Şampiy10
Magazin
Gündem

Anne olmak demek...

Bir mola verin, susun, kenara çekilin, bizimle ilgilenin! Bugün anneler günü. Bir gün olsun keyifle bugünü geçirmemize izin verin.

Memlekette seçim varmış, siyasi arena iyice kızışmış, dolar 4 buçuğa dayanmış, zamlar kapıdaymış, çarşambayı sel almış... Bugün değil... Bir mola verin, bir susun, bir kenara çekilin, bir bizimle ilgilenin! Bugün anneler günü... Bir gün olsun sevinip, derdi tasayı kenara bırakıp keyifle bugünü geçirmemize izin verin. Bir günü, hiç değilse bugünü bize verin. Şu anda bile tahtalara vurarak, olaysız, kazasız geçecek bir gün daha dileyerek bu satırları yazan bir anneyim. Anne olmak demek zaten bitmez bir endişe kuyusuna düşmek demek ama Türkiye’de anne olmak demek her an kalbi ağzında yaşamak demek. Biz bu memleketin tüm evlatları için gün be gün içten içe eridik. Yorulduk artık ama çok şey haketsek de hiçbir şey talep etmedik. Yine de kitap aralarında kurutulmuş güller gibi unutulup gitmek istemedik. Bugün anneler günü... Farkedin bizi... Sıkıntılarımızı, isteklerimizi, hayallerimizi, üzüntülerimizi, heyecanlarımızı, yürek yaralarımızı görün, dönüp bir bakın derinlerimize... Yarın önünüze dönüp, boşverip gitmemecesine...

Anne olmak demek;

- Hiç bitmeyecek bir endişe hali...İlk kalp atışı duyulduğu andan , anne kalbinin son vuruşuna kadar her an endişe kuytularında yanmak demek.

- Sadece kendi çocuğun için değil, tüm evlatları yüreğine basmak demek.

- Memlekette yaşanan her olaydan, atılan her adımdan sonra, gelecekte çocukların yaşamının nasıl etkilendiğini sürekli hesap edip, için için erimek demek.

- Gün içinde binlerce veriyi işleyip, beynini lime lime edecek kadar çok ince detayla uğraşmak demek.

- Anlaşılamamak demek.

- Anlamamakla suçlanmak demek.

- Sınırsız ve eşitsiz sevmek demek.

- Gönüllü köle olmak demek.

- Karşılıksız sevip, sonra bir sevgi kırıntısı için delirmek demek.

- Çok yorulmak ama hiç durmamak demek.

- Çok üzülüp çok mutlu olmak demek.

- Sürekli atıp tutmak, asla yerine getirilmeyecekler tehditler savurmak demek.

- Asla gerçekleşmesi istenmeyen şeyleri haykıra haykıra dilemek, içinden sürekli “tövbe tövbe” demek.

- Dinmeyen bir vicdan azabı ile yaşamak demek.

- Sürekli kendini suçlamak demek.

- Sürekli atıp tutmak, sonra tükürdüğünü yalamak demek.

- Kendini doldurup doldurup, sonra duvarlarla dostluk kurmak demek.

- Bir daha asla deliksiz bir uyku uyumamak demek.

- Hep korkmak demek.

- Sürekli senaryolar üretip, rüyalarda Hollywood sinemasına taş çıkartmak demek.

- Kendinden başka kimsenin kaale almadığı komplo teorileri uzmanı olmak demek.

- Kendin söyleyip kendin dinlemek ama yine de susmamak demek.

- Asla pes etmemek demek.

- Kapıdan kovsalar, söz konusu evlatsa Noel Baba olmaya razı gelmek demek.

- Sıkışınca Nasreddin Hoca latifelerinden medet ummak demek.

- Bir an dünyanın en başarısızı sonra ise süper kahraman gibi hissetmek demek.

- Bir gün değerinin anlaşılacağı umudunu hiç kaybetmemek demek.

- Görüp de görmemiş gibi yapmak demek.

- Görmediğini, görmüş gibi anlatmak demek.

- Kafası hep karışık olmak, kararlarından emin olmamak, hep bir pişmanlık arafında hareket etmek demek.

- Ne yedireceğini ne giydireceğini şaşırmak demek.

- Vazoya bardak, saksıya tuzluk diyecek hale gelene kadar zihnini düşüncelere boğmak demek.

- Her şeye yetişmeye çalışıp, hiçbir şeye yetişememekten şikayetçi olmak demek.

- Tüm yukarıda saydıklarımı 24 saate sığdırıp, sadece 1 dakikalık bir gülümseyişten sonra unutuşa geçip, ertesi gün için anında sıfırlanmak demek.

- Her gün yine, yeniden aynı maddeleri tekrar ve tekrar yaşamak demek.

Yazının devamı...

Seçim sürecinde bir vatandaş olarak isteklerim

Pek bir hareketli günler geçiriyoruz ve belli ki önümüzdeki günler hararet epey yükselecek. Tabii ki önümüzdeki erken seçimlerden bahsediyorum. Uzun zaman sonra, ilk defa siyasi tarihimizde alışık olduğumuz eğlenceli politik figürler yeniden sahneye çıktı. Ne yalan söyleyeyim özlemişim. En büyük dileğim skandalsız, adil ve dürüst bir seçim süreciyle memlekete hayırlı bir sonuç çıkması. Ne kadar çok aday olursa o kadar iyi bana göre... Bolluk iyidir. Herkes şapkasını önüne koyar, artı-eksi muhakemesini yapar ve kendine göre doğru bulduğu birini seçer. Bu arada siyasi atışmalar, laf atmalar derken bizler de biraz neşeli günler geçirir, memleketin üzerine uzun zamandır sinen kasvet bulutlarını biraz dağıtırız umarım. Dolar dayanmış 4,5 TL sınırına, ekonomik durum dibi boylamış, ya ayağımızı vurup çıkarız suyun yüzüne ya batan gemiyle boğuluruz hep birlikte... O arada bari gülelim biraz, hiç işe yaramasa da en azından son bir kere gülmüş oluruz. Son gülen nasıl gülermiş,

Erken seçimin baş mağdurları

Gençler... Kimsenin bu konuya değindiği yok ama başta 18-20 yaş grubu gençlik her zamanki gibi yangında ilk heder edilen oldu gene. Belki üniversiteye gitmemişlere ya da üzerinden yıllar geçtiği için unutmuşlara basit bir konu gibi gelse de gençlik ciddi bir travma içinde son günlerde. Öğrenciler şu ana kadarki yaşamlarının en önemli dönemecine girerlerken önlerine bariyer çıktı birden; hızla frene basanlar, yoldan çıkanlar, toz duman ortalık şu an. Bir senedir belli olan üniversite sınav tarihinin yerine seçim tarihinin konulmasından söz ediyorum. Açıkçası günler torbaya mı girmişti de koca sene içinde aynı güne getirildi seçim tarihi, anlayan beri gelsin! Oldu olan yapacak bir şey yok ama gençlerin de sinir sistemi laçka oldu bu arada. Şu ara, 18-20 yaş aralığındakilere sakın bulaşmayın derim! Ha “aman ne var bunda alt tarafı bir hafta sonra girecekler sınava” diyenler varsa, gençler adına hepinize burdan selam etmeyi bir borç bilirim ve eklemek isterim; ya hiç üniversiteye gitmemişsiniz ya da çok yaşlısınız, seçim sizin!

Oteller... “Hoppala otellerle ne alakası var mı dediniz? Hemen izah edeyim, öğrenciler hemen üniversite sınavı sonrası yaparlar mezuniyet balolarını. Haliyle bu seneki sınav takvimine göre altı ay evvelden otellerin balo salonlarıyla ya da çeşitli mekanlarla anlaşmalar yapıldı. Gelin görün ki seçim sandığı evdeki hesaba uymadı. Sınav bir hafta ötelenince, balolarda tam sınav haftasının öncesine takılı kaldı. Eh hangi öğrenci tam kabusa dönmüş sınav haftasında giyinip, süslenip, halay çekmek ister ki! Üstelik yorulsalar, terleyip hastalansalar sınav da riske girecek, bir de bu stres var. Eh tam nişanların düğünlerin başladığı dönem oteller de tarihleri değiştiremiyor. Sınav stresi yetmezmiş gibi, mezuniyetler de gençlerin boğazına diziliyor.

Siyasiler şunları lütfen yapmayın

O doğa düşmanı flamalarınızla sokakları çöp yığınına çevirmeyin.

Seçim araçlarınızın çatlak hoparlörlü sesini sonuna kadar açıp kulaklarımızı telef etmeyin.

Halka ulaşmak adı altında trafiği kapatıp sinirimizi germeyin.

Kavga, gürültü etmeyin. Sokaklarda gırtlak gırtlağa gelmeyin, birbirinizin seçim masasına saldırıp ortamı rezil etmeyin.

Büyük şehirlerde tam iş ve okul çıkış saatleri seçim otobüslerinizle arz-ı endam etmeyin!

Yazının devamı...

Lütfen okuyun ve paylaşın, artık yeter!

Uzaktan bakınca dizi dünyası, oyuncular, çekimler ne kadar renkli ve keyifli görünüyor deği mi! Hele hele yeni demlenmiş bir bardak çayın sıcağında koltuğa yayılıp şöyle izlemek gibisi var mı? Aman yani bir de setlerdeki çekim düzeninden filan şikayet edenler var değil mi! Aman canım, bulmuş da bunuyorlar, her gün herkes işe gidip gelirken ne kadar yoruluyor, dizi işindekilerin bir elleri yağda bir elleri balda, mis gibi karavanlarda, ellerinde şampanya, paralar çuvalla, umurlarında mı dünya... Öyle... Değil mi? Değil işte! Öyle olsa,benim gibi azıcık belini doğrultanlar, koşar adım uzaklaşmazlar bu yan keyfim gel dünyadan... Şimdi bu söylediğim ne kadar ukalaca geliyor değil mi! Oysa yıllardır bu kadar uzun set saatlerinde çalışamayacağımı söylediğimde, “ne istiyorsun yani ” diye anlamaz gözlerle bana bakanlara cevabım çok basit oldu hep: Yaşamak istiyorum. Sadece yaşamak.Tek bir ömrümüz var ve ben de bana bahşedilmiş hayatımı tüketmek değil yaşamak istedim. Bir arkadaşımla kahve içebilmek, akşamları ailemle yemek yemek, çocuğumun büyüdüğünü görebilmek... En önemlisi sağlığımı daha fazla kaybetmeden ayakta kalabilmek... Çok şey mi? Türkiye’de dizi çekiyorsanız nerdeyse imkansız! Bakın birkaç gün önce yaşananlar bunun yeni bir kanıtı!

Yaralanan oyuncu

1 mayıs günü , hem de işçi haklarını en çok hatırladığımız gün, TRT için çekilen “Bir Hadis Bir Film” setindeki çocuk oyuncu yanarak ağır yaralandı. Figürasyon için gelen bir oyuncu da hafif yaralı olarak kazayı atlattı. Eğer iş güvenliği şartları yerinde olsaydı, yangın gibi tehlike arz eden sahneler için ambülans bulundurulmuş olsaydı, çocuğun durumu bu kadar vahim olmayacaktı. Oyuncu Sendikası yıllardır özellikle çocuk oyuncu çalıştırma şartları üzerine mücadele veriyor. Yetişkin set çalışanları dahi dayanamazken, çocuklar dizi çekimlerinde ne hale geliyor, varın siz hesap edin! Üstelik kendi kararları değil bu çocukların! Aileler adeta birbiriyle yarışıyor çocuklarını oyuncu yapabilmek için. Bir sürü üçkağıtçı ajans türedi ve umut tacirliği ile yalandan para alıyorlar oyunculuk hayalindekilerden. Oysa çocuk oyuncuların büyük çoğunluğunun ne okul hayatı kalıyor, ne beslenme ne de uyku düzeni... Oysa dizi programı, çocukların yaşam düzenine uygun ayarlanmalı. Ama bu kadar uzun dizileri çekmek zorunda olan yapımcıların başta çocuk, tüm set çalışanlarına insani bir çalışma programı sunabilmeleri de hemen hemen imkansız. Mesele yumurta- tavuk hikayesine döndü! Kanallar uzun dizi istiyor, yapımcılar da yetiştirmek için dayanılmaz iş gücüyle insanları çalıştırıyor. Kimse suçlu değil gibi görünse de aslında kimse masum değil, balık baştan kokuyor! Yine 1 Mayıs günü sette iş kazası sonucu yaşamını yitiren Selin Erdem’in ardından 6 yıl geçti! İş Kanunu’nun gerekliliği olan sette çalışma standartlarının düzeltilmesini o gün bugün konuşuyoruz ama bugün hala benzer ihmallerden dolayı bir çocuk yüzde 48 yanık ve akciğer hasarı ile hastanede yatıyor! Ha böyle şeyler gariban takımın başına gelir filan sanılmamalı, Hülya Avşar’ın, karnında patlattıkları hatalı fünye ve ambulans bulundurulmaması sebebiyle, ölümüne sebep veriliyordu az daha, bunu kimse unutmamalı. Bu durum, sektörümüzün onulmaz yarası!

- En çok star oyunculara iş düşüyor! Ne yazık ki konuşmaya gelince herkes konuşuyor ama çok az oyuncu elini taşın altına koyuyor. Setlerdeki insani standartlara uygun çalışma koşulları konusunda önce star oyuncular tavrını koymalı. Tüm set çalışanları için şartlar iyileştirilmedikçe dizi kabul etmemeliler! Ama nerde! 10 yıldır konuşuyoruz ama dediğinin arkasında duran insan sayısı iki elin parmakları kadar. “Tamam” diyenler, hoşlarına giden proje ve düzgün bütçe buldukları an imzayı basıyorlar. Eğer tüm oyuncular 10 sene evvel birlik olmuş olsaydı bugün çoktan dizi saatleri normale inerdi. Ama 5-10 kişinin tavrı yetmiyor. BERNA “hayır” diyorsa hemen yerine “x” kişi konabiliyor. Oysa birlikten güç doğar, hep birlikte itiraz edilerek ancak haklar alınabilir. Gelin görün ki herkes sadece günü kurtarmayı ve kendini düşünüyor. Oyuncular, kendi haklarını koruyan sendikanın kurallarını dikkate almıyor.

- Yapımcılar için de benzer durum geçerli. 120 dakika dizi yapmayı kabul etmeyen yapımcının yerine kanallar işi hemen kabul edene veriyor, “Ekmek parası ne yapayım” diyen yapımcı da kanallar ne isterse onu yapayım derken ipin ucu kaçıyor. Oysa yapımcılar birlik olsa, kimse zinciri kırmadan el ele net tavır koysa dizi saatleri dünya standartlarına iner. Hem yapım kalitesi hem de çalışanların yaşam kalitesi artar.

- Kanallar ise artık bu durumun vehametini görmeli ve insanlık namına aralarında anlaşarak dizi saatlerini makul süreye indirmeli. Sonuçta herkes kazanacak, kalite arttıkça dünyadaki pazarımız artacak. Reyting yarışı uğruna bu kadar usulsüzlüğe izin verilmemeli.

Yazının devamı...

Perilerin masal diyarı gerçekmiş meğer

Hani Bella, Sindirella, Aurora ve onların büyüleyici şatolarla bezeli masal diyarı var ya... İşte onlar gerçek, çünkü oradaydım.

Bella, Sindirella, Aurora ve onların büyüleyici şatolarla bezeli masal diyarı var ya... İşte onu diyorum size; gerçekten var! Evet evet çok eminim çünkü geçtiğimiz hafta oradaydım. Şu kadarını söyleyeyim, döndüm ama ruhum Villandry Şatosu’nun Disney’in animasyonlarında gördüğümüzden bin kat daha güzel bahçesinde, kalp şeklinde düzenlenmiş çiçeklerin arasında dolaşıyor. Süs Bahçesi, Su Bahçesi, Şifalı Bitkile Bahçesi derken hayallerimde çoktan 10 bin adımı geçiyorum. Bundan böyle zihnimde gizli bir bölmeyi Loire Vadisi’ne ayırdım; ne zaman sıkılsam, bunalsam, gözlerimi kapayıp bu masallardan güzel diyarda hayallere dalacağım. Nehrin kenarındaki kiraz ağaçlarına sarılıp, köprülerin üzerinden uçacağım ...

Sevgili Saffet Emre Tonguç, anlata anlata bitiremez, Brezilya’yı da birlikte gezdiğimiz Sıradışı Kıtalar ile düzenlediği şık, asil ve masalsı Loire vadisi ve şatoları turunu... Eh Türkiye’nin en çok ülke görmüş rehberi yanılıyor olamazdı kuşkusuz ama yine de bu kadar büyüleneceğimi ummamıştım. Şu an size gezdiğim coğrafyayı anlatmaya çalışırken farkediyorum ki bu güzelliği tarife kelimelerim yetmiyor. Birine iyi dilekte bulunmak istiyorsanız “Loire Vadisi’ne git inşallah” diyebilirsiniz rahatlıkla. Darısı başınıza...

Loire Vadisi : Fransa’nın en uzun nehri Loire’ın hayat verdiği vadi, rönesansın ihtişamını yaşıyor. Elbette bu güzel coğrafyaya talip çok çıkmış tarihte ve çok savaşlar yaşanmış. 2000 yılından beri Unesco koruması altındaki bölge, anın tadını çıkarırcasına büyük bir sükunetle akan Loire nehri gibi huzurlu ve sakin yaşıyor şimdi.Verimli topraklarda, envai renkteki çiçekleriyle, bir zamanlar yaşanan ve film senaryolarına dudak uçuklatacak çılgınlıktaki skandallara şahitlik yapmış şatolarıyla, aydınlanma çağını başlatan sanatçılarıyla, Fransızca’nın en iyi konuşulduğu kabul edilen bu bölge, şıklık ve zarafetin Dünya Başkenti belki de...Leonardo da Vinci’nin yaşamak için burayı seçmesine ve dünyaya veda ederken son nefesini bu güzellikler içinde vermek istemesine şaşmamak gerek.

Blois Şatosu: 50 bin nüfuslu bu yerleşim yeri, eski çağları anlatan film dekoru gibi. 1700’lerden kalma Jacques-Gabriel Köprüsü ve Blois muhteşem bir fotoğraf karesi oluşturuyor. Blois Şatosu bir Kraliyet Sarayı ama Fransızlar Şato demeyi seçmiş. Devrim sırasında çok zarar görmüş ama uzun zaman Fransa’nın yönetim merkeziymiş. Her gelen kral şatoyu biraz daha genişletmiş ve bugünkü halini almış. Şimdi, sergilere, konserlere ev sahipliği yapan bir merkeze dönüşmüş.

Amboise Şatosu: Biz hemen şatonun yanında , nehrin kenarında tarihi bir yapı ve nefis bir bahçeye sahip Le Choiseul otelde kaldık. La Cave de bu bölgedeki eski mağaradan dönüştürülmüş çok hoş atmosferli bir restoran. Nehir boyu kiraz ağaçları ve köprünün üzerinden yürürken karşınızda duran şatonun görüntüsü baş döndürücü Şatonun karşısındaki tarihi pastane Bigot’a mutlaka uğrayın. Amboise Bölgesi, Paris’ten önce kralların gözdesiymiş. Şatonun balo salonlarının köşelerindeki büyük kulaklı insan yüzleri, davetlilere “yerin kulağı var” uyarısı içinmiş. Leonardo Da Vinci, ömrünün son yıllarını bu bölgede geçirmiş, mezarı da Ambois’de. Şatoda sergilenen bir resimde ölüm döşeğindeki sanatçının başucunda ona sarılan kral tablosu da yer alıyor.

Villandry Şatosu: Muhteşem ötesi... 3 farklı seviyede kat kat bahçeleri. Şöyle söyleyeyim, bahçenin etrafında bir tur atsa insan 10 bin adımı çoktan geçer! Hele aşk bahçesinin köşelerine yerleştirilmiş kalpler... Kesinlikle Bahçeleri en muhteşem şato Villandry. Şato’nın 18. Yüzyıldaki sahibi kont Castallane Osmanlı İmparatorluğu’nda elçilik yaptığı için şatoda tarihimizden epey iz taşıyan eser var, hatta bir oda tamamen Osmanlı’ya ayrılmış, divan-ı Hümayun’dan bir sahne bile anlatılmış. İngiltere-Fransa arasındaki, İngiltere’nin yenildiğini kabul eden anlaşmayı bizdeki tanınan ismiyle Aslan yürekli Rişar (Richard) bu şatoda imzalamış. 1906 yılında İspanyol koleksiyoner Carvallo satın almış,şu anda torunları yaşıyor burada.

Chenonceau Şatosu: Şönonso Şatosu olarak söylediğimiz bu Saray en büyüleyici olanı. Tam masal şatosu. Tarihi de aşk skandallarıyla dolu. Soylu bir aileden gelen Diane önce Kral 1. François ile evlenmiş. Kralın oğlu Henry’yi de kuzeni ile evlendirmiş. Ama kral ölünce kendinden 20 yaş küçük Henry’nin sevgilisi olmuş ve şato Diane’e hediye verilmiş. Henry’de ölünce, kralın eşi ve Diane’nin kuzeni Catherine de Medici hem şatoyu geri hem de Diane’ı sürdürerek intikamını almış. Bahçede burda yaşamış kişilerin balmumu heykelleri var.

Chambord Şatosu: En büyük Şato. İnsan gezerken yoruluyor, nasıl yaşamışlar zamanında hiç bilemedim. Da Vinci’ye “baba” diye hitap eden 1. Fransuva (François) burayı av köşkü olarak yaptırmış ama tamamlandığını görememiş. Fransız Devrimi sırasında yağmalanmış. Bir dönem savaşta yaralananlar için hastaneye dönüştürülmüş. 2. Dünya Savaşı sırasında ise Hitler’in zulmünden özellikle de Louvre’dan kaçırılan eserler burda saklanmış.Hatta Hitler Mona Lisa’yı bir süre ele geçirse de sonra kurtarılmış ve burada saklanmış.

Yazının devamı...

15 günde devri alem

Nisan ayı geldi mi kendimi dışarı attığım doğrudur ama bu defa leyleğin kuyruğuna dolanmış olmalıyım ki evin yolunu bulmakta zorlandım. Zaten artık arkadaşlarım ve sosyal medya takipçilerim leyleği havada görmenin benim durumumu izah edemeyeceğini, leyleği doğrudan evde beslediğimi söylemeye başladılar. Haksız da sayılmazlar.

Rusya-Fransa-İtalya-İspanya arasında mekik dokunduğum 15 gün boyunca hemen her gün başka bir şehirde hatta başka bir ülkede uyanmaktan Fransızlara “bonjur”, İspanyollara “Çav”, İtalyanlara “davay” demeye başladım. Zihnimde bir sürü farklı dil, insan, koku, bitki, şehir ve iklime dair izlerden oluşan bir resmî-i geçit var sanki. St. Petersburg- Fransa Loire bölgesi-Cenova- Fransa Cote d’Azur bölgesi- İspanya’nın Mallorca adası- Barcelona arasında geçen 15 günlük devr-i alemden gözüme takılanlar.

Gösterişçi Ruslar

Ruslar gerçekten inanılmaz sanata meraklı. Aynı gece şehirde birçok bale-opera-konser-tiyatro gösterisi olduğu halde, o dev salonlar tıklım tıklım doluyor hem de turistlerle filan değil yerli izleyicilerle. Bu kadar sanatla yoğrulmuş bir milletin pek de nazik ve zarif olmayışı beni biraz şaşırttı doğrusu.

Tabii ki herkesi aynı kefeye koymak yanlış ama kuş bakışı değerlendirmede özellikle Rus erkeklerini epey kaba bulduğumu söyleyebilirim. İşin daha garip gelen yanı, bu tablo güzelliğindeki şehirde yaşayanların, estetik anlayıştan da pek nasip almamış olmaları. Rüküş bir şekilde kadınlar dekolte, erkekler parayı gösterme derdinde ne hikmetse... Gerçek altından ayakkabı giyip kafeye giden, askeri bir arazi araç olan Hammer’ı limuzine uyarlayanlar gördü bu gözler. Kadınları ile ilgili anlatılan güzellik efsaneleri de fos size söyleyeyim. Saçını at kuyruğu yapıp eşofman giyse kimsenin dönüp bakmayacağı kadınlar akşamları öyle dekolte giyiniyor ki bizim ülkemiz erkeklerinin dilinden düşürmemesi için yeterli oluyor. 1 karış topuk ve 1 metre yırtmaç olduktan sonra içinden çıkan çarpık da olsa artık erkek bakışından sütun görünüyor. Trafiği berbat bu şehrin, öyle ki İstanbul’u mumla aradım. İşin garibi muhteşem bir metro ağları var ama lüks arabaları göstermek uğruna trafikte saatler geçirmek hoşlarına bile gidiyor galiba.

Fransız aristokrasisi

Ben tam da en aristokrat bölgesi olan Loire vadisi Şatolarını gezdim. Sanırım Fransızlar ile iletişi başlatmak için pin code var. “Bonjur” demezseniz ölseniz su veren çıkmıyor. Herhalde bir Fransız günde en az 500 kere “Bonjur” diyordur. Çok nazik bir davranış olduğu muhakkak ama her adımda selamlaşmak, alışmadık bünyede ağırlık yapıyor. Zarif oldukları kadar sıcak kanlı da olsalar keşke... Pratik davranış biçimleri de pek gelişkin olmadığından masadaki yerinizi değiştirseniz, elindeki kahveyi ne yapacağını şaşıran garsondan düzen bozmak suçundan bir araba laf işitebilirsiniz. Zarafetleri, tarzları, şıklıkları ve kurallara saygılı oluşları, biraz da kendilerini beğenen halleri karşısında rahat hissetmek çok kolay olmasa da her daim düzgün ve mesafeli duruşlarıyla insanı güvende hissettiriyorlar. Kuyruğa kaynak yapmak, korna çalmak, üç kağıda yatmak yok adamların lügatında... Bize bayağı uzak anlayıştılar kısaca...

İtalyanlar ideal kıvamdalar

Yazının devamı...

Rusya’nın batıya açılan penceresi

200 yıl boyunca Çarlık Rusyası’na başkentlik yapmış kuzeyin kültür başkenti St. Petersburg’a gidip bu müzelere uğramamak büyük bir hata olur..

Ermitaj Müzesi: Adı bile Fransızca inziva anlamından geliyor. Kışlık dinlenme sarayı şu anda dünyanın en muhteşem müzelerinden. St. Petersburg’u 36 yıl idare eden ve bu şehre sanatı katan Çariçe Katerina, dünyanın en muhteşem eserlerini satın almış imparatorluğuna. Vatikan ve Louvre’u iç içe getirip biraz da Orsay ve Uffizi katın, işte size Ermitaj Müzesi. Eserler bir yana yapının kendi de muhteşem. İçinde da Vinci’nin 12 tablosundan 2’sinin yanı sıra, Monet, Cezanne, Picasso , Renoir, Matisse, Vangogh eserleri de bulunuyor. Gezmek için günler gerek. Çariçe Katerina Vatikan’daki tüm Rafael koleksiyonunu almakta ısrar etmiş. Vatikan vermeyince ipler gerilmiş. Son çare olarak, St. Petersburglu ressamların yıllarca Vatikan’daki tüm Rafael resimlerini kopyalamasına izin verilmiş. Şu anda Ermitaj içinde kocaman bir Rafael katı var. Lapis ve Malakit dev masa ve vazolar, eşyalar, her parça çok etkileyici.

- Nevsky Prospekt: St. Petersburg’un Şanzelize’si. Her şey bu caddede. Sıçramış Kanlar Kilisesi’nin fantastik mimarisini burdan görebilirsiniz. Kazan Katedrali’ne bakan, üst katından adeta bu dev yapıyı kucaklayan 117 yıllık Singer Binası bugün kitapçı ve kafe, muhakkak uğrayın. Cadde üzerinde devrim zamanı ilk yağmalanan bina Pektopah Nevski bugün şahane bir pastahane, şarküteri, kafe konsepti olarak hizmet veren bir mekana dönüşmüş. Görülmesi hatta vakit ayırıp binanın içindeki ağaçtan sarkan kristal avizeler altında çay-kahve içilmesi gereken bir mekan.

- Dostoyevski Ev Müzesi: Suç ve Ceza’yı St. Petersburg’da yazmış Dostoyevski. Evini bugün müzeye çevirmişler. Şemsiyesi, şapkası karşılıyor sizi kapıda. El yazısı notları, sofrası, çalışma masası... Aynı havayı solumak, çıkınca Raskalnikov’un yürüdüğü sokaklarda yürümek, tarihte yolculuk etmek...

- Puşkin Evi ve Puşkin Kafe: Puşkin soylu kesime mensup biri olduğu için evi da doğal olarak Dostoyevski’nin en refah içindeki zamanlarıyla bile kıyaslanamayacak ölçüde zengin ama Puşkin her dem muhalif sanatçı olmuş, Çar’ın değil halkın yanında yer almış. Çarlar hapse atarak değil, yanlarında tutmaya çalışarak, kendilerini sevdirmeye çalışarak dizginlemeye çalışmışlar Puşkin’in. Ruslara şiiri sevdiren hatta Rus Edebiyatı’nın kurucusu kabul edilen bu adam, sevgilisi uğruna düello ederek genç yaşta canından olmuş. Düelloya gitmeden önce sıklıkla gittiği kafeye gitmiş oturmuş. İşte o mekan, bugün hala Puşkin Kafe olarak hizmet veriyor. Tavsiyem üst kata çıkın.

- Aman dikkat! Öyle bir trafik var ki şehir içinde İstanbul trafiği solda sıfır kalır. Ne Paris, ne Londra, ben böyle trafik görmedim. Üstelik henüz en turistik dönemi değil. Mutlaka şehir merkezinde kalıp, yürüyerek her yere gidip gelmeye çalışın. Metro kullanın ki dünyanın en iyi metro ağlarından birine sahip şehir. Suyun altından 42 ada metro ile birbirine bağlanıyor. Gelin görün ki sonradan görme Ruslar, lüks arabalarını göstermek için trafiğe aldırmaksızın yollara dökülüyorlar. Askeri araç Hammer’ı şehir içinde kullanma görgüsüzlüğünü ülkemde de gördüm de Hammer Limuzin ilk defa Ruslar’da gördüm. Eh gerçek altından kösele ayakkabı giyenlerin arabası da göz-nizam dışı olmalı!

Konser salonları stadyumdan farksız

- Dev tarihi salonlarındaki tiyatro, bale, opera salonları hınca hınç dolu, üstelik turistlerle filan değil Ruslarla. St. Petersburg’da Tiyatro ve konser salonlarının önü, stadyum gibi... Sinemaya, maça filan gider gibi opera baleye gidiyor halk. Tabii kılık olarak son derece özenli olarak.

Yazının devamı...

Kültür ve sanatın başkenti St. Petersburg

St. Petersburg için rahatlıkla kuzeyin kültür başkenti demek mümkün. Ben de sanatla buluşmaya, sanata doymaya, gözümü, kulağımı ve ruhumu beslemeye gittim.

Masallardaki büyüler gerçek mi yoksa... Kurbağayı öpünce prense, kuğuyu sevince prensese döndüren o büyü, bataklığı muhteşem bir şehre dönüştürmüş olmalı. St. Petersburg çamurdan sihirle doğmuş olmalı. “Nisan” benim için seyahat ayı. Dünyanın çoğu yeri Nisan’da büyüleyici olur. Doğa uyanır, güneş puslu havayı dağıtır ve her şehre münhasır esrik bir koku yayılır. Tam da bu sebeplerden dolayı, yeni bir şehri tanımanın Nisan-Mayıs ayı, tam zamanıdır.

Bu hafta dört günümü St. Petersburg’da geçirdim. Siz bu satırları okurken, ben çoktan bambaşka bir coğrafyada başka başka diyarları keşfe çıkmış olacağım. Nisan ayı hüküm sürerken, gücüm yettiği kadar tadını çıkaracağım. Aslına bakarsanız, St. Petersburg seyahati için en çok tercih edilen tarih, havanın hemen hiç kararmadığı “Beyaz Geceler” zamanıdır ki o da Haziran- Temmuz aylarıdır. Açılır kapanır köprüler faaliyete geçer, havai fişek gösterileri, festivaller tüm şehri süsler. Bir dahaki sefere o dönem gitmek niyetindeyim ama eminim ki Nisan büyüsü olmayacak havada. Her şeyden evvel turist istilasının karmaşası bu şehrin müziğini bastıracak. Hiç gece olmadan yaşamayı deneyimlenmek adına ilginç olacak mutlaka ama biraz da sinir bozucu bir durum galiba. Bu arada İstanbul’a dönünce üşüdüğümü, orada şahane bir ilkbahar yaşadığımı da belirtmeliyim. Neyse döneyim St. Petersburg ile sanat dolu randevuma.

St. Petersburg için rahatlıkla kuzeyin kültür başkenti demek mümkün. Ben de sanatla buluşmaya, sanata doymaya, gözümü, kulağımı, ruhumu beslemeye gittim. İçinden Dostoyevski, Puşkin, Çaykovski, da Vinci, Picasso gibi yüzlerce sanatçının izi bulunan bu şehirde, baleden resme, operadan edebiyata sanatla dolup geldim. Sanat ve seyahat severlere bir de müjde vereyim artık sanatla randevu gezileri düzenleniyor. Sacred 7’ın Yonca Ebüzziya gibi Serra Yılmaz gibi sanatla yoğrulmuş insanların önderliğiyle düzenlediği bu gezilerde şehirler, o şehre yön veren sanatın izinden keşfediliyor. Benim de katıldığım St. Petersburg gezisi sevgili Yonca Ebüzziya’nın seçtiği Mikhailovski Tiyatrosu’nda Kuğu Gölü Balesi, Mariinski Tiyatrosu’nda Verdi’nin Maskeli Balo Operası, Hermitage Müzesi gibi sanat mabedi gezileri eşliğinde böyle bir sanatla randevu idi işte. O muhteşem opera-bale binalarında bulunmak bile bir keyifti. Ülkemizde günden güne soluklaşan pek çok sanat dalının güçlü sesini duymak ise güzel umutlar yeşertti içimde.

Tarihin tüyler ürpertici hikayeleri

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.