Şampiy10
Magazin
Gündem

Bayram tatilinde uzak durulması gereken yerler

Bodrum

Kesinlikle liste başı olmayı hak ediyor. Eğer yazın göbeğinde uzun bir resmi tatil varsa Bodrum’dan uzak durun çünkü tahammül fersah bir kalabalık garantidir. Ben yazları Bodrum’da yaşadığım halde genellikle bayramlarda burdan kaçarım. Yıllar önce yine böyle yaz dönemine denk gelen uzun bir bayram tatilinde en büyük marketlerde bisküvi bile kalmadığını gördüm ben, işte o gün bugündür de bayram tatili dedin mi Bodrum’dan koşarak kaçarım. Bırakın lokantalarda filan yer bulmayı, bakkalda ekmek bulana yanında madalya veriyorlar bayramlarda Bodrum’da. Ha çok önceden yerinizi ayırttınız diye şu anda rahat rahat gülümseyenlerdenseniz size de bir sözüm var, ne demişler, “son gülen iyi güler”, bayram boyu hesapları gördükten sonra da dilerim tebessümünüz hiç solmaz. Malum porsiyonlar küçülürken rakamlar büyür Bodrum bayramlarında... Ha bu arada son bir şey daha, trafik de bildiğiniz büyükşehir tadında olur, hele ki şu anda bile yoğunluk olduğuna bakılırsa bu sene uzun kuyruklarda kontak kapamak garanti gibi görünüyor. Bu bayram maalesef ben de kaçamıyorum farklı bir yere. Eve gıda ikmalimi yapıp, hiçbir yere çıkmadan bayramı geçirmeyi planlıyorum, Bodrum ölçeğinde “sakince”... Ha artık planı yaptık, ille de geliyoruz diyorsanız, benden tavsiye konakladığınız yerden çok uzaklaşmadan, tanımadığınız mekanlara gitmeye kalkmadan, fiyatını sormadan lahmacun bile ısmarlamadan, eğer gölgelik bir alan bulursanız geceleri de bırakmamak pahasına yerinizi kaptırmadan, kısaca kontrolü elden bırakmadan takılın.

Yunanistan kıyıları

Gerçi Euro’nun geldiği noktadan sonra feribota binip yarım saat uzağımızdaki bir adaya ya da sınırın hemen öte tarafındaki Dedeağaç’a bile gitmek öyle her babayiğitin harcı değil bu zamanda. Ama gene de söyleyeyim, Kos’tan Simi’ye, Aleksandrapoli’den Kavala’ya, Selanik’e, Halkidiki ya da Thassos’a kadar aklınıza gelen her yerde Bodrum’dakinden fazla T.C vatandaşı olur bayramlarda. Hani o kadar ki, yurt dışına gitmiş gibi gelmiyor insana. Yunan havasından ziyade Didim, Çandarlı havasında oluyor komşu kıyıları. Ah bir de gümrük kuyruğu var ki sormayın gitsin!

Çeşme

Bakınız, Bodrum için yazdıklarım...Fazlasıyla geçerli çünkü üstüne üstlük Çeşme küçük bir sayfiye. Bayramda, Alaçatı’da bir yürüyüş turu atmaya kalksanız iki adım arası 5 dakika bekleme molası vermek zorunda kalırsınız; yaya trafiği bildiğiniz iş çıkış saatleri İstanbul trafiği.

Mavi yolculuk

Tekneler birbirine teğet dizilir, biri öksürse, yandaki teknedekiler suyu daha çabuk yetiştirir, öyle diyeyim! Zaten şöyle güzel bir koyda demir atacak sota bir yer bulmak nerdeyse imkansız. Olur da şans yaver gider, şöyle ip saracak bir kaya bulunursa da terkedip yeni bir koya gitmeye kalkışmak büyük cesaret... Mavi yolculuk değil, mavi konaklama olur bu tatil... Hadi ona da razı gelindi diyelim, bu sefer de korunaklı koyda her gün onca tekneden çıkan klima suyu, bulaşık suyu derken o canım deniz oluyor kendisi bir bulanık bulaşık suyu... Kısaca, ne mavisi kalır bayramlarda turun, ne yolculuğu ...

Avrupa-Amerika ve tabii ki Londra

“Hoppala Bernaaaa bu da nerden çıktı şimdi” diyorsanız ya deli zenginsiniz ya da gerçekten zır deli... Bir küçük şişe suyun market satış fiyatı 10 lirayı geçti şu ara, bir hatırlatayım dedim. Bu bayramda gitmeye kalkarsanız yurt dışına , tek yararı matematiğinize olacaktır, ne olsa tatil boyu her lokmanızı, attığınız her adımı bizim paraya göre hesap edip duracaksınız. İyice siniriniz bozulacak, her lokma boğazınızda hizaya geçip duracak. Onun için yapmayın, oraya buraya gitmeye kalkıp hep kendinizi, hem bizim gibi gidemeyenlerin nazarını yıpratmayın!

“Eh be BERNA yer bırakmadın” mı dediniz? Olur mu efendim, mesela varsa köyünüze gidin, sel tehlikesi altında olmayan yayla bulursanız oraya, epeydir ihmal ettiğiniz akrabalara, eş dost ahbapa, olmadı komşuya geçin. Yukardaki 5’liden uzak, sevdiklerinizle, keyifli anılar biriktirin. Hepinize şimdiden huzurlu bir bayram dilerim.

Yazının devamı...

Toplumsal hassasiyet ve gelişen alerjiler

Toplumsal hassasiyet”... Gittikçe daha sık duyuyoruz... Peki nedir bu “toplumsal hassasiyet” ve sınırları neler? Elbette ki yeni bir kavram değil, çocukluğumuzdan beri duyduğumuz ama toplum olarak aşmak şöyle dursun topluca besleyerek, nur topu gibi büyüttüğümüz bir kavram. Gelin birlikte düşünelim üzerine... “Hassasiyet” minimal bağlamda tutulduğunda, “duyarlılık” olarak ele alınabilir. Duyarlılık da kuşkusuz, incelik, zarafet, karşıdakini anlama ve ona saygı gösterme, duygularını paylaşma noktasında çok incelikli bir durum. “Toplumsal duyarlılık” ise, kişilerin yaşadığı dünya ve çevresindekilerle ilgili sorumluluk alma bilinci olarak tarif edilebilir. Bu da pozitif bir davranış biçimi geliştirmek için çabalamayı gerektirir. Misal olarak, doğaya, hayvanlara, çocuklara karşı “toplumsal duyarlılık” kavramının gelişmesi, bireyin bu konulara karşı olumlu, iyilik ve fayda içeren bir davranış bilinci geliştirmesi, ”toplumsal duyarlılık” örneğidir. Kuşkusuz ki bu her toplum için arzu edilen bir hassasiyettir. Daha iyi bir yaşam biçimi getirir.

Bizim günlük dilde duymaya alışık olduğumıuz haliyle “Toplumsal hassasiyet” ise, sınırları günden güne gelişirken seviyesi de artan, öfke, nefret, cezalandırma arzusu ile hareket eden bir histeri hali olarak karşımıza çıkıyor. Aşırı hassasiyetin yol açtığı bir travmatik davranış biçimi söz konusu olan. Hassasiyetin seviyesindeki yükselişi ise insan bünyesi ile benzer düşünmek gerek. Örneğin, vücudun herhangi bir besine duyarlılık göstermesi, nasıl ki bünyenin o içeriğe töleransının azalmış olması ile ilgili bir hastalık alamet-i ise, toplumsal hassasiyetin de tahammülsüzlük sınırında olması o noktada bir sıkıntının varlığına işaret eder. Toplum bilimcilerin de sıkça vurguladığı gibi, bir ülkede sürekli toplumsal hassasiyetlerden konuşulması, orda yerine oturmamış bir düzeninin ya da değişmekte olan sancılı bir sürecin yarattığı rahatsızlık hissinin dile ve kimi zaman eyleme dökülmüş halidir. Hassasiyet önce alınganlığa dönüşür. Her kesimin kendi siyasileri tarafından bir yönetim biçimi olarak kurcalandıkça hassasiyetin artan seviyesi, toplumsal bünyeyi, tıpkı bir insan bünyesinde olduğu gibi kaçınılmaz olarak hasta eder. Artık dokunulduğu an bağıran, kendi bile canı acıyıp acımadığını tartmaktan korkan, biraz da bu yüzden sürekli bağıran, muayenesi bile imkansızlaşan hastalar gibi, toplumlar da çığırtkanlaşır. Her ülke büyük travmalarını tedavi edene kadar benzer süreçlerden geçer. Bir ülkenin gelişmesi ise, ancak hassasiyet seviyesini düşürüp, tahammül seviyesini yükselttiğinde, kısaca tabularını büyük oranda aşmasıyla mümkün olur. Fikirleri ceza ile dize getirmeyi değil, tahammül ile dinlemeyi öğrenen nesiller ancak bir ülkeyi büyütebilirler.

Toplumsal saygı

Kısaca, toplumların bilinçaltına yerleşmiş tüm simgeler elbette incelikli bir toplumsal saygı taşıyan unsurlardır. Küfür, aşağılama, açıktan hakaret ve kaba saldırılardan muaf tutulmaları saygı icabıdır. Ama dokunulmayacak, hiç konuşulmayacak, cümle içinde kullanılmayacak, yasaklı sayılıp linç kültünü koruma olarak yanında taşıyacak kavramlar olarak kodlamak, hassasiyet değil toplumsal alerji oluştuğunun göstergesidir. Bir süre sonra herkesin birbirine alerji geliştiridiği, birinin diğerini yok ederek ayakta kalmaya çalıştığı, bölünmeye ve çöküşe mahkum bir süreç başlar.

Bu sebepledir ki a dostlar, nasıl ki birinin çiçeğe, ağaca, hayvana alerjisi var diye, suç doğanın değilse, alerjisi tahrik olmasın diye ağaçları, çiçekleri talan etmesi doğru değilse, nasıl ki alerjisi olan kişinin tedavi görmesi gerekli ise ve bunun da ancak “aşılama” ile yani bünyesini tahrik eden şeylerle yavaş yavaş temas edip, onlara alışması çözüm ise, toplumsal alerjilerin yok edilmesi için de demokratik ve özgür bir ortamda herkesin her fikri duymaya alışması gerekir. Toplumsal hassasiyetin de yakıp yıkma hakkı anlamına gelmediğini, doğaya, hayvanlara, çocuklara, yaşlılara, farklılara, engellilere, kısaca ihtiyacı olanlara karşı olumlu davranış biçimi geliştirmek demek olduğunu artık ülkece içimize sindirmeliyiz.

Yazının devamı...

Yeşile doyacağınız bir tatil rotası Karadeniz

Bayram tatili için tavsiyem Karadeniz’in tüm yeşilini barındıran Artvin ve çevresine gitmeniz. Ağustos sonu ve Eylül buraları gezmek için ideal.

Erken bir bayram yazısı size... Belki de Bayram için seyahat tavsiyesi demek daha doğru olur. Eğer hala plan yapmadıysanız, 9 gün olması öngörülen tatilinizi planlamak için 3 hafta var önünüzde. Kurban Bayramı sonrası 3 gün de yıllık izinden alıp 30 Ağustos ile birleştirip 2 haftalık bir tatil bile mümkün olabilir kimileri için... Yılın en güzel zamanı için size tavsiyem Karadeniz’in her yeşilini barındıran Artvin ve çevresi. Temmuz için yöre halkı “çürük ay” diyor, anlaşıldığı üzere yağışı bol dönem. Ağustos sonu ve Eylül , buraları gezmek için önerilen güzel zamanlar... Elbette değişen iklim şartlarını kestirmek pek kolay değil. Ayrıca nem oranının çok yüksel olduğunu ve bu sebeple Arhavi’deki 32 derecenin örneğin Bodrum’un 38 derecesinden daha bunaltıcı olduğunu da eklemeliyim. İnsan gidip deneyimleyince Karadeniz insanının yaylalara çıkma ihtiyacını daha iyi anlıyor. İşte, Ramazan Bayramı’nda sevgili dostlarımız Sabiha ve Aytaç’a konuk olduğumuz, onların rehberliğinde Tonton dahil ailece keşfedip, büyülendiğimiz Arhavi ve çevresinden derlediklerim...

Şehirler hayal kırıklığı doğa harika

Açıkçası Karadeniz Bölgesi şehirleri büyük hayal kırıklığı. Koca koca beton bloklar o muhteşem coğrafyaya hançer gibi saplanmış duruyorlar. Hes’ler ise maalesef derelerin bazılarını kurutmaya başlamış bile... Karadeniz insanı toprağı, suyu, yeşili için çok endişeli. Karadeniz, taş döşerken bile çok dikkat edilmesi gereken , Türkiye’nin elmas değerindeki bölgesi ... Geri dönülmez tahribatlarla bu güzelliğin elden gidilmesine izin verilmemeli. Ez cümle, seyahat için Karadeniz’e gittiğinizde şehirlerinde vakit kaybedip canınızı sıkmayın boşuna ve hemen köylere, tepelere, şelalelere, vadilere, ırmaklara, yaylalara vurun kendinizi... Yeşilin her tonunu katın ruhunuza, doya doya...

Mençune Şelalesi

Arhavi’nin “olmazsa olmaz”ı... Yaklaşık 158 kat çıkıyorsunuz. Ama sakın gözünüzde büyütmeyin ağaçların altında tatlı bir eğimle ilerliyorsunuz. 2400 metre rakıma ulaştığınız için akşam biraz başınız dönebilir. Ben hissetmedim ama bazılarından tekneden inmiş gibi bir his yaşadıklarını işittim. Şelalenin vadisindeki köprüye kurulu kocaman Atatürk’lü Bayrağımız insanın yüreğini hoplatıyor.

Yazının devamı...

Yaz gelemedi...

Havalar ısındı elbet ama kastım o değil, bir mevsimi sadece hava durumuna göre tasnif etmek büyük çaresizlik olurdu. Hele ki günümüzde yaşadığımız iklim karmaşasında... Sıcak ya da soğuk olmaktan öte mevsimlerin kendine has bir “havası” vardır oysa... Bahar ne kadar uçarıksa, kış o kadar içe dönüştür mesela... Yaz ise bambaşka... Rehavet, vurdumduymazlık, ehli keyiflik, boşvermişlik, dinginlik... Bir bakıyorum da kendime ve çevreme, hiçbiri yok henüz üzerimizde... Teslim edemiyor kimse kendini yaza, koyveremiyor akışa... Tutup da bırakmadığımız şeyler mani oluyor yazı yaşamamıza... Belki de tutup da bırakamadığımız, kendi elimiz aslında... Endişemiz, eriyip yok oluvermek güneşte bir anda...

Bir Bodrum bir Çeşme gidip geliyorum şu ara... Tamam tatilciler vesaire bir kalabalık var ortada ama sanki sezon açılmamış da bayram tatili için vakitsiz gelen bir kalabalık asılı duruyor havada. Çoktan yazlık evlerindeki yaşama geçmesi gerekenlerin bir ayağı şehirlerde kalmış, Temmuz sallanmış da yazın gelişi Ağustos’a terkedilmiş gibi... Bir Araf duygusu kıyılarda... Bir yarım kalınmışlık, bir başlamamışlık, kaygan zemini kavrayamamışlık...

Gündem de bırakmıyor kimsenin peşini... Hararet o kadar yüksek ki, tenimiz Güneş’i hissetmiyor belki de... Yaz gelemedi vesselam... Bir sakinleşip hafifleyemezsek de gelemeyecek. Yurt dışında bazı lokantalar, teknolojik aletleri bir kutuya bırakıp, yemek bitene kadar almazsanız yüzde 25 indirim uygulamaya başladı. Yakında tatil kavramına da girecek bu durum. Hatta, nereye gittiğiniz değil, dünya ile bağınızı ne kadar kopardığınız olacak tatilin tanımı. “Tebdil-i mekanda ferahlık vardır” demiş atalarımız ama yanımızda tabletleri, akıllı telefonları taşıdıkça, yaşadığımız huzursuzluklar nereye gidersek gidelim bizimle geliyor aslında... Kısacası, yaz gelsin istiyorsak, biraz “bana ne”cilik, biraz “adam sende”cilik gerek hepimize, hele konu tatilse kendi adını bile unutmak gerek bence...

İşte yaz güneşini gölgede bırakan gündem hararetinden notlar

Yazının devamı...

3 milyondan fazla genç için heyecanlı günler

Yarın liselere kayıtlar başlıyor.

- Eski adı ile TEOG yeni adı ile LGS sonuçları ve yerleştirme kılavuzu geçtiğimiz hafta açıkladı. Şu anda Lozan okulları diye bilinen, yabancı dilde eğitim veren ve puan ile alan tarihi özel okullara ön kayıtlar başladı.

- Yarın itibari ile kesin kayıtlar başlıyor ve puan sırasına göre asilden yedeğe inilerek 11 Temmuz’a kadar öğrenci alımı devam ediyor. 6 Temmuz sonrası işlemler serbest kayıt usulüyle gerçekleşiyor.

- Bu arada yarın tercih ile devlet okullarına yerleşecek öğrencilerin süreci başlıyor. Devlet liselerinin yüzdelik dilim ve tercih kılavuzu yarın açıklanacak, 13 Temmuz’a kadar tercihler tamamlanacak. E-okul üzerinden veya orta okul müdürlüklerinden tercihler yapılabiliyor. Ama muhakkak, yapılan tercihleri okul müdürlüklerine giderek onaylatmak ve imzalı bir çıktısını almak gerekiyor. Dikkat!

Veliler dikkat etmeli!

- Özel okullar kaydı ile Anadolu Lisesi tercih dönemi çakışıyor. Özel okula kayıt yaptıran, devlet için tercih yapamadığından, devlet lisesi tercihi yapmak isteyenlerin, varsa özel okuldaki kayıtlarını çekmeleri gerekiyor.

- Özel okul kayıtlarını çok iyi takip etmek gerekiyor. Her okulun internet sitesinde kayıt presedürü yayınlandı. Yedek liste ve serbest kayıt döneminde, çocuğun ismi listede olsa dahi veli bahçede bulunmuyorsa kayıt hakkı kaybediliyor. Kapı kapatılma saatini 1 dakika geçse, içeri kimse alınmıyor. Puanı daha yüksek pek çok öğrenci, aile iyi takip etmediği için açıkta kalabiliyor çünkü kontenjan bir anda dolabiliyor ve ertesi gün daha yüksek puanla gelen öğrenci için her şey çok geç olabiliyor.

- Bu yıl çok karışık. Sorular ciddi zor olduğu için taban puanlarda zaten büyük düşüş olmak zorundaydı. Bir de 3 yanlış 1 doğruyu götürünce ve derslerin katsayıları değişince puan tahminleri Arap saçına döndü. Bazı okul çok düşük bazısı yüksek açtı. Bunların hiçbir belirleyiciliği olmadığını unutmayın. Taban puanlarını, bir nevi açık arttırma rakamı puanı olarak düşünün. Talep çok olursa yükselir, ya da o puanda çok öğrenci yoksa talep az olur ve puan düşer.

- Okullar tamamen kör atış ile taban puan belirlemek zorunda kaldı bu sene. Sadece geçen seneki yüzdelik dilimlere göre ellerinde veri vardı ki o da sağlıklı değil. Bu yıl nispeten daha az öğrenci olduğu için yüzdelikleri de düşecektir okulların. Kaldı ki, her yüzdelik dilimde 10 bin öğrenci var dolayısı ile 1’inci de yüzde 1 de, 8 bininci de yüzde 1 de. MEB’in yapması gereken bindelik olarak sıralamaları açıklamasıydı. Dilerim ileride liseler için de sıralama verilir.

- Devlet liselerini tercih edecek öğrenciler için de binlik olarak sıralamalarını göremiyor olmaları büyük sorun. Tıpkı özel okulların tahmini taban puanı gibi, velilerin de çocuklarına tercih yapabilmek için ellerinde sağlıklı veri yok. Tahmini olarak 5 aşağı 5 yukarı hesaplamalarla tercihler yapılacak, yüzdelik veriler sağlıklı hesap yapmaya müsait değil.

Lise’ye yerleşmeye çalışan 1 milyon öğrenci bir yana, 2 milyon 300 bin kişi de bu hafta sonu üniversite sınavına girdi. 3 milyonu aşkın genç ve aileleri ile en az 10 milyon için heyecan dolu günlerden geçiyoruz. Gençlere bol şans, ailelere sabır diliyorum.

Yazının devamı...

Gelecekte bir gün...

Geçmişte neler olduğunu anlayamadığımız günleri ve gelecekte hakkımızda söylenecekleri bir kenara bırakalım ve bugüne gelelim. Çok acayip günlerden geçiyoruz ey ahali...

Aslında ne olduğunu öğrenmeye ömrümüz yeter mi? Bu soruyu siz de sık sık soruyor musunuz kendinize? Hele hele son yıllarda... Özellikle de geride bıraktığımız hafta... Bir şeyler oluyor, başımıza bir şey geliyor ve biz aslında ne olduğunu bir türlü anlamıyoruz. Elbette tarih kitapları yazacak bunları bir gün. Çocuklarımız bile öğrenir mi bilmem ama gerçekler bir gün mutlaka ortaya çıkacak, onu biliyorum. Ve bir tarihte, bu günler yazılıp çizildiğinde, o gün bizi okuyanlar ne düşünecek acaba hakkımızda? Biz nasıl bugün, geçmişte tarihin akışını değiştiren olaylara bakıp “ah be akılsız şöyle yapsaydın tüm bunlar yaşanmayacaktı” filan diyoruz ya da film izlerken esas oğlanın arkasındaki katili görüp “arkanı dönsene be adam salak mısın” diye bağırdığımız gibi... Gelecekten de bize bakıp, “nasıl görmediniz gerçekleri eyyy gafiller” diyecek mi birileri?

Geçmişte neler olduğunu anlayamadığımız günleri ve gelecekte hakkımızda söylenecekleri bir kenara bırakalım ve bugüne gelelim. Çok acayip günlerden geçiyoruz ey ahali... Ülkede sistem değişiyor, Ak Parti-MHP ortaklığı yek vücut yönetime hazırlanıyor filan ama ben bunları kasdetmiyorum. İktidar yeni sistemi hayata geçirmekle, ekonomik krizle, ortağı ile iş birliği ile uğraşa dursun, benim hayretim muhalif kesime. Ha itiraf edeyim, hayatım boyu hep muhalif oldum, her yerde her koşulda. Hatta muhalefete de muhalif olma mertebesine erişmiş biriyim ki oralara hiç girmeyeyim. İşin ilginci son dönemeçte herkeste biraz benim delilikten görür oldum. Bir baktım da çoğu insan, son yaşananlardan sonra muhalefete muhalif olmuş. Arkadaş bu ülkede muhalif olmak bile iki kere zor artık demek ki...

Romantik muhalifler

Gelelim beni asıl şaşırtan romantik muhalifliğe. Doğruya doğru, Recep Tayyip Erdoğan’ın seçmeni her zaman aşk doluydu. Zaten bunca yıllık süren iktidarın sebebi de bu. Ne olursa olsun, koşulsuz bir sevgi ile gittiler peşinden. Hani damat Berat Albayrak’ın “Mars’a dört şerit yol yapacak desek inanacak seçmeni var” dediği kadar var. “İsterse ülkeyi batırsın yine de vazgeçmem” diyeni de duydum “Dolar 5 değil 15 olsa gene de RTE” diyeni de... Bir siyasiye aşk duymayı anlamasam da bu gerçeği kabul ettim sonunda.

Gelelim CHP seçmenine... Ben çocukken bir Karaoğlan fırtınası vardı dedelerin ninelerin dilinde ama bizim annelerimizle başlayan nesilde hiç öyle aşk söylemleri duymadım bir lidere. CHP seçmeni akılcıdır, mantıklıdır, hizmet ister ve yönetime gelen kişileri kendi büyüğü gibi görmekten çok, kendine hizmet etmesi için seçilmiş görevli kişiler olarak görür. Atatürk gönüllerde tek aşktır ve herkese yeter. Hali hazırda yaşayan ve kahramanlığı bulunmayan günümüz siyasileri ile duygusal bağlar kurmaz sol kanat. Daha doğrusu bugüne kadar öyleydi. N’olduysa oldu, İnce’den bir adam çıktı ve sadece CHP seçmeninin değil,farklı görüşlerden 15 milyonun kalbini çaldı. Liselilere hatta videoları YouTube’a düşmüş 3 yaşında “Muyayyyem İynceeee ijliceeem anneeeee” diye ağlayan çocuklara kadar inersek bu sayı milyon milyon artar. Telefon Işıklarını açıp ”Elbet bir gün buluşacağız“ diye şarkılar söyleyenler mi ararsın, “bu gün de hiç tweet atmadı” diye telefonu elinde sevgiliden mesaj bekler gibi sosyal medyada bir sözünü bekleyenler mi ararsın? Seçim sürecindeki videoları hala tıklanma rekorları kırıyor, insanlar eski çıktğı televizyon programlamalarını açıp açıp tekrar izliyor. Sol kanattaki bu beklenmedik romantizm, sahiden şaşırtıyor.

İnce hastalığa yakalandık

Demek ki “ne oldum dememeli ne olacağım” demeliymiş, “yok ya biz mantık insanlarıyız bir siyasi ile gönül bağı kurmayız, bizde öyle şeyler olmaz” hiç dememeliymiş. Artık bu aşk, yıllardır liderine bağlı AK Parti seçmeninden mi bulaştı, bilinmez ama aşktan sebep bir ince hastalığa sol cenah da yakalandı. Belli ki bu böyle yarım kalmayacak... Ne diyelim, tüm aşıkların bir gün kavuşması dileği ile...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.