Şampiy10
Magazin
Gündem

Yeni neslin marşı “İşçisin sen işçi kal”

TEOG yerine kurgulanan yeni yerleştirme yöntemi, en çok fakir ve çalışkan çocukları etkileyecek.

MEB, sınavla girilecek nitelikli liseler meb.gov.tr’ de açıklandı ve yeni bir kaos ortamı doğdu. Veliler, elleri yüreğinde, akıllarındaki soruları şöyle sıraladı:

- Hiç tercih edilmeyen bir sürü okul, sınavla girilecek okullar listesine neden alınmış. Bu kadar çok imam hatip ve meslek lisesi niye en nitelikliler arasında yer almış?

- 485 puanlı okul yani başarılı öğrencilerin en çok gitmek istediği okul ikametgaha göre yerleşmeye ayrılırken, 300 gibi çok çok düşük puanlı okul, sınavla yerleşmeye neden alındı! Çalışkanlara ceza mı?

- Gerçekten tercih edilen pek çok okul sınavsız, aynı semtte oturma durumuna göre yerleşmeye bırakılmış. Puanı yüksek öğrenci neden istediği okula gidemeyecek, bu insafa sığar mı?

- Ankara da dahil bir çok ilin bazı semtlerinde, sınavsız girilebilecek sadece imam hatip ve meslek lisesi var. Sınavsız yerleşen öğrenciler kendi mahallesindeki belli tür okula mahkum mu bırakılmalı?

- İstanbul Esenler, İstanbul’un en kalabalık ilçelerinden biri. Yarım milyonun yaşadığı yerde tek bir okul sınavla girilecek nitelikli okullar listesinde, o da bir imam hatip lisesi. Esenler’de yaşayan çalışkan ve başarılı çocukların seçim hakkı ellerinden niye alındı?

- Çorum il merkezinde yaşayan sadece 420 çocuk sınavla bir liseye girebilecek. Hele 7 ilçede sınavla öğrenci alan tek bir okul yok. Öğrenci en yüksek puanı da alsa istediği okula gidemeyecek. Coğrafya kader olmaya devam mı edecek?

- Muğla ve çevresinde iyi bir okula girmeye hak tanınmadı. Datça, Dalaman, Ortaca, Kavaklıdere, Seydikemer, Ula, Yatağan ilçelerinde sınavla alan tek bir “nitelikli” okul yok listede! Koca Muğla’da listeye girmeye değer tek bir lise mi yok? Yoksa sadece evi yakın olanlara mı eğitim hakkı tanındı!

- Muhtarlarda kuyruklar oluştuğu, bazı muhtarların 200 lira karşılığı “iyi okul” yanına ikametgah aldığı söyleniyor. Bu durumu kim kontrol ediyor?

- 34 ilde ise durum daha vahim çünkü Anadolu Lisesi seçeneği hiç sunulmadı. Türkiye’nin 34 ilindeki öğrencilerin başarılıları kendi şehrinde bir Anadolu lisesinde okuyamayacak mı?

- Sınavla girilecek doğru düzgün okul kalmadı. Mesela, nerdeyse 100 yıllık, Haliç’e sıfır konumuyla, hatırı sayılır puanıyla ve üniversite sınavlarındaki başarısıyla, çok tercih edilen Eyüp Anadolu Lisesi sınavla değil ikametgahla öğrenci alacak. Ama en düşük puanlı öğrencilerin zorunlu gittiği 300 puanlık bir okul, yüzde 10 barajına giren en başarılı öğrenciler arasından alım yapacak. Başarılı olmak, istediğin okula gitmenin kapısını açmayacak. Bu adaletsiz ortamda motivasyon nasıl sağlanacak?

- Çocuğuna iyi eğitim verenin değil, iyi okul yanında ev alanların çocuğu istediği okula gidecekse, adalet bu eğitim sisteminin neresinde yer alacak?

- Bir çok noktada, sınavı iyi olan değil, ikametgahı iyi yerde olan kazanacak.

Yukarıdaki yakarışlar, çocuğu bu sene liseye geçiş sınavına girecek velilerden gelen mesajlar. Durum gösteriyor ki, bir gecede aniden kaldırılan TEOG sınavı yerine alel acele kurgulanan yerleştirme yöntemi, en çok fakir çocukları bir de çalışkan çocukları olumsuz etkileyecek. Eğer hem fakir hem zeki ve çalışkan ise vay haline! Eşitsizliğin bini bir para! Yaşadığı ülkeye öfkeli bir nesil yetişecek. “Köyde çobandım profesör oldum” hikayeleri masallarda bile kalmayacak. Yalnızca parası olan düdüğü çalacak. Cem Karaca’nın ruhu şad olsun, “işçisin sen işçi kal” yeni neslin büyük kısmı için marş olacak!

Döviz kartalları bile aşağıda bıraktı!

“Benim dolarla borcum yok ki...” diyenler,

“Ben hep 50 liralık benzim alıyorum bana farketmez” kafasındakiler,

“Heyooo kenarda biraz dolarım vardı kar ettim” diye sevinenler,

“Bizim para değer kaybetmiyor, dolar yükseliyor” zannedenler,

“Dolar-Euro otomatik yükseliyor” diyen siyasiler,

“Ceviz bile ithal o da dolarla” deyince “ben zaten ceviz sevmem” diye cevaplayan en şirinler!

Size de iyi hafta sonları...

Dolar 4’ü, Euro 5’i aşınca, Ekonomi Bakanı kurdaki, rekor ile rekabet eden hararette bir açıklama yaptı ve “Kurdaki durum Türkiye’nin gerçeğini yansıtmıyor” dedi.

Bu durumda aşağıdakilerden hangisi geçerli?

- Türkiye’nin ekonomik durumu aslında çok daha kötü, bunlar iyi günlerimiz, döviz artışları devam edecek.

- “Aldığım notlar okuldaki ders durumumu yansıtmaz” diyen öğrenci kafası idareyi ele aldı.

- Hoca taktı.

Yazının devamı...

Kadınlar her yerde sahnede

Kadınlar sahnede, hayatın tüm sahnelerinde... “Olmak ya da olmamak” işte biz kadınlar için artık bütün mesele bu!

Bu devirde hala neler konuşuyoruz, insan sahiden hayrete düşüyor. TBMM’de, Çanakkale’yi anma etkinliği için Devlet Tiyatroları oyuncuları tarafından düzenlenen gösteride, son anda kadın oyuncuların sahneye çıkması engellenince, kadının yerinin sofradaki öküzden sonra geldiği bir kere daha çarpıldı suratımıza. Üstelik engelleyen kim, Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın ta kendisi! Meclis Başkanı, iddiaları yanıtladı ve seyircilerin arkasında ve merdivenlerde kadınların daha doğrusu kendi deyişiyle “hanımların” türkülere iştirak ederek yer aldığını vurguladı. Orda burda çıkan iddialar bir yana, bu ülkede seneye 30’uncu yılını sahnede dolduracak bir kadın oyuncu olarak elbette meseleyi ilk ağızdan dinlemişliğim var. Meseleyi dedikodu seviyesine indirerek dillendirmek ve politize etmek değil niyetim, ben kadın olarak bu ülkede varolabilme derdindeyim!

Devlet Tiyatrosu oyuncuları “devlet memuru” kadrosunda olduğundan konuştukları an işlerini kaybetme tehlikesi altındalar. Bir zamanlar ben de aynı statüde çalışıyordum, sırf özgür olmak için devletteki kadromdan istifa ettim, ordan biliyorum. Elbette meselede konuşulacak çok şey var, erkek oyuncular neden böyle bir durumda sahneye çıktı, özgürlüğü kısıtlanan kadınlar neden olanı biteni biz arkadaşlarına anlatır gibi kamuya anlatmadı? Cevabı basit! Anlatamadılar! Özgürlüğü seçmenin ağır bedellerini kaldırmak kolay değil kuşkusuz ve kimse sınanmadığı günahın masumu değil! Elbette ben de anlatmalılar diyorum içimden, ama hayattaki sorumlulukların kimin belini nasıl büktüğünü bilmeden de yargılamayı doğru bulmuyorum. Mesele şu ki, kadınlar bu ülkede istenmiyor. Her ay en az 20 kadın cinayete kurban gidiyor, taciz, şiddet, tecavüz kol geziyor, baskı ise almış başını gidiyor. Biz soluk alamıyoruz artık! Sosyal çalışma haklarındaki eşitliği filan tartışma kıvamına gelene kadar daha 99 yılımız var. Çünkü kalp sızısıyla görüyorum ki bazı “erkekler” kadınları 99 yıl geriye götürmeye ant içmiş. 99 yıl sonra dün sahneden merdivenlere, seyirci arkasına ötelenen kadınlar, hayatın her sahnesinde aynı zihniyetle ötelenmeye devam ediyor. Boşverin sağı solu, o partiyi bu partiyi, eyyyyy kadınlar, birlik olması gereken biziz ve bugün hep birlikte yaşam sahnesinin her noktasındaki yerimiz için mücadele etmeliyiz.

Yazının devamı...

İstanbul yaşam kalitesinde 134’üncü

Yeni sosyo-ekonomik anket ve istatistik sonuçlarına göre en pahalı şehirler ve refahı en yukarıda olanlar listelerinde İstanbul da var. Duruma şöyle bir göz atalım.

Yaşam kalitesine göre dünya şehirleri

- 231 şehrin sıralandığı liste hava kirliliğinden trafiğe, ekonomik seviyeden park alanlarına pek çok kritere göre belirleniyor.

- Araştırmaya göre yaşam kalitesi en yüksek şehir Viyana. Listenin ilk 10’u şöyle;Zürih, Auckland, Münih, Vancouver, Düsseldorf, Frankfurt, Cenevre, Kopenhag, Basel.

- 231 şehrin arasına ülkemizden giren tek kent İstanbul 134’üncü sırada.

Kabul etmek gerekir ki 134’üncü sıra İstanbul’umuzda pek kaliteli yaşam olmadığının yani malumun ilanı. Açıkçası bana göre, 134’üncü sıradan da olsa listeye girebilmesi bile mucize. Bence şehrin güzelliği o kadar yüksek puan almıştır ki, yaşam alanlarındaki kalitesizlikten gelen düşük notların bile ortalamasını yükseltmiştir. İstanbul insana uzaktan hoş gelir, yerli ya da yabancı turistseniz tadına doyamazsınız. Ama yaşamaya kalkarsanız da gündelik hayatın zorluğuna dayanamazsınız.

Bir şehrin refahı parklarıyla ölçülür. Aklınızda bulunsun, yurt içi ya da yurt dışında gittiğiniz şehirlerin önce halka açık park alanlarına bakarak yaşam zenginliğini rahatlıkla ölçebilirsiniz. İstanbul’da doğru düzgün park yok, kalan tek tük alan da her gün yol-köprü gibi bir takım bahanelerle ortadan kaldırılıp ağaçların yerine beton dikiliyor. Hele Avrupa şehirlerindeki parklarla kıyaslarsak bir tane bile parkımız yok.

Trafik deseniz zaten sınıfta kalır. E büyük şehirde trafik olmasını da hadi normal sayalım ama bu defa da toplu taşımanın kolaylığına bakmamız gerekir ki durumu şöyle özetleyeyim; yurt dışından gelen turistlerin faydalandığı gezi rehber kitaplarında İstanbul’da rahatlıkla kullanılabilecek toplu taşıtın hemen hemen hiç olmadığı konusunda uyarı yer alır.

Velhasıl kelam, o 134’üncü sıra çok bile İstanbul’a, ah bu güzelliği olmasa, semtinden geçilmez aslında...

Paramız değer kaybettikçe geriliyoruz

En pahalı şehirler listesinde yine İstanbul var. 133 şehir baz alınarak ekmek, şarap, sigara ve benzin gibi 150 çeşit ürünün fiyatı karşılaştırılarak hazırlanan listede bakın İstanbul’un durumu ne?

- En pahalı şehir olma ünvanına Singapur 5 yıldır bırakmıyor. Bu sene ikinciliği alan Paris şaşırttı. Zürih, Hong Kong, Oslo ve liste böyle devam ediyor.

- İstanbul bu yıl 10 sıra birden gerileyerek 72’nci sırada yer aldı.

- İstanbul’un pahalılıkta gerilemesi biraz da şu anda paramızın son günlerde fena halde değer kaybetmesinden geliyor. Böyle giderse zamlar kapıda. Listedeki halimize şükretmeyelim 3 ay sonra!

- İstanbul’un pahalılık endeksindeki en büyük faktörün, konut fiyatları ve kiraların çok yüksek olması olarak gösteriliyor.

lEkmek fiyatları, bu listenin oluşmasındaki baş kriterlerden biri. Ama gelin görün ki burda yanılsama var. Birim olarak İstanbul’daki ekmek fiyatı kuşkusuz ki bir Avrupa şehrindeki ekmek fiyatıyla kıyaslanamayacak kadar ucuz. Ekmekler arasında kalite de kıyas kabul edecek durumda değil. Ne yazık ki ülkemizde ekmek yapımında kullanılan unlar Canan Karatay Hoca’nın yasakladığı kadar var. Avrupa’daki ekmek son derece sağlıklı içerikte iken bizdeki bildiğiniz zararlı kategorisinde bir yiyecek artık. Kaldı ki, bizim ülkemizde ekmek ağırlıklı beslenme mecburi çünkü alım gücü et ve balığa yetmiyor. Avrupalı haftada 1 ekmek alıyorsa kişi başı bizde en az günde kişi başı 1 ekmek tüketiliyor, cepten ekmek için çıkan total para da değişmiyor. Üstelik Avrupa standartı bir ekmek bizde de daha ucuza satılmıyor.

Vatandaşı üretim zenginleştirir

Gayri safi yurt içi hasıla artışı değil milli üretim artışı gerek. lHani bize açıklayıp duruyorlar ya “yıllık gayri safi yurt içi hasıla arttı, ekonomi büyüdü” filan diye! Kapitalizmin süslü ekonomik kandırmaca lügatı değil mi bu? Vatandaşın boğazından geçen yemeğin, eğitimin, havanın, suyun kalitesi değil ki ölçülen! İşin garibi yerli üretimle değil, ithal malların fazlasıyla sanki ekonomimiz büyümüş gibi yükseliyor GSYH denilen sayı. Yerli üretim bizim zenginliğimiz ama ekonomik tablodaki yeri anlam ifade etmiyor diye tarım ve hayvancılığımız bitiyor, hasıla artıyor görünürken fakirleşiyoruz.

Gerçek şu ki bugünkü ölçümlerde, Amerika’daki evsiz de Anadolu’da tarlasından yiyeceğini çıkaran kadın da ekonomik tabloda aynı yere konuyor. Bakın ekonomi ne gibi saçma durumlarda sanki büyümüş gibi görünüyor.

- Araba kazalarından doğan masraf.

- Ağaç kesildiğinde.

- Su doğal ortamdan değil pet şişeden içildiğinde.

- Yaşlılar bakım evine konduğunda.

- Kendi bahçemizden yediğimizde değil ithal bir ürünü aldığımızda.

Yazının devamı...

Anti aging ile tanıştım yaşıma güzellik kattım

Anti-aging yani yaşlanma karşıtı kürler 35 yaş sonrası herkesin gündeminde. Bugün başka hiçbir yerden öğrenemeyeceğiniz yaşlan-ma karşıtı yemek tarifleri vereceğim. Hepsi sağlıklı ve antioksidan deposu...


Bugün, başka hiç bir yerden öğrenemeyeceğiniz yaşlanma karşıtı yemek tarifleri paylaşacağım. Avusturya’daki dünyaca ünlü medikal tıp merkezi Vivamayr’deki yemek kursundan öğrendiğim sırlar bunlar. Muhakkak deneyin ve mümkünse arada kür olarak akşam öğününüzü bu yemeklerden seçin. Basit, sağlıklı, anti oksidan deposu, kolestrol karşıtı, damar dostu, vücudun alkali düzeyini ayarlayan ve kilo verdiren bu tarifleri mutlaka deneyin.

Yaşlanma karşıtlığı hakkında bunları bilin

Bilim insanlarına göre, vücudumuz, teorik olarak şu anki insan ömründen daha uzun yaşamak üzere yaratılmış. Ancak 20’li yaşlardan itibaren hormonlardaki değişiklikler, özellikle “temizlik” yapan hormonların seviyesindeki azalma, bedenin yıpranmasına ve bozulmasına sebep olduğu için “yaşlanma” dediğimiz süreç işlemeye başlıyor.

Aslında cinsel ya da yaşlılık karşıtı anti-oksidan hormon kokteylleri ile yaşlanmanın önüne geçilebiliyor ki bu yolu seçen pop yıldızları gibi her dem genç kalmaya çabalayan ünlüler var. Fakat uzun vadede dışarıdan verilen bu hormon karışımları pek çok hastalığa sebep olabildiği için sağlık açısından tam ters tepebiliyor. Bu sebeple uzmanlarca şu anki metodlar sağlıklı bulunmuyor.

Yaşlanmak, başta stres olmak üzere toksinleri artıran etkenlerden ötürü hücrelerin bozulmasından ileri geliyor. Hücrelerin yaşam döngüsünü uzatmayı amaçlamak gerekiyor. Bu noktada, hücrelere zarar veren serbest radikallerle savaşması için antioksidanları devreye sokmak, vücudu toksinlerden arındırmak gerekiyor.

Sağlıklı yaş almak ve yaşlanma sürecini yavaş işletmek için en güvenilir ve kolay yöntem vitamin ve mineral takviyeleri almak. Özellikle Omega 3 ve antioksidan gıda takviyeleri hücre yıkımını engelliyor ve kanser gibi hücresel hastalıklardan da koruyor.

Alkol tüketimini sınırlı tutmak, sigara içmemek, yediklerimizi dengede tutup günlük hayattaki hareketlilik seviyemizi ayarlamak da yaşlanmayı geciktirmek için önem
arz ediyor.

Hem yaşlanma hem kanserden uzak kalmak için, A, C; E vitaminleri, Omega 3, taze sebze, meyve ve otlarla ile vücudu takviye etmek gerekiyor.

Gece çiğ sebze, meyve, salata önerilmiyor.

Keten tohumu ve kenevir tohumu yağlarının sofrada yemeklerin üzerine kullanımı da “anti-aging” önerileri arasında.

Bol bol su içmek çok çok önemli.

Havuç-zencefil çorbası

300 gr. havuç

100 gr. soyulmuş akşamdan suda bekletilmiş patates

1/2 litre su

1/4 litre taze sıkılmış havuç suyu

Küçük bir parça taze zencefil

Kaya tuzu

Havuç ve patates yıkanıp küçük küçük doğranır ve yumuşayıncaya kadar haşlanır. Robottan geçirilir, pişmeye alınır. Zencefil eklenip karıştırılır. En son havuç suyu ve kaya tuzu da eklenerek yavaş yavaş pişirilir. Çorba çok kaynamamalı.

Bademli havuç ezmesi (Laktossuz)

150 gr. badem

100 gr. buharda ya da haşlanmış havuç

1 yemek kaşığı ceviz yağı

1 çay kaşığı susam

1 tutam taze zencefil

Hepsini karıştırıcı aletten geçirip ezme haline getirin. Üzerine baharat, ot (kişniş vs), kaya tuzu serpin. Kaliteli bir tam tahıl ekmek ya da patates haşlamasının üzerine sürüp servis edin.

Sebzeli patates rulosu

6 adet büyük boy patates

4 adet yumurta sarısı

4 yemek kaşığı patates nişastası ya da siyez gibi doğal un

Tuz, susam, zeytin yağı, taze otlar, maydanoz, fesleğen, kekik

Patatesleri püre hale getirin, yumurta sarılarını ve nişastayı ekleyin. İki yemek kaşığı zeytinyağı ve biraz tuz ile yoğurun. Kıvam hamur gibi olmalı çok cıvık olmamalı. 30cm’lik folyo kağıda zeytin yağı sürüp patatesi 1 parmak kalınlığında hamur gibi folyoya yayın. Üzerine susam ve otları yerleştirin.

İçine arzunuza göre haşlanmış sebze koyup, folyoyu rulo yapın. (Az haşlanmış pazı ve kurutulmuş domates tavsiye edilir) Folyo içindeki patates rulolarını 30 dakika haşlayın. Piştikten sonra dolaydan çıkarıp keserek servis yapın.

Yazının devamı...

Dünyamız elden gitmeden...

Bu hafta içinde dört mevsimi yaşadık. Hoş zaten kış hiç gelmedi bu sene. Çarşamba yazı yaşarken perşembe günü 15 derece düşüşle keskin bir kış virajı aldık ki saatler sonra bahara uyandık. Vücutlarımız bu radikal değişimlere uyum sağlayamadığından herkes hasta... Kış günü havanın bahar gibi olduğu günlerde bile kimse mutlu değil çünkü herkesi alıyor bir endişe! Hepimizin dilinde aynı tepki, “hayırdır inşallah”!

“Sürdürülebilirlik felsefesi” şu ara tüm dünyanın gündeminde. Öyle ya elimizde tek bir dünya var ve insanoğlu onu hoyratça tüketiyor günden güne. Atalarımızın 100 yılda kirlettiğinden fazlasını biz hızla atıyoruz gezegenimize. Eh bu durum böyle sürer mi? Sürmez elbette! İşte tam da bu sebeple “Sürdürülebilirlik felsefesi”ni hayata geçirmeye ihtiyacımız var. Dünyamızın üretebildiğinden fazlasını harcamayarak işe başlamak zorundayız. Karbon gazlı yakıtları kullanarak çıkardığımız karbondioksit gazı, iklim değişikliğine ve en kötüsü çok ciddi ısınmaya sebep oluyor, bu da çocuklarımızın yaşamını tehlikeye atıyor.

Aslında benim de hep uzaktan duyduğum, okuduğum bu konu ile tanışmam kızım sayesinde oldu. Okulundaki sürüdürülebilirlik ile ilgili eğitime katılan Ada, evde o kadar çok anlattı ki bize bu konuyu sonunda ben de seminerlerden birine katıldım. Çok net bir şekilde söylemeliyim ki hızla tüm okulların müfredatına zorunlu ders olarak konmazsa, tüm şirketler, fabrikalar ve ev idaresini elinde tutan kadınlar sürdürülebilirlik kurallarına göre yeniden iş ve yaşam koşullarını inşa etmezse, 20 sene sonra yaşanabilir bir dünya kalmayacak! Hala bir şansımız varken harekete geçmeliyiz, hemen şimdi! Prof. Levent Kurnaz ve Gülin Yücel’den edindiğim bilgilerden aklımda kalanları paylaşıyorum sizinle:

Sürdürülebilirlik deyince...

-Sürüdürülebilirlik, toplum ve iş düzenini Dünya’ya uyumlu, duyarlı ve koruyucu yapma çabasıdır.

-Doğanın sınırlarını tanıyarak, herkes için sosyal adalet ve eşitlik gözeterek, nesiller boyunca sorumluluk taşıyarak hareket etmektir.

-Sürüdürülebilirlik, ülke devletlerinin, sivil toplumun, kurumların gündemine hızla girmek zorunda.

- Mevcut düzen, dünyanın sürdürülebilirliğini sağlamak için acilen bu felsefeyle evrilmek zorunda.

- Gençlerin, kendi gelecekleri için bu bilinçle yetişmesi gerekiyor.

Global hedefler...

- Açlık ve fakirliğe son.

- Sağlık.

- Kaliteli eğitim.

- Cinsiyet eşitliği.

- Temiz su ve hijyen.

- Yenilenebilir enerji.

- Ekonomide büyüme.

- Yeniden yapılanma.

- Sürüdürülebilir şehirler ve toplumlar inşa etme.

- Sorumlu tüketim.

- İklim hareketi - karadaki - sudaki yaşam.

- Barış ve adalet.

- Hedeflere ulaşmak için ortaklıklar, birliktelikler.

Dünyanın düzenine dair çarpıcı notlar

- Dünyanın en zengin 62 insanının serveti, dünyanın yarısını kaplayan en az gelirli nüfusun toplamına eşit.

- Türkiye’nin yüzde 22’si yani 10 Evden 2’si yoksulluk sınırının altında yaşıyor.

- Ülkemizde ülke ihtiyacının 4 katı gıda ve hijyen maddesi üretiliyor, yılda tahmini 325 bin ton gıda çöpe gidiyor.

- İstanbul’da her gün 4 bin ton gıda çöpe atılıyor.

- Dünya üzerinde her 9 insandan biri şu an aç.

- Bu kadar açlık varken biz 3’te 1 yiyecek üretimimizi atıyoruz.

- Gelişmiş ülkelerde kişi başı 95-115 kg yemek çöpe gidiyor.

- Sadece Avrupa’da çöpe giden yemeklerle senede 200 milyon aç insan doyabilir.

Kadınlarla ilgili çarpıcı bilgiler

- İklim değişikliği ve doğal afetlerde en büyük zararı kadınlar görüyor.

- Dünya genelinde en fakirlerin çoğunluğunu kadınlar oluşturuyor.

- Felaketlerden sonra kadınlara karşı cinsiyet bazlı şiddetin arttığı görülüyor.

- Yılda 4 milyon bebek evdeki kötü hava kalitesinden ölüyor.

Ya küresel ısınma artarsa

- Verimlilikte düşüş

- Deniz seviyesinin yükselmesi büyük şehirleri tehdit eder.

- Nesli tükenen türler

- İklim değişikliğine bağlı geri dönülemez büyük değişiklikler olur.

Mevcut düzende problem ne?

- İnsan nüfusu hızla artarken, tüm canlı nüfusu son 40 yılda yarı yarıya azaldı.

- Canlılar azalırken, karbon ayak izi arttı.

2050’ye dair

- Şu anda nüfus 7.6 milyar, 2050’de 11.2 milyar olacak.

- Şu anda bizden sonraki neslin doğal kaynaklarının yarısını tüketmiş durumdayız, 2050’de 3’üncü neslin kaynağını tüketmeye başlayacağız.

- Türkiye zaten şu an nüfusu en yoğun 19’uncu ülke, artan nüfus 2050’de yoksulluk için büyük tehlike.

Yazının devamı...

Ağaçlara sarılmak

Ağaçlara sarılanlardan mısınız yoksa bunu yapanlarla dalga geçenlerden mi? Hemen cevabımı vereyim, ben ağaçlara sarılanlardanım. Avusturya’nın orman ve göl ile iç içe kasabası Maria Wörth’te geçirdiğim bir hafta boyunca bol bol sarıldım ağaçlara. Kim bilir, belki şimdi bazılarınız “Berna biz de seni daha aklı başında sanırdık” diye içinizden geçirmişsinizdir. Bir konuda kesinlikle haklısınız, gayet aklı başında biriyim ve şimdi sizin aklınızı başınıza devşirmek üzereyim.

Eğer ağaçlara sarılırsanız ya da sırtınızı dayayıp oturursanız ağacın iyileştirici etkisinden yararlanırsınız.

Evet evet, İngilizcede’deki “tree hugger” tabirinden tabii ki haberim var. “Ağaçları, hayvanları, doğal hayatı korumayı kendine dert edinen kişileri sinir bozucu bulanlar tarafından ağaçlara sarılanlar için kullanılır. Bırakın betonu övenler kendi karbon salınımında solusun, siz ağaçlara sarılın, kendi iyiliğiniz için, hem de hemen! Neden mi? İşte size birkaç ipucu!

- Bilimsel ispatlara göre, ağaçların kendini iyileştirme özelliği var ve bunun için titreşim frekansı yayıyor. Eğer ağaçlara sarılırsanız ya da sırtınızı dayayıp oturursanız bu titreşimle etkileşime geçip, ağacın iyileştirici etkisinden yararlanırsınız. Sonuç olarak, ağaca sarılmak baş ağrısı, depresyon, konsantrasyon bozukluğu gibi strese bağlı pek çok sağlık sorununa iyi geliyor.

- Ormanlık alanlardaki oksijen psikolojimizi olumsuz etkileyen iyonları nötr hale getiriyor.

- Her ne kadar zaten tecrübeyle bilsek de yapılan pek çok deneye göre de bahçe sahibi olmak, bahçeyle uğraşmak hatta güzel bir bahçe, doğa manzarası seyretmek stresi vücuttan atıyor.

- Öğrenciler üzerinde yapılan bir deney sonucuna göre, beton kent manzarası seyretmek, sınavdan daha çok strese sokuyor.

- Doğa manzarası seyretmek, doğa ile iç içe olmak, tansiyon, kalp ritmi, kas gerginliği, beyin dalga sistemi, zihin yorgunluğu gibi pek çok fizyo-psikolojik alanda iyileştirici etkide bulunuyor.

- Ameliyat sonrası nekahat dönemini ormana bakarak geçiren hastalar daha çabuk iyileşiyor. Pek çok hastalık, tedaviye doğal manzara eşlik ettiğinde, daha çabuk iyileşiyor.

- Hapisha-nelerdeki mahkumlara doğaya bakacakları bir pencere verilirse sık görülen sindirim sistemi rahatsızlıkları, baş ağrıları çok daha az ortaya çıkıyor.

Ağaçlara sarılmayı, ağaçları korumayı “yeni moda” sananlar için birkaç hatırlatma

- Her şeyden evvel tüm koala türü yaratıldığı günden bu yana yanılmış olamaz.

- Altay Türkleri, ağaçların içinde yaşayan ve göklerde dolaşan bir varlığa inanırlardı

- Keltler, ağaçların ruhu olduğuna inanırlardı

- Druidler, milattan önce kullandıkları ay takviminde her aya bir ağaç adını vermişler. Druid kelimesinin “büyücü” anlamına gelmesi, Keltlerin ağaç büyüsüne inanmaları ve meşe ağacının ruhunu tanımış kişilerin “druidler”i oluşturmasından kaynaklanır.

- 1700’ler Hindistan’ında, saray yapımı için ağaçların kesilmesine karşı çıkan 400’e yakın insan katledilir. Ülkede ağaç kesimini sınırlayan yasa bu acı olaydan sonra çıkar.

Evet, ne dersiniz? Önümüz bahar, bulabildiğiniz her fırsatta doğaya koşmanın tam zamanı değil mi? Bulduğunuz her ağaca sarılmanın ve ağaçları betona çevirmeye çalışanlara karşı durmanın tam zamanı değil mi? Bir kere sarılın, bir ulu ağacın enerjisini, bilgeliğini, titreşimini hissedin, kararınızı öyle verin.

Bu arada ağaçları biraz daha yakından tanımak isteyenler için tam da yeri gelmişken harika bir kitap önerim var: Ağaçların Gizli Yaşamı, 23 dile çevrilmiş, New York Times “çok satanlar” zirvesine yerleşmiş bir kitap. Ağaçların acıyı hissedebildiğini, hafızaları olduğunu ve aile kurduklarını öğrendiğinizde doğaya bakışınız değişecek. Bana kalsa, ülkemizi betondan kurtarmak için bu kitabı müfredata almak gerek.(Yazan: Peter Wohlleben)

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.