Şampiy10
Magazin
Gündem

‘Gençler, sevişelim mi?’

Bilen bilir, bu sözler, Penguen‘in bu haftaki kapak karikatüründen... Aylık mizah dergisi Harakiri’nin kapanmak zorunda kalması üzerine destek atmışlardı.

Hepimiz Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu‘nun verdiği cezanın gerekçesine takıldık: “İnsanları evlilik dışı ilişkiye özendirmek” ve “Türk halkını tembellik ve maceraperestliğe itmek.”

Trajikomik bir durum yani!

Gülsek mi, ağlasak mı? Önce gülelim sonra ağlayalım o zaman...

Herkesin ilk aklına gelen soruyla başlayayım:

Bir insan evlilik dışı ilişkiye nasıl özendirilir ki?

Yahu, evlilik dışı ilişki yaşayanlar bile bunu yapamaz!

Pekii...

Türk halkı tembellik ve maceraperestliğe nasıl itilir acaba? Tabii tembel olmadığımızı farz edersek!

Hele hele maceraperestliğimiz dünya çapında!

Ayrıca maceraperestlik niye yasak ki?

En güzel yorum yine Penguen’de:

“Haydi sevgilim kulağıma ‘maceracılığa ve tembelliğe özendiren’ ayıp sözler fısılda.”

Cevabını da ben yazayım:

“Yok yaa... Varsa 150.000’in ver, fısıldayayım.“

Yazacak çok ama çok şey var da, net’te konu üzerine dolaşırken bir baktım ki, millet benim yazacağımdan daha çok yazmış.

En iyisi onları aktarmak...



-“Az kalsın bu dergi yüzünden evlilik dışı ilişkiye girecektim. Son anda kapattılar çok şükür. Emeği geçen herkese teşekkürler.”

-“Aynı kurul, siyasetçilerin muzır görüntülerine niye gıkını çıkarmıyor? Hayır, özendirecek mözendirecek!!!”

-“Yasalar, kanunlar belli. Bunu bile bile bu şekilde bir dergi çıkarılıyorsa yaptırım, ceza ve kapatmalar çok normal.”

-“Kapatmalar normalse seni de kapatalım yasaya göre sen de zararlısın.”

-“TV’lerde kan gövdeyi götürüyor. Siyasiler birbirlerine hakarette sınır tanımıyor. Dizilerde, belgesellerde her türlü ahlaki çöküntü, misyoner faaliyetler :) şaka gibi yaa...”

-Tembelliğe itilen bir insan aynı anda nasıl maceraperest olur?”

-RTÜK’ün kestiği cezalardan gelen paralar nereye gidiyor.. ?! Yalnızca merakımdan soruyorum.”

-Anlamadığım konu, eğer ileri demokrasi para istiyorsa verelim arkadaş parasını. Birlik olalım, toplayalım üç beş hatta fazla verelim ama sahip çıkalım. Tamam, ne güzel oturduğumuz yerden yazıyoruz, eleştiriyoruz.”

-Arkadaş sahipsiz midir bu adamlar? Ben 5 yıllığına abone olmak istiyorum, kapatmasınlar ya! İleri demokrasimizin Minik Serçe‘si ne düşünüyor acaba bu konuda?”

-Yetmez Ama Evet”çi Halil Ergün, Lale Mansur ve diğerlerinin de düşüncelerini merak ediyorum doğrusu...”

-Bu hükümet de beni her sabah kendilerine küfür ettirmeye, dinden imandan çıkartmaya özendiriyo... Hadi kendilerini de kapatsınlar...”

-Artık ileri demokrasinin de ilerisindeyiz... Biri bizi durdursun...”

-Yaşasınnnn.. Türkiye’deki evlilik dışı ilişkilerin suçlusu bulundu!!!!! Aç Harakiri’yi oku, karını kocanı aldat.”

-Çok güzel bir dergiydi, adını değiştirin, yeniden çıkarın, mesela KAMIKAZE yapalım, yılmayalım, mücadeleye devam...”

-Seni uyarıyorum, üçüncü sayıyı çıkarırsan ergenekondan içeri girersin.”

Yazının devamı...

Herkes dövme yaptırmalı mı?

Hatırladım...

Dün yazacağım konuyu, bugün hatırladım.

(Bu arada, dün beni okuyanlar için not: Yeni parfümü sürdüm, henüz bir şey olmadı!)

“Sıkıldım” konusundan yola çıkmıştım. Herkes bir şeylerden sıkılıyor ya, ben de sıkıldım.

Onu yazacaktım...

Beni sıkan ne biliyor musunuz?

Şu ara, konjonktür icabı; dövmeler...

Dövmeliler...

Yaz geldi ya, havuzda, plajda kim, neresine ne yaptırmış görüyorsun.

Kime baksan bir yerinde dövme var.

Eskiden dövmeliler azınlıktaydı şimdi dövmesizler...

Hani dövmeliler ilgimizi çekerdi de, “Aaa...” derdik. Ki demekte haklıydık!

Dövmeliler de dövmeli olurdu yani!!!

Şimdi?

Dövme yaptırmayanlara, “Aaa...” denecek!

Adama bakıyorsun, zayııf, çelimsiz, tatsız ve silik bir tip ama o incecik kolunda Sanskritçe dövme!

Kadına bakıyorsun, g-g, saçlar röfleli, ayağında lame terlik, elinde iki çocuk, kıçının üzerine kelebek konmuş!

Tam öyle!

Ya da ille de sakil olması gerekmiyor; adam ya da kadın çok düzgündür ama klasik bir tiptir. Yavan anlamında değil, tarz manasında...

Bakıyorsun kolunun iç kısmında koca koca sanskritçe bir şeyler yazıyor...

Sanskritçe anlama anlam mı katıyor. İkiye mi katlıyor?

Peki sen Sanskritçeyi anlıyor musun?

O kolunda, bacağında yazandan başka bir kelime daha biliyor musun?

Hayır.

Eee?

O halde, neden Sanskritçe?

Herkes anlamasın diye mi?

E, o zaman neden kıçına başına

yazıyon?

Kimse anlamasın ama oraya baksın! Bu mu amaç?

Zahmet etme, zaten bakarlar..

Güzel de olsa çirkin de olsa bakarlar, merak etme!

Bunları yazdım ama aslında dövme yaptıranların amaçlarının bu saydıklarım olmadığını biliyorum.

Yazdım çünkü bana göre işin fiziksel olarak anlamsızlığını belirtmek istedim.

Şimdi gelelim işin öteki tarafına...

Ruhani yanına...

Yani dövme insanın vücut ya da yaşam biçimiyle alakalı değil de, maneviyatla mı ilgili?

Ruhani bir eylem mi?

İnsanın yaşam biçimi nasıl olursa olsun, vücudu nasıl olursa olsun, onun da iç dünyasındaki anarşiyi haykırmaya, dışa vurmaya hakkı yok mu?

Yoksa...

Dövme esasen, bir yaşam tarzının, bir hayat felsefesinin ifadesi mi?

Onun ve öyle yaşayanların dışa vurumu mu?

Biraz asi, daha çok özgür, hafif avare, epey seksi, duygusal, durmadan karşı çıkan, içinden düzensiz...

Sıradışı...

Böyle düşünen ve böyle yaşayanların resmi mi?

Sen bunların hiçbirini göze alma, sonra git dövme yaptır.

“Mış” gibi“ yap!

E, biraz haksızlık olmuyor mu?

Ayıp olmuyor mu?

E, biraz görgüsüzlük olmuyor mu?

Üzgünüm...

Biliyorsunuz, ben öyle muhafazakâr sayılmam ama..

Her şeyin de yerli yerinde, hak ettiği gibi olması gerekir!

“Yeter ki onursuz olmasın aşk!” yani!!!

Yazının devamı...

Ben de onlardan sıkıldım!

Hani köşelerine “Sıkıldım” bölümü açanlar vardır ya...

Gündeme bir konu düşer, o bir-iki gün yazar, yüksek fikirlerini anlatır ama üç gün sonra başka birileri yazınca, o sıkılır!

“Sıkıldım, yazmayın” der.

Allah, Allah!!

Ne sıkılıyon!

Seni mi eğlendireceğiz?

Bütün dünya bunların sevdiklerine, sevmediklerine, sıkıldıklarına göre ayarlanmalı çünkü!

Gündemi o belirleyecek! “Sıkıldım, geçin bunu! Next!” diyecek; hadiii hepimiz onun yazdığının hurraaa peşinden gidecez!

Saçma!

İşte ben de onlardan sıkıldım...

Sıkıldım diyenlerden...

Bir de...

Ben bunları niye yazdığımı unuttum desem!

Heh hee...

Bir konunun girişi olacaktı da...

Konu neydi?

Aklım kaydı...

Niye biliyor musunuz?

Ben var ya, koku almıyorum.

“Ne alaka?“ diyeceksiniz...

Şu alaka:

Koku almadığım için koku da alamıyorum. Parfüm yani... (Gıcık bir espri oldu!)

Bu yüzden 20 senedir aynı parfümü kullanıyorum.

Aslında küçükken kendi kendime bu efsaneye dâhil olmak istemiştim; ömür boyu aynı parfümü kullanan kadınlardan olmak...

Artık kimden duyup nereden okuduysam, hoşuma gitmiş.

Hep o kokuyla anılan, tanınan bir kadın olmak...

Bu fikir çok ağır, çok anlamlı ve çok oturaklı gelmişti...

Ama uygulayabileceğimi hiç sanmıyordum. Çünkü güzel koku hayranı bir kız olmuştum.

Güzel koku...

Çarşafların, havluların mis gibi olması...

Giyinme dolabını açtığımda o kokunun odaya dağılması...

Eve girdiğimde, arabaya bindiğimde seçtiğim o kokuyla buluşmak...

Daha bir sürü güzel kokuyla yaşanan an...

Güzel her koku, tıpkı güzel bir müzik gibi dünyamı değiştirebilirdi...

Üzerimde öyle bir kudreti vardı...

Derin bir nefes alıp gülümsememe...

Yeni bir duygu keşfetmeme...

Biraz da kuvvetlenmeme yeterdi.

Sonra...

Yıllar sonra bir baktım ki, öyle olmuşum!

İstemeyerek de olsa, gerçekten de kokusuyla anılan, tanınan bir kadın olmuşum.

Evet, kokumdan tanıyanım da oldu!

Heh hee....

Demek, diyorum bazen, “O zaman, küçük bir kızken yani, keşke başka şey isteseydim!”

Öyle olur ya...

Sanki tutacak!

Arsızlık işte!

Ama koku almamaya başlayınca...

Onu anlatmayayım, baydım zaten!

Ama ben olsam, koku almadan yaşamanın nasıl bir şey olduğunu merak eder, sorardım. Böyle saçma şeyleri hep merak etmişimdir.

Neler anlatıyorum yaaa. Hayır, kendimi tutamıyorum. Yaşlandım mı, ne? Ben hiç böyle kendimi anlatmazdım...

Konuyu bağlayayım bari...

Yani 20 senedir mecburen aynı parfümü kullanıyorum dedim ya, biraz önce kızlarla yeni parfümleri deniyorduk. Yani onlar kokluyorlardı ben de her zamanki gibi, “Kendiminki var mı?” diye soruyordum.

Onlara özenerek!

O sırada elim bir şişeye gitti.

“Bu nasıl kokuyor?” diye sordum.

Koku tarif edilir mi?

Edilir.

Şuna benziyor, buna benziyor diye...

Ama Gülümhan o kokuyu bana öyle bir tarif etti ki...

Şimdi tam sözlerini hatırlamıyorum ama, “Pudra kokusu vardır ya, onun içine yaseminler atmışsın gibi... Hani bir yerde otururken nefis bir koku gelir, derin derin içine çekersin ve ‘Ohhh mis gibi...’ dersin, öyle işte!”

Tabii o daha güzel anlattı.

Aldım onu.

Sanki hayatımda da güzel bir şeyler olacakmış gibi, sanki onu koklamışım gibi hissediyorum.

Seviniyorum.

İşte bu yüzden aklım kaydı.

Ne yazacağımı unuttum.

Yazının devamı...

Evde tek başına...

Bazen evde tek başına kalırsın...

Yalnız yaşayanlardan bahsetmiyorum tabii ki! Onlar her zaman keyifli. (Keyfinin farkında olmayanlar hariç!)

Heh hee...

Evlilerden ya da birlikte yaşayanlardan söz ediyorum.

Çiftlerden biri bir yere gider ya, bir yolculuğa falan, ondan...

Tuhaf bir durumdur bu.

İki tuhaflığı vardır...

Birincisi...

Taraflardan biri mutlu, öteki ise mutsuzdur.

Şöyle de bir orantısı vardır:

Mutlu olan ne kadar mutluysa, öteki de o derece mutsuzdur.

Onun mutluluğu arttıkça, ötekinin de mutsuzluğu o kadar artar.

Bu durumdan ikisinin birden mutlu olması imkânsız gibidir.

Aynı şekilde ikisinin birden mutsuz olması da imkânsızdır. Ya da birinden biri kafayı yemiş demektir.

Ama dedim ya, olmaz yani!

Biri mutlu, öteki mutsuzdur.

Bazen giden bazen kalan...

Belli olmaz.

Yok yok, belli olur.

Sinirli ve susan taraf mutsuz olandır.

Susar çünkü karşı tarafı gözlemlemektedir. Onun bir sevinç açığını yakalamak üzere pusuya yatmıştır.

Hareketleri, “Ne o? Gidiyorum diye pek keyiflisin bakıyorum...“ edasındadır.

Ya da:

“Ne o? Gidiyorsun diye pek neşelisin...” suçlamasında...

Kötü hisler içerisindedir.

Çünkü ötekinin sevindiğini hisseder.

Nasıl hissetmesin?

Farklılaşmıştır.

Mesela sürekli ve saçma sapan konuşmaya başlamıştır.

Sürekli konuşur çünkü neşesini kamufle etmek ister. Kek gibi laylaylom yapmaz.

Ha, bir de çok söyleniyorsa...

Ama gereğinden fazla söyleniyorsa...

Durmadan;

“Allah kahretsin! nereden çıktı bu yolculuk, hiç canım istemiyor. Bıktım artık bıktım!” gibilerinden söyleniyorsa...

Hatta daha da abartıp gitmemek için elinden geleni yaptığını gözüne soka soka belli ediyorsa...

“Ya, dur bi daha konuşayım, belki gitmeden hallederim bu işi!” falan filan!!!

Yemez tabii!!!

Ya da:

“Amaaan... Nereden çıktı bu yolculuk; ben sensiz ne yapacağım?“ türünden lafları abartıyorsa...

Çok fazla tekrarlıyorsa...

O, sevinen taraftır.

En belirgin ipucu ise şudur:

Sevinen taraf ötekine her zamankinden daha iyi davranır.

Ne derse yapar.

Bu da ötekini fena halde kıllandırır.

Sinir eder.

De...

Boşuna...

Zira sevinen taraf...

İster bir yere gitsin, ister evde kalan olsun fark etmez!

Bir b.k yiyemez.

Çünkü öyle “bir şeyler” yapmak o kadar kolay değildir.

Yani “bir şeyler” yapacak adam/kadın, ötekinin gitmesini ya da evde yalnız kalmayı falan beklemez.

O zaten yapıyordur!

Ya da yapmıyordur!

Bu işlerin gitmeyle, kalmayla alakası yok yani!

Yazının devamı...

Marulun ve erkeğin göbeklisi...



Marulun göbeklisinin makbul olduğunu bilirdim de, erkeğin göbeklisini...

Heh hee...

Onun da bir yararı varmış!

Göbekli erkeğin...

Yararı!!!

Kime, ne yararı olur ki?

Kendine desem, o da

olmaz...

Ama varmış.

Yapılan bir araştırmaya göre, “bariz şekilde göbekleri olan belirli kilo üzerindeki erkekler, daha ince yapılı hemcinslerine göre yatakta performans olarak daha iyi”ymiş.

Bak, bak, bakkkk...

Peki araştırma nerede yapılmış?

Bu konuda uzman olan İngiltere’de mi? Her konuda fikri olan Amerika’da mı? Yoksa sağlamcı İsviçre’de mi?

Hiçbiri...

Araştırma, Türkiye’de yapılmış!

Kim yapmış acaba?

Daha da önemlisi nasıl yapmışlar acaba?

Onu da yazmışlar

haberde:

n “Araştırmacılar, hiçbir problem rapor etmemiş 100 erkeğe karşı cinsel disfonksiyon problemleri olan 100 erkeğin vücut kütle indeksi ve cinsel performansını incelemişler.”

Araştırmacıların kim olduklarını bilmiyorum ama tiplerini tıpatıp tarif edebilirim.

Daha da ileri giderim, performanslarını da anlatırım.

Şaşırtırım!!!

Heh hee...

Tiplerini siz de tahmin edersiniz; göbekli 3-4 adam...

Muhtemelen kısa boylu, küçük ayaklı. İçlerinden birinin de kesinlikle keçi sakalı vardır.

Gelelim performanslarına...

Kendilerini iyi zannettikleri kesin!

Hele o keçi sakallı olanı var ya, o tek kusurunun hafif göbeği olduğunu sanıyor.

Neyse ya...

Ben asıl bu araştırmayı nasıl ve neye dayanarak yaptıklarını merak ediyorum...

Beyanı mı esas almışlar yoksa gözleriyle görmüşler mi????

Artık nasıl yapmışlarsa yapmışlar ve şöyle bir sonuca varmışlar:

n “Vücut kütle indeksi yüksek olan erkekler ve evet biçimsiz mideleri ile ortalama 7.3 dakikalık bir performans gösterirken, zayıf olan grup ancak 2 dakika gösterebilmiş.”

Şimdi ben bu sonucun neresinden tutturayım ki?

İsterseniz, “vücut kütle indeksi”nden başlayalım...

Şişman demeye dili varmıyor herhalde!

“Şişko” desinler... Bakanlık onaylı!!!

“Biçimsiz mide”ye gelince...

Sanki bir iç organından bahsediyor, şuna yağlı göbek desene...

Sıra geldi dakikalara...

Önce onların yorumlarına bakalım:

n “Beş dakikalık bir fark elbette kayda değer. Hatta, zayıf vücut yapısı olan erkeklerin erken boşalma problemi yaşamaya daha meyilli oldukları da ortaya çıkmış.”

Zayıflar da sinirli olur ya, bu yüzden herhalde!

Her zaman söylerim; zayıf erkek de iyi değildir ama...

Ama...

Kendi kriterimi tek geçerim.

Yukarıdan baktığında kendi şeyini görecek. Ayak bileklerini...

İyi de, göbeğin şeye faydası ne acaba?

Diyorlar ki:

n “Daha çok göbek yağı bulunduran bireyde daha fazla dişi seks hormonu estradiol olduğunu gösteriyor ki, bu da çabuk orgazmı engelliyor.”

Çabuk olmuyor ama memeleri çıkıyor, o ayrı!!!

Ya da önsevişme diye tuttururmuş!!

Heh hee...

Yani ben hayatta göbekli olarak itibar gören tek varlığın marul olduğunu sanıyordum.

Haklıymışım!

Yine de bu yazıyı okuyan, vücut kütle endeksi yüksek(!) adamlar artık göbeklerini çıkara çıkara, gerine gerine gezerler.

“Göbeğini kaşıyan adam”ın türevi....

Bu da kaşıyor ama...

Göbeğini kaşımak var,

kaşımak var!!!

Yazının devamı...

Sevgi emek istiyor da sevişmek de mi?

Taktım buna...

Bu lafa...

Dr. Öz‘ün söylediği ve benim de yazdığım o sözlere...

“Kadınlar bana şu soruyu soruyor: ‘Canım sevişmek istemiyor. kendimi zorlamalı mıyım?’ Cevap: Zorla! Seksin üzerinde çalışmak lazım, emek harcamak gerekiyor.”

Takılınmayacak gibi değil!

Gelin bu konuyu biraz tartışalım....

Oturumu açıyorum:



“Kendimi zorlamalı mıyım?”

“Zorla!”

Buradan başlayalım isterseniz.

Başlangıç noktası bu galiba...

Sonra, ‘Seksin üzerine çalışmak mı lazım?‘, ‘Emek harcamak gerekiyor mu?’, bakarız...

Kadınlar en çok o soruyu yöneltiyorlarmış:

“Kendimi zorlamalı mıyım?”

Demek ki asıl sorun ne?

Kadının canı istemiyor.

Hep böyle değil mi? Çoğunlukla kadının canı istemiyor...

O halde ipi çekelim, biraz daha derinlere inelim...

“Kadının canı neden istemiyor?“

Erkeklerin bu sorunun cevabını aradıklarını veya düşündüklerini hiç sanmıyorum. Onların bildikleri, sadece ve sadece ‘kadının istemediği...’

Kimbilir belki de bilmek istemiyorlar...

İşlerine gelmiyor!

Ki bence öyle!

Zira öteki türlü yani bildikleri zaman, anlayış göstermeleri, beklemeleri ve uğraşmaları gerekecek.

Emek vermeleri, çok çalışmaları gerekecek!!

İşte sırf bu yüzden anlamazdan gelmek işlerine de geliyor.

Hem de üste çıkarak...

Fikren yani!!

Yani kadının canının istememesini bir suç haline getiriyorlar...

Yoksa...

Yoksa ayda iki-üç kereye razı olması...

Daha fazla istiyorsa emek harcaması gerekecek!

Tıpkı Dr. Öz’ün kadınlara önerdiği gibi!

Ne yazık ki doğada böyle bir dengesizlik var.

Bu dengesizlik işte, sosyal kargaşalara da yansıyor.

Hep diyorum ya, yanlış giden bir şeyler var...

Haftada 4 gün seksler, 80 yaşına kadar sürecek cinsel yaşamlar falan...

Kim için?

Kim?

Şimdi gelelim Dr. Öz’ün cevabına...

“Seksin üzerinde çalışmak lazım, emek harcamak gerekiyor.”

Acaba haklı mı?

Haklı olabilir mi?

Üzerinde çalışılırsa, emek harcanırsa istek de artar mı?

Sevgi emek ister de...

Sevişmek de mi?

Zorladıkça, uğraştıkça, üzerine gittikçe...

Emek verilen, fedakârlık yapılan her şey gibi o da sevilir mi?

Yoksa tam tersi mi?

Fiziksel olarak istemesen de, böyle zorlayınca...

İyice mi soğursun?

Olay karışık...

Doğru olan tek bir konu var:

“Emek harcanması gerekiyor.”

Da...

Sorun;

O emeği kimin harcayacağında...

Kadın mı?

Erkek mi?

Yazının devamı...

Gözlerimi kaparım...

Ben hızımı alamadım.

Dr. Öz‘ün “Kadınlar bana şu soruyu soruyor: ‘Canım sevişmek istemiyor. kendimi zorlamalı mıyım?’ Cevap: Zorla! Seksin üzerinde çalışmak lazım, emek harcamak gerekiyor” sözlerinden hırsımı çıkaramadım.

Hayır, yani nasıl çalışılacak?

Ne yapılacak?

Gelin birkaç mail’le birlikte olayın üzerine biraz daha gidelim...



- “Belirtmeliyim ki zorlamanın (gözünü kapat, hayal dünyanı çalkala) faydası çok. Dr. Öz de sanırım bunu öneriyor. Fakat erkeksi egosu yüksek. Konuyu daha erkeksi yorumlaması mümkün...”

(İyi de, çalkala çalkala nereye kadar??? 3-5 kere George Clooney, Dr. House olanın asıl adı neydi o, sarışın sevene Brad Pitt, hadi çalkala çalkala 2-3 tane daha çıkarırsın. E, insan bir süre sonra onlardan da sıkılır. Ne de olsa hayal! Gerçeği olmadıktan sonra hayalini ne kadar renklendirebilirsin ki? Tek başına! Kadınlar, erkekler gibi resimden bile kıl kapmadıkları için!!! Yani ‘Gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım’la olmaz gibi...

Zaten Dr. Öz’ün bunu kastettiğini sanmıyorum! O da sanırım bütün erkekler gibi ‘durup dururken canımızın istemediğini’ sanıyor.)

- “İşleyen demir ışıldar. Çalışmak lazım konulara... Bir de Facebook kapatılsın. Hatunlar, arkadaşlarının o nerde, bu nerde hangi tatil resmini koymuş, hangi ayakkabıyı almış, tarlaya patates mi ekmiş, inek mi beslemiş diye bakmaktan sex akıllarına gelmez oldu.”

(Oldu! Bence de haklısın! Zaten kadınlar Facebook’tan önce sana vermek için (kalbini) yarışıyorlardı!!! Benden duymuş olma ama evdeki interneti istersen kapatabilirsin. Kapatabilirsen tabii!!!)

- “Eşler arasında sex ilişkisi güçlü ve devamlı ise aşkın ömrü 30-40 yıl devam edebilir. Kavgaların dırdırlarının, sinirli tavırların temelinde yatan neden sex ilişkisindeki uyumsuzluk, zayıflık, yokluktur. Bazen aşkın ömrü bir hafta bile sürmüyor.”

(30-40 yıl!!! Ters mi yazdın acaba? 03-04 yıl yazacakken!!! Disleksi falan mı var sende??? Zira diğer fikirlerin çok yerli yerinde.)

“Tek eşlilik diye bir kavramı insanoğluna dayatırsan üç ayda biri zor görürsün. Doğanın kanunlarına ters, nerde çokluk orada güzellik...:D”

(Aynı durum kadınlar için de geçerli olacak desek, kıyameti kopararsın sen! Doğanın kanunları hep erkeklere çalışsın istersin, değil mi? Ahhh, ah!)



Dr. Öz, “Zorla!“ diyor ama...

Nasıl zorlanacak bir de bunu açıklasa...

Zorla güzellik olur mu?

Yazının devamı...

Dr. Öz’ün bilmesi gerekenler...

Onun bildiklerini benim bilmeme imkân yok ama...

Benim bildiklerimi de, sanıyorum o bilemez!

Pazar Vatan‘da Ayşe Aydın‘la röportajını okuyup buna karar verdim!

Niye mi?

Şimdi, bir onun söylediklerine ve bir de benim onlara cevabıma bakın...

Haklı mıyım, haksız mıyım; siz karar verin.

Diyor ki:

“Erkekler aslında doğru kadınla evleniyor ama kadın evlenince hemen değişiveriyor. Evlenirken ayrılıyorsunuz yani. Aşkın ömrü fizyolojik olarak 7 yıl.”

Ben de iddia ediyorum ki:

(Kadınlar da, aslında yanlış erkekle evleniyor ama evlendikten sonra bunu anlıyorlar! Ters orantı gibi bir şey yani! E, anlayınca da değişiyorlar tabii!!! Çakma çanta almış gibi yani! Aşkın ömrüne gelince... Fizyolojik olarak 7 yıl olabilir ama psikolojik olarak... 2 yıl.)

Diyor ki:

“Haftada dört kez sekste ısrarlıyım. Günümüzde çiftler enerjisiz olduklarından değil, vakitsizlikten sevişmiyor. Çözümü, çocukları evden uzaklaştırmaktan geçiyor.”

Ben de iddia ediyorum ki:

(Ne vakitsizliği? Hangi vakitsizlik??? Eve 19.00-19.30 sularında gelinir; bütün lüzumsuz işler yapılır ya da boş boş oturulur ama yine de seks meks yapılmaz. Sizin anlamanıza olanak yok ama bizde boş boş oturma diye bir kavram ve eylem vardır! Hatta hem boş boş oturulur hem de karşısındakine çemkirilir. Bizde sevişme enerjisi sıfır anlayacağınız... Tabii evdekiyle!)

Diyor ki:

“Bir çift seks yapmıyorsa ya sağlık sorunları vardır ya da ilişkide bir sorun; bu kadar net. Normalde, sağlıklı bir bireyin Viagra’sız seks hayatı 80 yaşına kadar devam eder.”

Ben de iddia ediyorum ki:

(Bizde ikisi de var. Hem sağlık hem ilişki sorunu... Ama 80 yaş meselesini çok ‘erkek’ bir yaklaşım olarak yorumladım. 80 yaşında bir kadın için ne dersiniz?)

Diyor ki:

“Kadınlar bana şu soruyu soruyor: ‘Canım sevişmek istemiyor. kendimi zorlamalı mıyım? Cevap: ‘Zorla! Seksin üzerinde çalışmak lazım, emek harcamak gerekiyor.”

Ben de iddia ediyorum ki:

(Çok çalışmak lazım, çoook! Dr. Öz’ün seks üzerine çalışmalarını sadece erkekler üzerinde yaptığından emin olmak üzereyim.)

Şimdi söyleyin:

Kim haklı?

Ben...

Yoksa o mu?

O da haklı da...

Haklıyken haksız duruma düşmek budur işte!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.