Şampiy10
Magazin
Gündem

Hayaller gerçek olsa...

Bazen olur.

Hayaller gerçek olur.

Ama hayaline bağlı. Abuk sabuk değilse...

Yani olmayacak, olamayacak şeylerin hayalini kurmazsan...

Siz şimdi, “onu da mı kısıtlayalım? Hayallerimizi de mi?” diyeceksiniz.

Evet.

Çok mu radikal oldu?

Ama öyle...

Bakın, bir araştırma yapılmış; hayallere dalmanın etkisinin olumsuz olduğu ortaya çıkmış.

Kesinlikle katılıyorum.

Araştırma, evden işe giderken yapılan yolculuktan, ev işlerine kadar, zihinlerimizin toplam zamanın yüzde 46,9’unda hayallere daldığını ortaya koymuş.

Onca zamanı o hayal için uğraşmakla geçirsen hiç olmazsa bir işe yarar. Hatta belki o yola girersin...

Hayaline giden yola...

Zaten bazen o hayale giden yol daha güzel değil midir?

Ne bazeni... Çoğu zaman!!!

Özellikle ilişkilerde...

Cilveleşip duracaksın...

Merak edeceksin, isteyeceksin...

Kalbin çarpacak, bekleyeceksin...

Onu düşündüğünde ister istemez güleceksin...

Hani ağzını toparlayamazsın ya, öyle... Artık ne düşünüyorsan...

Fena mı yani?

Şu anlattığım yol, ona ulaşmaktan daha zevkli değil mi?

Daha hard ya da daha hafif örnekler de verebilirim...

Hangisinden başlayayım?

Hard olandan mı?

Hayııırrr...

Onu sona saklayacağım. (Al sana bir yol daha...)

Hafiften başlayayım...

Mesela sana telefonda ilk defa “Çok tatlısın” diyor.

İşte sırıtmaktan ağzını toparlayamadığın an. İçin pır pır ediyor... Yerinde duramıyorsun.

Niye? Henüz yoldasın çünkü! Hatta yolun başındasın...

Ama ilişkinin ortasında sana o sözleri söylediğinde, (söylerse tabii!!) senin tepkin bu olmayacak biliyorsun.

Ne olacak ben söyleyeyim mi?

“Hıı.. Tatlımmış! Gösterecem ben sana tatlıyı, acıyı!!!”

Bu örnek sizi kesmedi değil mi?

Peki.

Alın size örnek o zaman...

Hard olanı...

Mesela...

“O an” mı güzeldir yoksa o ana giden yol mu?

O an derken yani son an...

Hemen “O an” demeyin. Bir kez daha düşünün.

Tamam o an da güzel ama...

Oraya giderken...

Hele her şey iyi gidiyorsa....

Şu mantıkla düşünün:

“İnsan neden sona gitmeyi istesin ki!”

“Neden bitirmeye uğraşsın ki?”

Sevişmeden uyumayalım o zaman!!!

Heh heh hee...

Kendinize gelin, bir araştırmadan bahsediyoruz.

Harvard Üniversitesi uzmanları tarafından yapılan araştırmada, hayatın nasıl daha güzel olabileceğini düşünmek yerine, anı yaşamanın ve o an yaşanandan keyif almaya çalışmanın psikolojik açıdan daha yararlı olacağı belirtiliyormuş.

Carpe diem yani...

Adam milattan önce yazmış, Harvard yeni keşfediyor!

Yani araştırmacılar, gününün büyük bölümünü hayal kurarak geçirenlerin, zamanla hayatlarını olduğundan daha kötü algılamaya ve sahip olduklarından tatmin olmamaya başladıklarının altını çiziyor.

Ayrıca daha güzel bir şey hakkında hayal kurmak, sıkıcı işleri eğlenceli hale getirmiyor, aksine zihnin hayal kurmasına izin verdikten sonra insan, öncesinden daha mutsuz oluyormuş.

Araştırmaya göre, insanlar en çok seks yaparken, egzersiz yaparken ve sohbet ederken mutluymuş.

En az mutlu olunan zamanlar ise çalışırkenki zamanlarmış.

Uzmanlara göre beyin, sadece seks yaparken yapılan işe tamamen odaklanıyormuş.

E, tamam o zaman...

Başta da yazdım ya:

Sevişmeden uyumayalım o halde!

Yazının devamı...

Daha uzun yaşamak için...

Herkeste bir uzun yaşama merakı...

Hayır, sanki çok güzel yaşıyorlar!

Baksan, elektrik faturası, okul taksidi, ev kredisi ödemeyle geçiyor hayat. Önce çocukları büyüt, tam o yükten kurtulmuşken anne-baba hastalıklarıyla uğraş, bu arada işinde kalabilmek için yırtın, sonra da zaten kendi hastalıkların ve ölme vakti geliyor...

Hani bekâr, zengin, yakışıklı, güzel ve hayattan anlayan biri olsa anlayacağım...

Hatta bunlardan ikisi bile olsa yeter.

Yok, herkes aktarlarda...

Yaban mersiniyle, kantaron otunu kaynatınca 100 yıl yaşayacak sanki!

Hani yaşlılar birbirine ilaç ikram ederler ya, orta yaştakiler de otları tercih ediyorlar. Yeşil çayları içip içip “Çarpıntım var, niye ki?” diyorlar...

Geçenlerde hastanede, gözü için içmesi önerilen bir ot karışımını gözüne damlatan ve kör olan bir kadınla karşılaştım.

“Ama kitaptan okudum” diyordu...

Şifalı bilmem ne kitabı...

Ayrıca...

De ki yaşadın, n’apacan?

Fatura öde, her yerde ezil, kös kös evde evdekiyle otur, abuk sabuk insanların ipe sapa gelmez fikirlerini dinle...

Var ya öyle bir laf:

“Buna yaşamak denirse...” diye, aynen öyle...

Ama tabii elimizde değil.

Geçenlerde yine böyle bir reçete okudum.

“Bunları yapın, ömrünüz uzasın” diye...

Ha, bir de hangi hareket kaç yıl uzatıyor, onu da yazmışlar.

Bakalım mı? (Parantez içleri benim.)

- Ömrünüze 1 yıl eklemek için...

Haftada iki kez düzenli seks yapın. (Bence önce hesabınızı yapın; 1 yıl için değer mi?)

- C vitamini alın.

Bahçe işiyle ilgilenin... (Yok, toprağa uzak olsak! Yere bakan koyunu almayın diyorlar ya, hayvan nereye gittiğini biliyor, nereye baksın ki!)

- Ömrünüze 3 yıl yatmak için...

Hedeflerinizi yükseltin. Oscar alan oyuncular 3.9 yıl daha uzun yaşıyor. (Onlar hedeften değil, keyiften uzun yaşıyorlardır.)

Arkadaşlarınızla sinemaya gidin. (Ha, 3 yıl için ille sinema olacak. Biz film çevirsek! Romantik macera!!)

- Ömrünüze 5 yıl eklemek için...

Haftada 3 kez bitter çikolata yiyin.

İşe gönderilirken öpülen erkeklerin daha az kaza yaptıkları ortaya çıkmış. (İyi o zaman, kocanızı öpmeyin. Siz daha çok yaşayın!)

- Yüzde 80 doymuş hissettiğinizde yemeği bırakın. (E, ama! Tam o sırada bırakmak gibi bir şey bu!)

- Vejetaryen olun. (Yarın öbür gün, özür dilemeyeceksiniz ama! Yumurtada olduğu gibi!!!)

Ömrünüze 10 yıl eklemek için...

- Muz yiyin. (!!!)

- Kendinizle barışık olun. (Aynı kişiyle -kendinle- o kadar yıl dip dibe... Zor biraz!)

- Porsiyonları küçük tutun. (Küçüklüğü önemli mi?)

- Ömrünüze 15 yıl eklemek için...

Mekik çekin. (O hareketi anımsatacak başka hareketler de olur mu?)

- Kolesterolünüzü kontrol edin.

Mutlu olun. Neşeli insanlar ortalama 20 yıl daha uzun yaşıyor. (O zaman herkesin boşanması lazım!)

Tatlı yemeyi bırakın. Tatlıyı kesmek ömrü en çok uzatan etken.



Boşverin yaa....

Gelin beni dinleyin...

Az olmasın ama fazla yaşamak da iyi değil!

Yazının devamı...

'Herkes soyunsun!'

Herkes derken?

Dün okudum; “Kaybedenler Kulübü” diye bir film çekiliyormuş. Başrollerinde Nejat İşler, Ahu Türkpençe ve Yiğit Özşener oynuyormuş.

Daha doğrusu oynayamıyorlarmış!

Çünkü filmdeki grup seks sahnesinde rol alan oyuncular çekim yapmakta zorlanmışlar...

Bakar mısınız? Filme direkt grup seks sahnesini çekmekle başlamışlar!

Filme ısınsınlar diye herhalde!!!

Heh heh hee..

Şimdi, bu grup seks sahnesinde oyuncular zorlanınca, yönetmen Tolga Örnek çılgın bir çözüm bulmuş:

“O sahnede görev alan tüm set ekibi soyunmuş!”

Heh heh hee..

Bu film bitmez arkadaşlar!

Bitse de iyi bitmez!

Ortada ne oyuncu, ne yönetmen kalır, söyleyeyim!!!

Bakın şimdi, olaylar nasıl gelişmiş:

Nejat İşler ve Yiğit Özşener filmin grup seks sahnesi için iki genç kızla kamera karşısına geçmiş. Ancak genç kızlar kalabalık set ekibinin önünde çekim yapmakta zorlanınca sahne bir türlü tamamlanamamış.

Nasıl zorlanıyorlarsa!

Sanki gerçek!

Ayrıca set ekibi kalabalık olmasa ne olacaktı ki?

Çatır, çatır...

Belki de zorlanmamışlardır, onlar işi uzatınca yönetmen öyle sanmıştır!

Acaba o noktaya nasıl gelindi?

Benim gözümün önüne şöyle bir sahne geliyor...

“Hadi kardeşim, uzattınız ama! Şunun şurasında küçük bir grup seks çekeceğiz!

Olmuyor, olmuyor!!! Nejat sen yanındaki kıza sarıl, ötekinin bacağını bırak! Kızım sen de kendini biraz rolüne ver!”

“Vermiyo abi! Utanıyormuş!”

“Utanıyor muymuş. Tamam. Kesin, kesin....”

Deyip....

Sahne bir türlü tamamlanamamış ya, istediği sonucu alamayan yönetmen Tolga Örnek işte o çılgın çözümünü dillendirmiş.

“Kendinizi rahat hissedecekseniz, biz de soyunup boxerla kalalım!”

Haydaaa...

Asıl şimdi korkmaları lazım yahu!

Heh heh hee...

Yönetmen herkesten (haliyle) olumlu yanıt alınca ekibine talimat vermiş:

“Herkes soyunsun!”

Heh heh hee...

Nasıl yaa???

Ha, bu arada anlaşılan ekibin hepsi erkek!

Kızlar da rahatlamıştır eminim!

Kahkahalar içinde soyunan ekipteki herkes yarı çıplak kalınca, setin havası da bir anda değişmiş!

Ondan da eminim.

Herkes rolünün ciddiyetini anlamıştır!

Şimdi benim hayalimde bir sahne belirdi:

Set amiri, ışıkçıya dönüp,

“Soyunsana lan, duymadın mı?

“Niye abi? Duymadım ben”

“Yönetmen söyledi oğlum”

“Nasıl abi? Ben de mi oynayacağım???”

“Tabii oğlum, hepimiz oynuyoz, hepimiz!!!”

Şaka bir tarafa sanatçıların çektikleri zorlukları küçümsememek lazım. Ayrıca filmin oluşumunda mutfaktaki herkesin de ne kadar emeği var, görün!

Oradakilerin hepsi görmüştür de!!!

Neyse kendisi de soyunan ve çekime boxerıyla devam eden Örnek sonunda hayalindeki sahneyi yaşamayı pardon çekmeyi başarmış!

Film 18 Mart’ta vizyondaymış.

Biterse tabii!!!

Heh heh hee...

Aslında düşündüm de, şimdi o sahneyi seyredenler de zorlanabilirler! Utanır, sıkılırlar!

En iyisi, filmi seyretmeye gidenler de soyunsun!

Film bir de üç boyutlu olsa...

Tam süper olacak!

Yok, yok daha iyi bir fikrim var:

O filmi değil de, filmi nasıl çektiklerini film yapsınlar!!!

Daha güzel değil mi?

Hasılat rekoru kırarlar...

İsmi de tam uyar:

“Kaybedenler Kulübü”

Artık orada kim kaybeder, kim kazanır bilemem...

Heh heh hee...

Yazının devamı...

Yenilen doymazmış

Eveeeet...

Sıra geldi işin “Niye?”sine...

Kadınların işe yaramaz danaları niye bırakamadıklarına...

Açıkça yazayım, bu işin duygusallıkla ilgisi yok!

“Seviyorum”, “Elimde de değil”deler falan hepsi boş!

Yok öyle şey!

Böyle sevgi olmaz!

“Evet aslında” değil mi?

Bunun sevgi olmadığını siz de biliyorsunuz...

O halde niye?

Anlatayım....

Bu biraz ne gibi biliyor musunuz?

Tavlada yenilmek gibi...

Ya da herhangi başka bir oyunda...

Hani yenilince yenene kadar oynamak istersin ya, öyle işte!

Tekrar oynuyorsun ve her seferinde yine yeniliyorsun.

Sinir basıyor artık!

Yenilmeye doyamaz hale geliyorsun.

Yenilme manyağı oluyorsun.

Oysa şunu bir anlasan; onu yenemezsin.

Buna imkan yok; çünkü farklı sikletlerdesiniz ve o daha kuvvetli...

Ye-ne-mez-sin!

Bu durum değişik şekillerde karşına çıkabilir...

İş kadınıysan...

Hele iş bitirici bir iş kadınıysan...

Şöyle bir yanılgıya düşersin; hani çok uğraştığın, gurursuzluk bile yaptığın zaman o işi koparırsın, halledersin ya mutlaka...

Başarıya giden her yol mübahtır hani... Bunu da o iş gibi görebilirsin. Zannedebilirsin.

Oysa adam çoktaaan başka firmayla anlaşmıştır, seni kenarda tutuyordur. Ama o işin anlaşması öbür tarafta imzalanmıştır bile. Ne yapsan boştur...

Boş!

Ya da, hiç öyle hırsların yoktur ama...

Bir erkekle varoluyorsundur.

Bunu asla kabul etmezsin.

Biri söylese kesinlikle karşı çıkarsın ama öylesindir...

Yani bir kocan veya bir sevgilin olmaması seni eziyordur.

Eksik ve yanlış hissettiriyordur.

“Hayatımda biri yok” demek senin için dilencilik gibi bir şeydir...

Başka türlü de söyleyebiliriz bunu; bir erkek olduğunda kendine güvenin artıyordur.

Ha, bunda kötü bir şey yok ama hayatında erkek olmayınca güveninin kaybolması, kötü ötesi...

Maddi güvenden bahsetmiyorum ha!

Medeni cesaret ve kendine güvenden söz ediyorum...

Onun için ayrılamazsın...

İyi-kötü biri vardır hayatında...

Pardon, kötü biri...

Bambaşka bir nedenin de olabilir...

Adam bir daha bulamayacağın kadar iyidir....

Yani “dana” değildir.

Seninle tanışana kadar tabii...

Ama sen onu danalaştırırsın.

Adam danalaşmak zorunda kalır.

Daha derin nedenlerle ayrılamayanlar da vardır:

Onlar,

“Sevgi tek kişiliktir. Önemli olan benim sevmem. O sevmese de olur” gibi bir felsefe uydurmuşlardır.

Tabii, iki kişilik sevgilere ne diyorlar, onu bilmiyorum!!!

Hani adam da kızı seviyor falan...

Hatta kıza saygı duyuyor...

Ne fena!

Ayrılın, ayrılın....

Madem onu yenemeyeceksiniz, kendinizi yenin bari!

Yazının devamı...

Kadınlar niye ayrılamaz?

Biliyorsunuz, maddi olanakları olan kadınlardan söz ediyoruz.

İşi-gücü olan, düzgün ve sosyal kadınlardan...

Kendilerine o ya da bu şekilde kötü davranan adamları niye bırakamıyorlar?

Böyle bir sendrom var.

Var arkadaşlar...

DBS

Dana Bırakamama Sendromu...

Bugün niye bırakamadıklarını işleyeceğiz ama önce...

Önce bir durumu açıklığa kavuşturalım...

Önemli bir durum bu.

Kabullenme...

Bırakamamayı kabullenme...

Çünkü ne oluyorsa bu kabullenmeden sonra oluyor.

Şöyle birşey:

“Ya, beni sevmediğini biliyorum ama n’apayım elimde değil!”

“Bile bile gururumu hiçe sayıyorum ama kendimi tutamıyorum.”

“Ona inanmayı kendime yediremiyorum ama...”

“Kaç defa karar verdim, uygulayamıyorum.”

“Kendime söz geçiremiyorum.”

“Ondan ayrılmaya gücüm yok.”

Ha, ama onun yaptıklarına katlanmaya gücün var!

Ona kapıyı açarken kendine söz geçiriyorsun!

Yüzüne gülmeyi uygulayabiliyorsun!

Onunla yatmayı kendine yedirebiliyorsun!

Bütün bunların yanı sıra ortak bir söylem daha var:

“Aslında ben de onu sevmiyorum ama...”

Bu ve bu anlamdaki bütün düşünceleri aklınızdan geçiriyorsanız, ne yazık ki bırakamamayı kabullenmişsiniz demektir.

Ama bu var ya...

Bu kabullenmek...

Ne demek biliyor musunuz?

Sanki böyle söyleyince iş meşrulaşıyor.

Normalleşiyor ve haklı çıkıyorsunuz.

Birisiyle öyle yaşamaya devam etmek aklanıyor sanki.

Yok öyle bir şey!

Şöyle anlatayım; bir daha, “Evet korkağım” dediği zaman, bunu açık yüreklilikle itiraf ettiği için artık korkaklığı geçerli olmuyor mu?

Daha mı az korkak oluyor?

Yooo...

Bildiğin korkak işte!

Yani...

Siz de,

“Gururum kırılıyor” deyince, gurursuz...

“Elimde değil” deyince, zavallı...

“Gücüm yok” deyince, güçsüz..

“Kendime yediremiyorum” deyince, arsız...

“Kendimi tutamıyorum” deyince, iradesiz...

“Uygulayamıyorum” deyince, beceriksiz...

“Aslında ben de onu sevmiyorum ama...” deyince de şuursuz oluyorsunuz.

Yani söyleyince, gerçek anlamı hafiflemiyor.

Manası değişmiyor.

E peki, sizi böyle kim sevsin?

Niye sevsin?

Yazının devamı...

Haydi kızlar ayrılığa...

Bu da ‘yeni’ kadınlar için kampanya:

“Hadi kızlar ayrılmaya...”

Ayrılamayan kadınlar için...

Ayrılmayı bilmeyen kadınlara...

Bugün bir haber okudum:

“Çok kazanan kadınlar daha çok boşanıyor” diye...

Eee?

“Ne var bunda şaşıracak?” diyeceksiniz. Haklısınız.

Bence de...

Hatta tam tersi haber olmalıydı; “Çok kazanan kadınlar daha az boşanıyor” gibi...

Ya da, “Çok kazanan kadınlar nedense(!) boşanmıyor”

Yapılan bir araştırmada, modern ailelerde kocasından fazla kazanan kadınların boşanma olasılığının diğer kadınlara göre yüzde 38 daha fazla olduğu belirlenmiş.

Niye yüzde 100 değil?

Hadi bunların kocalarının bazılarının iyi olduğunu
farz edelim; yine de oranın en az yüzde 90 olması gerekmiyor mu?

O halde neden boşanmıyorlar?

Olayı biraz daha genişletelim diyorum ben;

Neden ayrılmıyorlar...

Yani kadınlar kocalarından veya sevgililerinden neden ayrılamıyorlar?

Üstelik ayrılması için bir sürü neden varken...

Eğri oturup doğru konuşalım mı?

Bahsettiğim kadınlar, ekonomik özgürlükleri olan hatta bir nevi “herşeyi olan” kadınlar...

Ama...

Adamın kendisini sevmediğini bile bile neden ayrılmıyor?

Neden uzun ama epey uzunca bir süre yalanlarına inanmayı tercih ediyor?

Adamın onu kandırmasına neden izin veriyor?

Bir kere değil, iki, üç, dört kere aldatmasına rağmen hâlâ neden affediyor?

Sadece maddi olanakları için birlikte olduğunu bildiği halde neden onunla birlikte oluyor?

Neden onun yalnızca boş zamanlarını doldurmaya razı oluyor?

Hem de bütün bunları bile bile...

Kimse itiraz etmesin; her kadın sevilip sevilmediğini, aldatılıp aldatılmadığını, önemsenip önemsenmediğini, aptal yerine konup konmadığını çok iyi bilir.

Hem de o kadar iyi bilir ki!

Bilir de, neden hala ayrılmaz?

Ayrılamaz?

Aslında bu soruların ortak tek bir cevabı var galiba:

Kendine yediremez.

Ama yedireceksiniz kızlar.

Siz yediremeyince, olay değişmiyor. Siz almaza yattıkça, herkesin de almaza yatmasını istedikçe durum düzelmiyor.

Yaşadığınız enayiliği herkes biliyor.

Siz de, o da, aileniz de, arkadaşlarınız da...

Hepsi biliyor.

Da susuyor.

Yani sizin yanınızda susuyor!!!

Ayrılmayı bileceksiniz.

Artık bunu öğrenmenin zamanı geldi.

Geldi de geçiyor bile...

Yazının devamı...

Bir kadının en iyi hâli, hangi hâli?

Susmuş hâli...

Diyeceksiniz ve kendinizden iyice nefret ettireceksiniz...

Sıfır yaratıcılık!

Ya da:

Çıplak hâli...

Diyeceksiniz...

Hınzır hınzır gülerek...

Yok, ‘hınzır’ deyince sevimli gibi oldunuz, kem kem gülerek!!! (Ne demekse?)

Her neyse; erkeklerin, kadınları en çok hangi hâliyle beğendiklerini ortaya çıkaran bir anket yapılmış.

Yani bir erkeğe göre bir kadının en iyi hâlini belirlemişler...

Makyajlı mı, sade mi, giyinik mi, değil mi, giyinikse ne giyince falan...

Hani bir de, “Kadınlar aslında kadınlar için giyinir” diye bir geyik vardır ya...

Ne saçma!

Yani şu dünyada erkekler olmasa kadınlar çok mu şık giyinir?

Hayır.

Giyinmeyi, süslenmeyi bırak, sevgilisinden ayrılan kadın maniküre bile zamanında gitmez.

Onun aslı nedir biliyor musunuz? O lafın...

Tamam, kadın kadının ne giydiğini daha iyi bilir ve onunla rekabet eder ama bir erkek için...

Kadın, rakiplerinden daha güzel, bakımlı, şık ve kaliteli giyinmeyi ister ve bunu sadece kadınlar anlar.

Erkekler?

O rekabeti anlamaz.

O rekabetin hem duygusunu hem de şiddetini kavrayamaz.

Kadını beğendiyse pantolonunun ne kadar moda, pahalı ve kaliteli olduğu umurunda değildir. Ama kadın o pantolonuyla diğer kadınlara fark attığına inanır.

Saçma sapan bir durum yani...

Ama yine de şu ankete bir göz atalım...

Erkekler hangi hâlimizi daha çok beğeniyormuş?..



“Yüzde 79’u göğüs dekoltenizi görmekten hoşnut oluyor.”

Kalan yüzde 21 niye hoşlanmıyor ki? Görünce kafasını mı çeviriyor yani? Hayatta inanmam. Çünkü bunlar tamamını görebilme ihtimali bile olmayan dekolteye, dananın trene baktığı gibi bakarlar. Bir de inatla bakarlar. Görüp görebileceğin bu kadar, daha ne bakıyorsun? Yok, o yine de bakar.

“Yüzde 72’si yumuşacık süveterli bir kıza sarılmak istiyor.”

Yalannnn!!! Süveter ne demek diye sorsan hiçbiri bilmez. Onlar kesin ‘sarılmak’ kısmına takılmışlardır. Yumuşacık kısmı da onlarda meme efekti yaratmıştır. Yoksa öyle romantik romantik sarılacaklar ha!

“Yüzde 56’sı gündelik üniforma haline gelen beyaz tişört kot pantolon kombinasyonunu seviyor.”

Fena rakam değil; kızlar, hâlâ bir umudumuz var yani!!!

“Yüzde 79’u yaza özgü tiril tiril elbiseleri seksi buluyor.”
Bir fırsat olsa da, bir yeri birazcık açılsa diye!!!

“Yüzde 64’ü tamamen doğal bir görünüme sahip (girl next door) kızlarla birlikte yaşamaktan zevk alacağını söylüyor.”

Girl next door da neyse? Bir de bu çıktı şimdi başımıza! Tabii onunla yaşayıp girl out door(!) kızlarla da aşna fişne yapsınlar!!!

“Yüzde 67’si yataktan yeni kalkmış, karışık ve doğal görünümümüzden büyüleniyor.”

Yataktan yeni kalkmış halini görürse tabii!!!

“Yüzde 60’ı kalem eteklerin vücuda olan tam uyumu için deliriyor.”

Deliriyorlarmış!

Yoksa akılları çok başlarında yani!!!

Yazının devamı...

Hayatın tekrarı olsaydı...

Hadi abartmayayım, hayatın değil de, hiç olmazsa bazı anların tekrarı olsaydı...

Hangi anların?

O da seçmeli olsa...

‘Güzel’ anların veya ‘Kötü’ anların diye...

Kötü anlar derken yani sonradan pişmanlık duyduğun anlardan söz ediyorum...

Yoksa kimse kötülükleri bir daha yaşamak isteyecek kadar salak değil herhalde!

Ama güzel anları da bir daha yaşamak istemeyebilirsin.

Ne o öyle? Bir daha, bir daha; güzelliği kalmaz!

Tadı kalmaz tadı...

E, tabii...

Mesela ne olabilir? Masum olalım; ilk “Seni seviyorum” dediği an. Bunu sürekli yaşadığını düşünsene... Bayar...

O da çok mu basit oldu? Peki o zaman mesela çok ama çok iyi seviştiğin bir an.

Tekrarlansa...

Seviş seviş nereye kadar. O da bayar.

Güzel şeyler belki de bunun için güzeldir. Sürekli olmadığı için!

Kim bilir?

Ama öyle anlar vardır ki...

Hani size dün bir kitaptan bahsetmiştim ya, onun adı “Double Your Dating”di. Kitabın adını okuduğumda direkt aklıma işte o anlar geldi.

Yazar, pişmanlık duymak istemiyorsanız, bunlara dikkat edin diyordu...

“Ama” dedim, “İnsan her zaman her şeye karşı hazırlıklı olamıyor ki!”

Hiç beklemediğin bir yerde hiç ummadığın bir sözle, bir soruyla karşılaşabiliyorsun.

Ve çoğunlukla da çuvallıyorsun.

Üstelik daha o anda, ağzından o kelimeler dökülürken çuvalladığının farkına varıyorsun. Da... Yapacak bir şey yok artık!

Geçmiş olsun!

Öyle olmuyor işte!

Geçmiş olsun deyip geçemiyorsun ya...

İşte o anlardan bahsediyorum.

Tekrar yaşansaydı...

Tabii ki tekrar yaşanmaz ama sen yaşatırsın!

Hatta bazen aradan yıllar geçer, ufak bir çağrışımla pat, o an aklına gelir.

Ne aptal bir cevap vermişsindir...

Ne kadar salak gibi görünmüşsündür...

Ne kadar seni yansıtmaz o söz!

Hayır, sus bari... Mecbur musun konuşmaya? Bir de o haller falan...

Üfff...

Çok utanırsın kendinden.

Yakıştıramazsın.

Bu yüzden de hep o anın tekrarını yaşarsın.

Ama başka versiyonlarıyla...

Senaryoyu yeniden, yeniden yazarsın.

“Böyle söyleseydim, şöyle yapsaydım” diye...

Ve kimbilir kaç gece yattığında o anı tekrar yaşamışsındır.

Arabada giderken, tuvalette falan aklına gelir.

Suratının şekli değişir.

Tek kaşın kalkar.

Havaya girersin.

Tekrar yaşıyorsun ya...

Orada sabit olan sadece sana sorulan sorudur. Ondan sonrası... Sonrası artık sana bağlıdır.

Tek yerinde cevapla yetinmezsin bir kere...

Birkaç doğru versiyonunu bulursun.

Ve senin cevabına karşı onun söyleyebileceği her olası cevaba karşı hazırlanırsın.

Öyle derse bunu, böyle derse onu söyleyeceksindir.

Hızını bir türlü alamazsın.

Ve kaşının biri hâlâ kalkıktır.

Yaparsın bunu...

Tekrarı olsaydı diye...

Peki daha da tuhaf olan ne?

Bazen de başkalarının o anına karışırsın.

Sana bir olay anlatmıştır.

Onun cevabını beğenmemişsindir. Doğrusunu ararsın.

Şöyle cuk oturanını..

Ne saçma!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.