysa Türkiye’nin 2011 yılı büyüme rakamını görmek için Mart ayı sonunu beklememiz gerektiğini, 2012’nin ilk çeyreğine ilişkin ilk fotoğrafın ise ancak Haziran ayı ortalarında çıkacağını hatırlattık.

Babacan TÜİK’in verilerinin biraz rötarlı olduğunu kabul etti ve daha erken bir açıklamanın mümkün olduğunu söyledi. Erken açıklamadan sonra revizyonların olabileceğini ifade eden Babacan şöyle konuştu:

-TÜİK veri açıklamada biraz muhafazakar. Hata yapmamak için çok detaylı çalışıyor ve bu yüzden de veriler biraz gecikiyor. Mesela tarım verileri çok geç geliyor. Dünyanın diğer ülkeleri öncü gösterge olarak açıklayıp daha sonra artı eksi ciddi oranlarda düzeltmeler yapabiliyorlar. Şayet Türk kamuoyu da artı eksi yönde düzeltmeleri kabul ederse, anlayışlı olursa TÜİK büyüme başta olmak üzere bazı verileri daha erken açıklayabilir. Bu öncü veri setine yeni bir isim de verilebilir. Bunu düşünebiliriz.

Yazının devamı...

FATİH’in tableti siyah-beyaz televizyon gibi mi olacak?

Bilmem farkında mısınız ancak Kuzey Marmara Otoyol ve Köprü projesi kadar büyük, belki ondan da büyük bir proje olan FATİH, sessiz sedasız şekilleniyor. İlk pilot ihale yapıldı. Ancak belli ki kafalar karışık. 15 milyon öğrencinin kullanacağı tabletler sadece Wi-Fi uyumlu, 3G’siz olabilir. 3G’siz tablet, 2012 yılında siyah-beyaz televizyona mahkum olmak gibi bir şey. 3 milyar euronun üzerinde büyüklüğe sahip projenin ‘çöp’e gitme riski var.

Fırsatları Artırma ve Teknolojiyi İyileştirme Hareketi yani FATİH... Kısaltması FATİH’le uyumlu olsun diye hareketin adı belli ki biraz zorlanmış. Ancak büyük bir proje. Hatırlarsanız Başbakan Erdoğan 3 Haziran 2011 seçimlerinden hemen önce Kanal İstanbul Projesi ile birlikte en büyük kozlarından biri olarak ortaya koymuştu tableti.

40 bin okul ve 570 bin sınıfta 700 bin öğretmene hizmet verecek FATİH projesi ile her öğrencinin bir tablet bilgisayarı olması öngörülüyor.

Milli Eğitim Bakanlığı Yenilik ve Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü, geçtiğimiz günlerde pilot sayılabilecek bir ihaleye çıktı ve iki partide 4 bin 500 tablet bilgisayar almak istedi. 15 milyona ulaşacak tablet alımının ilk denemesi olması bakımından çok ama çok önemliydi.

Devlet Malzeme Ofisi tarafından ilan edilen teknik şartnameye bakınca ortada ciddi bir tehlikenin varlığı hemen dikkati çekti.

İhale şartnamesinin iletişim ile ilgili bölümünde “Dahili 802.11 b/g/n wireless adaptör olmalıdır. Wi-Fi adaptör tercihen en az 21 kanal üzerinden seçimli olarak sağlayabilmelidir” diyor.

Bu bir pilot alım ancak bundan sonraki alımlar için de ciddiye alınması gereken bir sinyal.

3G ile ilgili şart aranmaması, ‘3G’siz de olur’ denmesi önemli.

Tabletin tanesinin en az 200 euro civarında bir fiyatı olacak. 15 milyon tablet demek en az 3 milyar euroluk bir alım demek...

Ancak 3G’siz haliyle, sakat doğma ihtimali var. Bu pilot ihale bize bunun sinyalini verdi.

FATİH projesi ile ilgili olarak Milli Eğitim Bakanlığı’ndan tutun, Ulaştırma Bakanlığı’na kadar 6-7 bakanlık ilgili. Bu kadar ilgilisinin olması biraz da tehdit. Zira projenin gerçek sahibi belli değil.

Koordinasyon Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’da ama bana göre bu projenin asıl sahibi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dır. Erdoğan’ın ‘3G’siz de olur. Wi-Fi özelliği bize yeter’ dediğini, diyebileceğini sanmıyorum.

Bu işin kamuoyunda tartışılması lazım. Eğer bu tabletler 3G özelliksiz olursa, başlıkta da dediğim gibi siyah- beyaz televizyondan farkı kalmayacak.

Maliyet çok artar mı?

Elbette Wi-Fi uyumlu bir tabletle üzerine ilave olarak 3G uyumu da olan bir tablet aynı maliyette değil. Ancak bu maliyet farkı öyle üzerinden kalkılamayacak bir fark da değil. Hani güzel bir söz vardır: ‘Ucuz alacak kadar zengin değilim’ diye... Projeye böyle bakmak lazım.

Konunun ilgililerine sordum. Eğer Wi-Fi özellikli tablet ortalama 200 euroya maloluyorsa, üzerinde ilave olarak 3G özelliği de olan bir tableti bunun sadece 20 euro üzerinde bir fiyatla yani yüzde 10 fiyat farkıyla almak mümkün. 3 milyar euroluk projede 300 milyon euroluk ilave maliyet demek. Ancak 3 milyar euroyu çöpe atmaktansa 3G’lisini yapmak daha doğru.

Neden 3G’li olmalı?

Öğrencilerin bilgiye sadece okulda değil, evde hatta servis aracında, durakta beklerken, haftasonu bir AVM’ye gittiğinde de ulaşması gerekir.

Wi-Fi özellikli bir tablet öğrenciye bu imkanı veremez. Mevcut teknoloji ile kapsamlı bir mobil geniş bant erişimi ancak 3G teknolojisi ile mümkün olur. Zira dış mekanlarda 3G kapsaması şu an için Türkiye’nin yüzde 85’ine yaklaşmış vaziyette. Dış mekanda Wi-Fi kapsama oranı sadece yüzde 1. Evlerin de ancak yüzde 23’ünde sabit internet var. Bu demektir ki tabletler 3G’siz olursa her 4 öğrenciden sadece 1’i evinden internete bağlanabilecek.

3G özellikli tablet ile çocukların konum bilgisine ulaşmak, okulu kırmışlarsa nerede olduklarını öğrenmek mümkün. Ayrıca panik butonu ile öğrenciler acil durumlarda ailesine ya da polise bilgi gönderebilirler. Baz istasyonları sayesinde çocuğun yerini belirlemek mümkün olur.

Bu tabletler sadece FATİH projesinde kullanılmayacak. Bölge ülkelerine de ihracı düşünülüyor. Oysa dünyada ADSL kullanımına göre mobil geniş bant kullanımı daha yüksek. 3G özelliksiz bir proje bölgesel model olma şansını da yitirebilir.

Güvenlik açısından da 3G avantajlı. 3G bağlantılarının sağladığı güvenliği aşabilecek cihaz satışı sınırlandırılmış vaziyette. Oysa Wi-Fi cihazların sağladığı güvenliği aşabilecek cihazlar piyasada kol geziyor. 100 dolarlık bir Çin malı çözücü ile gerçek Wi-Fi erişim noktasını kapatıp yerine sahte bir erişim noktası koymak mümkün.

3G’de güvenlik algoritmaları gizliyken, Wi-Fi’de güvenlik zafiyeti olduğunu herkes biliyor. Bu algoritmalar kırılarak öğrenciler ve öğretmenler saldırıya maruz kalabilir, güvensiz ağlara bağlanmaya zorlanabilir. Yani Wi-Fi’nin SIM bazlı 3G güvenliğiyle boy ölçüşmesi mümkün değil.

Nitekim Türkiye Bilişim Vakfı da benzer görüşleri ortaya koyuyor. 3G’yi de kapsayan karma erişim modeli ile hizmet kalitesinin artacağını, çeşitliliğin sağlanacağını ve herşeyden önemlisi şeffaf bir rekabet ortamı sağlanmış olacağını vurguluyor.

Fatih’in fedaisi Bizans’a kök söktürmüştü. FATİH’in tabletinin de cahilliğe kök söktürmesi, eğitim düzeyini artırabilmesi için 3G özellikli olması gerekiyor. 3G’siz FATİH’in tabletinin, kılıç yerine kama ile düşmanlarına saldıran cesur ama cahil fedaiden farkı kalmaz, ölür gider...

Yazının devamı...

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ı 200 bin lira için mi ‘TAV’ladılar?

İlginç bir Havaş-Havataş kavgası yaşanıyor. Dün itibarıyla, Havaş’ın Atatürk Havalimanı’ndan Taksim ve Kozyatağı gibi noktalara yaptığı otobüs seferlerinin durdurulması ile birlikte kavga değişik bir boyut kazandı. Peki bu kavganın perde arkasında ne var? Havataş’ı işleten Albayrak Grubu, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ı bile hedef gösterip karşısına alacak kadar ileriye neden gitti?... İşte size bir Pazar günü analizi...

Albayrak Grubu’na bağlı Yeni Şafak gazetesi geçen hafta seri bombardıman şeklinde TAV’a, İDO’ya, Havaş’a ve Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’a yönelik ağır eleştirilerle dolu haberler yayınladı.

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım için TAV Bakanı diye başlık atılırken özetle, “TAV’a 800 milyon dolara satılan İDO, özelleştirmeden 6 ay sonra belediyeden görmediği ilgiyi Ulaştırma Bakanı Yıldırım’a bağlı Kara Ulaştırma Genel Müdürlüğü’nden gördü. TAV’ın İDO’su ‘süper genelgeyle’ değerini üçe katlarken şehiriçi ve şehirlerarası yolcu taşıma ayrıcalığına sahip oldu” denildi.

Aynı haberde, genelgeyle 40 limanda 40 terminal işletme hakkına da kavuşan TAV’a tanınan imtiyazların İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin de en az 1.5 milyar dolar kaybetmesine neden olduğu iddia edildi.

Havaş da boy hedefi oldu. HAVAŞ terörü başlığı ile verilen haberlerde Havaş’ın hukuk tanımadığı taşıma ihalesini kaybettiği halde hukuksuz biçimde Havalimanı’ndan şehiriçine yolcu taşıması yapmaya devam ettiği vurgulandı.

Ve dün Havaş’ın Atatürk Havalimanı’ndan, Sabiha Gökçen Hava Limanı’ndan şehrin farklı noktalarına yaptığı seferler saat 09.00 itibarıyla Büyükşehir Belediyesi, Valilik kanalıyla durduruldu. Kavga kızışınca tarafsız bir gözle bu kavgayı, arkasında yatan nedenleri mercek altına alma durumu icap etti. Albayrak Grubu, acaba Bakan Binali Yıldırım’ı bile hedef alacak şekilde bu haberlere neden ihtiyaç duydu?

Her ay 200 bn lira kira

Önce bir durum tespiti yapalım. Albayraklar’ın ortak olduğu Çimentur ve Günaydın Tur konsorsiyumu 2010 yılı Ekim ayında İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan ihalede Atatürk Havalimanı’ndan şehirdeki farklı noktalara karşılıklı otobüs seferi yapma işini kazandı. Bu işi 10 yıllığına üstlenmek adına her ay Belediye’ye 200 bin TL kira ödenmesi de kabul edildi. Ekim’de ihale kazanılmasına rağmen 2011 yılı Temmuz ayına kadar sefer yapılamadı.

Çünkü ihalede hesap hatası yapılmıştı. Aslında Havalimanı’ndan şehre sefer yapmak sanıldığı kadar da cazip bir iş değildi. Hem 200 bin lira kira bedeli ödeyeceksin, üstüne bir de kar edeceksin... Hele hele Havaş gibi bir rakip varken pek mümkün görünmüyordu. Nitekim dün Havataş yetkilisi Emir Günaydın da 10 milyon liraya yakın bir zararlarının olduğunu ifade etti. Bu yüzden de 28 yıldır havalimanı ile şehiriçi arasında taşımacılık yapan, sadece İstanbul’da değil 18 havalimanında daha hizmet veren Havaş’ı devreden çıkartmanın hesapları yapıldı.

Ayıplı mal satıldı

Peki Havaş’ı devreden çıkartmak mümkün mü?

Havaş, kamu kuruluşuyken özelleştirilen bir şirket. Ana işi uçaklara yer hizmeti vermek. Bunun dışında otopark işletiyordu ve otobüs seferleri düzenliyordu. Yani Havaş özelleştirilirken, satın alan kurum, değer biçerken yani fizibilite yaparken otobüs seferlerini de hesaba katmıştı. Bu işi büyütmesi halinde kazanacağı ekstra kazancı da önerdiği fiyatın içine koymuştu. Çünkü özelleştirilirken Havaş sadece Şişhane-Atatürk Havalimanı arasında sefer düzenliyordu. Ancak Sivil Havacılık’tan aldığı yetki ve A belgesi ile başka noktalara da ulaşım sağlayabilirdi. Nitekim iş büyütüldü. Sadece otobüs taşımacılığı değil. Mesela Havaş özelliğinde 3 alanda yer hizmeti veriyordu, şimdi 22 alanda veriyor. Şimdi o alanları da mı Havaş’ın elinden alacaklar?

Sivil Havacılık ve bağlı bulunduğu Ulaştırma Bakanlığı doğal olarak bu kavgada Havaş’ın arkasında yer aldı. Özelleştirilirken kazanılan muktesap bir hakkın gaspı sözkonusu olmamalıydı. TAV Bakanı ünvanını da Binali Yıldırım, Havaş’ın bu hakkını teslim ettiği için aldı.

Dün saat 09 itibarıyla Büyükşehir Belediyesi Ulaşım Koordinasyon Merkezi aracılığıyla Havaş’ın seferleri tamamen durduruldu.

Yani devlet şu an bir anlamda ayıplı mal özelleştirmesi yapmış oluyor. Düşünsenize ihaleyle bir büfenin işletmesini alıyorsunuz. O büfede çay-tost satılıyor. Ancak sonra bir gün diyorlar ki ‘sen sadece çay satacaksın, tost satamazsın’

Neden?

Çünkü yan tarafa başka bir tostçu açıldı. O’nun para kazanması lazım...

Havaş-Havataş arasındaki kavganın özü budur.



‘Özelleştirme hakkı gasp ediliyor’

TAV Havalimanları Holding İcra Kurulu Başkanı Sani Şener, Havaş’ta özelleştirmeden kazanılmış operasyonel yetkilerinin gaspedildiğini belirterek “Gerekli hukuki mücadelemizi yapacağız. Bu durumu kabullenmemiz mümkün değil?” dedi. 32 milyon euro EBITDA kârı olan Havaş’ta sadece 2 milyon euro’luk kısmın otobüsle yolcu taşımacılığından geldiğini ifade eden Şener “Bu işte de rekabet olsun. Yolcu kazansın. Biz hiçbir zaman sadece biz olalım demedik. A tipi yer hizmeti lisansı olan Çelebi de bu işe soyunabilir. Havaş ile de sorunumuz yok. Ancak onlar para kazanamağı için tek firma kalmak istiyorlar. Böyle olursa kalite düşecek, yolcu şikayetleri de artacak.” diye konuştu.

Şener, İstanbul dışında 17 havalimanında daha kamu hizmeti niteliğinde bu işi yaptıklarını vurgulayarak “Biz İstanbul’da kazanıp, Kayseri’de, Malatya’da zarar etmemize rağmen bu işi sürdürüyoruz. Havaş olarak ilgili tüm hukuki ve ticari kurallara uygun şekilde ve ilgili özelleştirme işlemlerinden doğan haklar çerçevesinde yürütmekte olduğumuzu hakkımızı geri almak üzere her türlü yasal ve hukuki yola başvuracağımızı belirtiyoruz” dedi.

Gelsin İDO’yu verelim

Sani Şener’e “İDO’ya kara ulaştırma yetkisi verilerek Ulaştırma Bakanlığı tarafından değerinin 3’e katlandığı iddia ediliyor, buna ne diyorsunuz?” diye sordum. Öncelikle İDO ile TAV’ın organik bir bağı olmadığının altını çizdikten sonra cevabı kısa ve net oldu:

“İDO’yu özelleştirmeden aldığımız fiyata, fiyatının 3’e katlandığını iddia edenlere hemen bugün devretmeye hazırız.”

Yazının devamı...

Bize bunu da yaşattın ya Ali Naci Karacan...

Ali Naci Karacan’ın kendisini doğuştan gazeteci saymasını sağlayan gazeteci dedesi ve gazeteci babası, dün yaşadıklarımıza tanık olsa acaba ne hissederdi merak ediyorum...

VATAN, 2002 yılının sonunda yayın hayatına başladı. Bir parçası olmaktan büyük gurur duyduğum takım, gecesini gündüzüne katarak, adeta iğneyle kuyu kazarak bu gazeteyi çok kısa sürede, en güçlülerin yer aldığı kulvara soktu ve orada dimdik ayakta tuttu.

VATAN, çok konuşulan farklı haberleri ile gündemi belirleyen gazete olarak öne çıktı.

Bu gazete, bugün yine güçlü gazetecilik örneği sergilemeye çalışırken, enerjisinin bir bölümünü de maalesef, hissedarlık yapısında ortaya çıkan kaotik ortamda tüketiyor...

Dün gazeteyi yaptığımız binanın hiç de alışık olmadığımız, bu yüzden de çok yadırgadığımız davetsiz misafirleri vardı.

İstanbul 4. İcra Müdürlüğü’nün tayin ettiği memur, yanında alacaklı firmanın avukatı ile Yazı İşleri katına gelip, gazeteci arkadaşlarımın şaşkın bakışları arasında haciz işlemi yapmaya kalkıştı. 875 bin liralık bir borçtan söz ettiler.

Bu gazetenin hiçbir dönemde kimseye 1 kuruş borcu olmadı.

O yüzden de hep cesur, hep korkusuzdu...

Meğer VATAN’ı çıkaran

Bağımsız Gazeteciler A.Ş.’nin de bağlı olduğu DK Gazetecilik Yayıncılık’ın ortaklarından Ali Naci

Karacan’ın yıllar önce ödemediği borcu için gelmişler.

İsmi duyunca hiç şaşırmadım.

Otomobilini tamir eden ustaya, hatta yanındaki silahlı korumasına bile borç takan bir kişi için 875 bin liralık borç ve haciz işlemi sıradan bir vaka olsa gerek...

Number One TV’nin 2001-2004 yılları arasında ofis olarak kullandığı yerin kirasını ödememiş, mal sahibi Yaşat İnşaat da haklı olarak faizi ile birlikte parasını tahsil etmeye çalışıyor.

Kimbilir kendine ait şirketlerde bu tür manzaraya kaç kez tanık oldu.

Ancak dedim ya biz alışık değiliz.

Bir tane VATAN, bir tane MİLLİYET var.

Biz öyle haciz memurları gelince türlü taklalar atarak, 1 Numara Yayıncılık, olmadı 3 Numara Yayıncılık, o da olmadı 5 Numara Yayıncılık diye farklı şirketler kurarak hacizden yırtma, zaman kazanma usüllerini bilmeyiz. Bu işlere de bozuluruz.

Gelenlere, “Zaten bu gazetelere olan sermaye taahhüdünü de yerine getirmiş değil. Dolayısıyla aslında gazetenin sahibi de değil. Kendisine ait olmayan bir varlıktan, değerden borcunu tahsil etmeye çalışmanız ne kadar saçma” diyeceğim ama kağıt üstünde DK Gazetecilik’in yüzde 50 ortağı görünüyor...

Uçan kuşa borcu olan bu adam, neyine güvendi bilmiyorum ama 2011 yılı Nisan ayında dedemin babamın gazetesi diyerek 73 milyon 960 bin dolar karşılığında

MİLLİYET ve VATAN gazetelerinin satın alınma işlemine Demirören Holding ile birlikte yüzde 50 hissedar olarak talip oldu.

Dikkat edin ‘sahip oldu’ demiyorum ‘talip oldu’ kelimesini

kullanıyorum.

Zira kendisi şu ana kadar 2.5 milyon liralık asgari sermaye şartı

(O da bir bankadan kullandığı kredi ile yasal sürenin son günü güç bela yerine getirebildi) dışında ortaklık taahhütlerine uymadı.

875 bin liralık borcunu dahi ödeyecek gücü olmayan birinin 37 milyon dolarlık sermaye taahhüdünün altına imza atabilmesini ve gazete patronluğu rüyası görebilmesini hakikaten anlayamıyorum.

Anlayan biri varsa gelsin, bana da izah etsin lütfen...



5 Ocak’ta gelecekti

Mali Şube Dolandırıcılık Masası tarafından ifade vermek üzere aranan Ali Naci Karacan’ın, avukatları ‘Müvekkilimiz yurtdışında. Milyon dolarlık bir yatırım sözleşmesi imzalayacaklardı süre uzadı. 5 Ocak’ta dönüyor. İspatı olarak THY’nin 5 Ocak’taki TK 1986 sayılı uçuşunda adına kesilmiş bileti gösteriyoruz” demişlerdi. Magazin sayfalarından takip ettiğimiz kadarı ile Ali Naci Karacan, 5 Ocak’ta da Türkiye’ye dönmedi ya da dönemedi.

Yazının devamı...

Gol atınca içine cin giren takım


Beşİktaş, öne geçtiği her maçta, santradan itibaren strese boğuluyor. Adeta takım oyuncularının içine cin giriyor ve ‘Acaba bu skoru nasıl korurum’ diye garip bir telaşa kaptırıyorlar kendilerini...

Lİg’de Antalya, Mersin, İstanbul Büyükşehir ve Manisa maçlarında da, UEFA’da Stoke, Maccabi ve Dinamo Kiev maçlarında da hep böyle oldu. Öne geçilen maçlarda taraftar doğru dürüst sevinemiyor bile... Acı içinde midesine kramplar girerek ‘Acaba ne zaman gol yeriz’ diye beklemeye başlıyor.

Dün 2’inci dakikada gol oluyor, sonrası evlere şenlik.

Taa ki 73. dakikaya kadar. Fernandes ustalık kokan frikik golü atıyor da Beşiktaşlı ‘Turu geçtik galiba’ diyebiliyor. Ancak gol sonrası hastalığı yine ortaya çıkıyor. Takım yine bildiklerini unutuyor, ayağına pranga vuruyor.

Beşiktaş bu... Taraftarına asla rahat maç seyrettirmez.

Taraftarının ömründen en az 3 ay daha çalmak için olsa gerek 84’te golü buyur ediyor...

Nispeten kolay bir maç olarak görünüyordu kağıt üstünde dünkü maç.

Gazİantep Büyükşehir Belediyesi’nin Beşiktaş’a rakip olabileceğini düşünen azdı ancak A.Gücü beraberliği sonrası aslında tuhaf bir inançsızlık da yok değildi.

Bu tip, nispeten kolay maçlar, oynayan oyuncular için hem şans hem de risktir. Yeteneğiniz varsa parlarsınız. Ama diğer taraftan sırıtabilirsiniz de.

Necİp, İsmail, Ekrem Dağ ve Holosko’nun bu takımın ağırlığını taşıyabilecek oyuncular olmadığını düşünmüşümdür hep. Dün gözüm üstlerindeydi. Maalesef parlamadılar sırıttılar...

NECİP’E NE OLDU?

Necİp geçen yılın beğendiğim ve ‘Bu çocuk istikbal vadediyor’ dediğim oyuncusuydu. Ne yazık ki Necip’e bir haller oldu. Muhtemelen Türk futbolcusunun tipik hastalığına yakalandı. Erken havaya girme sendromu...

Futbolunun üzerine koyacağına hep geriye gitti. Dün nispeten zayıp bir takım karşısında belki futbolu yeniden hatırlar, bundan sonrası için de iyi bir başlangıç olur diye düşünüyordum ancak yine olmadı. Veli’nin attığı golden önce Holosko’nun kestiği topa bir vuramayışı var akıl alır gibi değil.. Neyse ki Veli dönen topu kafayla filelere iteledi de Necip’in o acemi hareketi arada kaynadı gitti. Necip çok koşan ancak nafile koşan bir oyuncu tipi...

4EkreM’İN büyük takım oyuncusu olamayacağını düşünüyorum. Değil ayağı ile, taç atışında bile topu direkt rakibe atıyor. Ayak bileklerine hakim olamadığı gibi el bileklerine bile hakim değil.

Holosko bu maçta da yine yok’ları oynadı.İsmail bir kez bile etkili bindirme yapamadı.

Fernandes kesiği yedi, pabucun pahalı olduğunu görüp kendine geldi. Acaba Simao ve Almeida’ya da mı aynı tarifeyi uygulamalı?

Maç oynanırken Kasımpaşa’nın A.Günü’nü 6-2’lik skorla geçtiğini öğrenip ‘Duyunca herhalde utanır yüzleri kızarır’ demiştim.

Ancak o maçın sonucunu öğrenmelerine gerek yok, son dakikaları kâbusa dönen Gaziantep Büyükşehir maçına bakıp da çok rahatlıkla utanabilirler...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.