Şampiy10
Magazin
Gündem

“Y” ile “Z” kuşağı yetersiz ve mutsuz

Herkes artık görevi yavaşa teslim alma vakti gelen yeni nesilden şikayetçi. İş verenler, ebeveynler hatta yeni jenerasyonun kendi bile kendinden şikayetçi! Dünya genelinde durum bu, hatta bizim ülkemizde dönüşler her zaman keskin olduğundan sanırım bizde biraz daha bile vahim durum! Şu anda 35 yaş altına dünya genelinde “Y” kuşağı deniyor, bilgisayar çağının bize biraz daha geç gelmiş olduğunu da hesaba katarsak ülkemiz gençliği için daha ziyade 30 yaş altı olarak düşünebiliriz “Y” kuşağını. Çoğunlukla kendinden öncekilere göre daha eğitimli, daha donanımlı ama çalışma konusunda isteksiz, kolay vazgeçen ve bencil olarak tarif edilen bir nesilden söz ediyorum. Yöneticiler bu jenerasyonu iş yaşamında kullanabilmenin yollarını arıyorlar. Anne babalar dahi, yerlere göklere koyamadıkları çocuklarının “bir baltaya sap“ olamamasından şikayetçi. Arkadan gelen “Z” kuşağı için ise endişeler katlanarak büyüyor. Peki ama neden böyle oldu? Neden anne-babalarının tam tersi huyları olan, kendinden öncekiler tarafından daha bencil, daha umursamaz ve tembel olarak sınıflandırılan bir nesil ortaya çıktı? Motivasyon konuşmaları ile tedx starlarından Simon Sinek, uzman görüşler ve araştırmalar ışığında , bugün iletişim sorunu yaşanan yeni kuşağı mercek altına almış ve sorunların nedenlerini kurcalamış. Ben de çıkardığı sonuçları ve tavsiyelerini derleyip size sunmak istedim, belki yeni yetişen kuşaklarda aynı hataları yapmamak için kendimize dersler çıkarabiliriz.

Çocuklarınıza bunları yapmayın!

- En baş sorumlu anne-babalar. Çocuklarına sürekli çok özel olduklarını söyleyen ebeveynler aslında kaş yaparken göz çıkarmış, özgüven verelim derken yerle yeksan etmiş oluyorlar. Çocukları istedikleri her şeyi elde edebileceklerine inandırmak, onlara yetişkinliklerinde büyük bir yıkım olarak geri dönüyor. Okullara baskı yaparak çocukların sınıflarını ayarlamaktan tutun, hak etmedikleri notları almaya yardım etmek, sırf katılımcılıklarından ötürü heveslendirme madalyaları almasını sağlamak gibi günümüzde çokça yapılan ebeveyn pompaları ters tepiyor. Artık birer yetişkin olduklarında, aslında hiç de annelerinin dediği gibi olmadıklarını gören “Y” kuşağı, yetersiz, mutsuz ve iş yaşamında kendini rahatsız hisseden bireyler haline geliyor.

- Sosyal medya kullanımındaki kontrolsüzlük: En stresli dönem ergenlik ve bağımlılık edinme yaşı da genellikle bu döneme denk geliyor. İçki, kumar, alkol gibi dopomin kimyasalı salgılatan şeylerin kullanımında yaş sınırı olması da kontrolden çıkmaları kolay olan ergenlik çağındakileri, bağımlılıklardan korumak için kuşkusuz. Oysa sosyal medya kullanımı ve alınan beğeniler, sanal ortam arkadaşlıkları, kuvvetli dopomin salgılanmasına yol açtığı halde bir yaş sınırı yok. Küçük çocukların elinde bile tablet ya da akıllı telefonlar var. Bu da stres yönetimi konusunda sosyal medya bağımlılığına yol açıyor. İnstagram gibi mecralarda kendilerini mükemmel gösterme gayretleri aslında zayıf olan özgüvenlerini besleme çabası. Gerçek İlişkiler kurarak hayattaki stres ve zorluklarla mücadele yetisini kazanmalarına engel olan bu durum dostluklardan medet ummak yerine, beğenilerle ayakta kalmaya çalışan bir nesil yaratıyor.

- Sabırsızlık. Elbette bu da teknoloji ile ilintili. Düşünsenize, artık dizi filmlerin sonraki bölümü için 1 hafta beklemek bile gerekmeyen bir düzen var. 1 haftada 3 sene süren diziyi bitirebilir, istedikleri saat, dünyanın istedikleri yerinden alışveriş yapabilirler. İstedikleri yemeyi yarım saat sonra getirtebilirler. İnternetten istediği şeyi anında elde etmeye alışmış bir nesilde, aslında iş hayatı için altın değerinde olan “sabır” mekanizmasının gelişmesi nasıl beklenebilir? Hemen terfi etmek istemeleri de çaba harcanması gereken ilişkilerden kaçmaları da bu yüzden. Derin hisler, mesleki tatminler, tutkular yaşayamıyorlar. Dağın tepesine hızla çıkmak istiyorlar ama aslında dağı görmüyorlar. Sabretmeyi bilmedikleri için aşkı bile dolu dizgin yaşayamıyorlar. Hep bir eksiklik içinde hissetmeleri ve bencil halleri de bundan.

- Çevre. Yeni nesli sürekli suçlayan çevre. Oysa böyle olmaları onların suçu değil. Böyle yetiştirildiler. Şimdi çalışmaya başladıklarında onlara yardımcı olmak, işbirliği yapmak yerine sadece kendi kar oranlarını düşünen yöneticiler de suçlu. Bu gençlere sosyal iletişim kurabilme becerisinin öğretilmesi gerekiyor ve bunun için de konferans ya da toplantılarda cep telefonlarının tamamen ortadan kaldırılması çok önemli. Şirketler ve yöneticilerinin öncelikle gençlere bu güne kadar aile ve okullarında hazıra konmaktan edinemedikleri becerileri , iş yerinde öğretmesi gerekiyor. Başka yolu yok.

Yazının devamı...

Çocukları kandileriyle başbaşa bırakın

Kendinizi, kendinizle zaman geçirmeyi, yalnızlık sanmayacağınız şekilde yetiştirin...

Usta yönetmen Tarkovski’nin yıllar önce söylediği bu söz, bana göre bugün çocuk eğitimi için her anne-babanın evinin duvarına büyük harflerle yazması gereken en önemli motto. Bir düşünsenize, çocuğunuz en son ne zaman kendiyle başbaşa kaldı? Elinde tablet - bilgisayar ya da akıllı telefon olmadan, televizyon açmadan, ordan oraya bir grup etkinliğine koşturmadan ya da arkadaşlarıyla buluşmadan... Bir düşünün! Ve kendi çocukluğunuzu hatırlayın. Ailenizin, sizin her dakikanızı doldurmak için kendini paralamağı o sakin günleri...Kendinizi, “bugün çocuğum için ne etkinlik planladım” duygusu içinde yakaladıkça, koca bir aferini hak ettiğinizi düşünüyorsunuz belki de. Peki, “İşim var şimdi hadi git oyalanacak bir şeyler bul” diyen ebeveynlerimizin belki de bize en büyük iyiliği yapmış olabileceği hiç aklınıza geliyor mu? Üstelik de oyun konsollarımız, son model akıllı telefonlarımız ve bilgisayarlarımız olmadan! İki dakika kendiyle kalsa “of”lamaya başlayan, hele ki elinden tekno oyuncakları alınırsa, katsayısı yaşının küçüklüğüyle ters orantılı olarak tırmanan bugünün çocuklarında sizce de bir yanlışlık yok mu, peki?

Günümüzde, üniversitelerin araştırma konularının başında, yeni neslin iş ve sosyal yaşamda nasıl idare edilebileceği ve uyum sorunları geliyor.. Aileler ise en çok, sosyal medya ve oyun bağımlılığı ile, çocuklarının kitap okumamasından yakınıyor. Gelin düşünelim, bir insan neden kitap okur? Ve insanın kitap okurken ya da herhangi bir hobi ile uğraşırken, en çok neden konsantrasyonu dağılır?

Foerde, Knowlton ve Poldrack tarafından yapılan bir araştırmaya göre, beyin, aynı anda iki farklı görevi birden yapabilme yetisine sahip değil. Araştırmacılara göre, zihin görevler arasında geçiş yaparken de odaklanmada ciddi bir yavaşlama meydana geliyor. Yani, bir işle ilgilenirken sürekli cep telefonunu kontrol etme hali, sadece çocuklar için değil hepimiz için beynin o sırada uğraştığı başka görevleri yerine getirmesine engel olan bir durum. Stanford Üniversitesi de araştırmalarıyla, beynin bu işleyiş mekanizmasını doğruluyor.

Özetle; yokluk ve yalnızlık, kendi kendinle olan ilişkini güçlendirir ve yaratıcılığını arttırır. Elinde her an cep telefonu ile dolaşan, her saniye arkadaşlarıyla bir program yapan, aileleri tarafından etkinlikten etkinliğe koşturulan çocuklardan kitap okuma, resim yapma gibi konsantrasyon gerektiren şeylerle ilgilenmesini beklemek bir hayal. Ders başarısı ve yetişkin olduğundaki yaşam becerisi için de aynı şey geçerli. Beyin, ilgi alanlarında ordan oraya savruldukça işleyişi yavaşlıyor madem, biraz büyüklerimizin izinden gitmeli. Çocukları kendi ile başbaşa bırakmanın tam vakti hatta belki de vakit geldi de geçti...

Yazının devamı...

Okula hazırlık başlasın

Eylül demek biraz da okul demek... Bu hafta başı itibari ile yavaş yavaş okullar açılmaya başlıyor. Önce bir kısım özel okullar, ardından devlet okulları derken ayın 17’si, ülkemizdeki tüm okullar açılmış olacak. Bu da artık önümüzdeki hafta itibari ile “rutine geri dönüş” anlamına geliyor. Öncelikle, uyku saati Arap saçına dönmüş çocuklar düzene sokulacak. Okul ve sınıfına göre ihtiyaçlar sıraya sokulacak; kırtasiye alışverişi yapılacak, defterler kaplanacak, formalar tamamlanacak. En önemlisi, hem veliler hem öğrenciler yaz rehavetinden çıkıp, ruhen yeniden “okul” havasına girmek için çabalayacak. Belki şu anda bu yazdıklarımı düşündükçe içiniz sıkılıyor ama bir de keyifli tarafından bakın yeni heyecanlar ve eski ritüeller güzeldir. Bakıyorum da çocukları eğitimini tamamlamış aileler, özlemle anıyor okul zamanının eylüllerini. O yüzden bence çok “of”layıp pof”lamadan, keyfini sürelim bugünlerin. Çocukları motive etmek için, okul hazırlıklarını bir ritüel havasına getirelim. Nasıl mı?

- Mutlak ihtiyaçlar dışında kullanılmak üzere bir ”motivasyon alışverişi bütçesi” belirlenmeli.Öyle büyük rakamlar değil kasdettiğim. Kalem kutusundan, renkli kalemlere, çok ihtiyaç gibi durmayan çeşitli defterlere kadar uzanan yelpazede, belki büyüklere gereksiz gibi görünen, ama çocuğu heveslendirecek bazı ekstra okul malzemeleri almasına izin vermeli. Kokulu bir silgi, rengarenk bir kalem ya da bir çıt çıt dosya, okul döneminin neşeli algılanmasına yol açar; çok denedim bana güvenin...

- Etiket yapıştır, defter kapla... Bugünün sisteminde biraz tarih oldu bu ritüeller ve itiraf edelim anne-babaların sırtından bir yük kalkmış gibi görünüyor. Bana sorarsanız, okul ruhuna hazırlanmak için çok faydası vardı bu ufak tefek işlerin. Hatalı olan, bu gibi görevleri anne-babaların yüklenmesiydi. İlkokul çağında, aile ile birlikte çocuğun bu hazırlıkları birlikte yapması ve hatta bunu eğlenceli bir etkinlik olarak değerlendirmek, çocuktaki okula gitme fikrini “sıkıcı” olmaktan uzaklaştırmak demek. Okul zorunlu tutmasa bile, birkaç defter kaplamak ya da kitapların etiketlerini birlikte yapıştırıp, yazmak, öğrenciyi motive etmek için en kolay yöntem. Üstelik, ilerde hatırlanacak güzel anılar biriktirmek için de bir fırsat.

- Okula başlangıç kutlaması... “Yeni sınıfın başlaması” şerefine, mesela, çocuğun en sevdiği yemekleri yapıp, belki biraz yaramazlık sayılabilecek tatlılarla bezenmiş, neşeli bir sofrayı paylaşmak. Burada önemli olan, bu yemeğin ya da pastanın, çocuğun “kendine özel” olduğunu hissetmesi. Her yaşta işe yarar, bir deneyin ne kaybedersiniz?

- Sonuçları ödüllendirmek değil, başlangıçları önemsemek: Anne-babalarda en sık rastlanan, benim her zaman karşı olduğum ve son yılllarda eğitimciler tarafından da “yapılmaması” konusunda sıkça uyarılan, “ödül” mekanizması... Yani, “hepsi pekiyi getirirsen sana telefon alırım” ya da sınıf seviyesine göre “takdir alırsan-sınavı kazanırsan, istediğin oyun konsolu senin”, tarzı ”sözde” ödüller. Bana kalırsa bunlar hedef ya da özendirici olmaktan öte biraz “rüşvet” sınıfına girebilecek şeyler. Öğrenci, kendi için çalışması gerektiğinin farkında değilse, başarı hissini yakalayamaz. Hedef elbette önemli ama bu hediye ile karıştırılmamalı. Başarının ta kendisinin ödül olduğu hissini çocukta geliştirmek için öğrenmenin, kendini geliştirmenin hedef olarak konması gerekir. Benim fikrime göre, bir şeyleri yapabilmenin tatmini, yeni bir akıllı telefon almanın zevki ile takas edilirse, o çocuktan gayretli bir eğitim hayatı da beklememek gerekir. Sene sonu başarısı ya da sınav sonucu hedeflemek yerine, o sonuca giden yolun kendisini, yeni seneyi ve bu süreci önemsemek, öğrencide keyifli bir öğrenim yılı başlamasına dolayısı ile doğru bir motivasyona ışık yakabilir.

- Devletin rolü de önemli: Eylül gelmiş ama hala öğrenciler tam olarak liselere yerleşememişken, kazandıkları üniversite, gelecekteki mesleklerini edinecekleri bölümleri belli değilken, kitap kaplamakla, etiket yapıştırıp, yeni sınıf pastası kesmekle elbette öğrencileri motive etmek mümkün olmaz. Devlet yetkilileri artık işleyişlerini bir düzene sokmalı ve her kademedeki eğitim kurumlarına yerleştirme meselesini eylül ayı gelmeden halletmiş olmalı. Sonbahar ile birlikte artık öğrenciler, gidecekleri okullar ile ilgili kafalarındaki soru işaretlerini atmış olarak, kendilerini yeni eğitim yılına ve başlayacakları yeni sürece önce zihnen sonra da ruhen hazırlayabilmeliler.

YARIN: Çocuklar neden pek kitap okumuyor, Y jenerasyonu neden çalışma hayatında mutlu olmuyor, sosyal medyanın yeni nesilde yarattığı sorunlar, önemlli, tavsiyeler ve uyarılar...

Yazının devamı...

Bu günlerde içime işleyenler...

Sümeyye Boyacı:

15 yaşında... 2018 Avrupa Paralimpik Yüzme Şampiyonu... Sümeyye, “balıkların da kolları yok” diyerek yüzmeyi öğrenmiş. Sümeyye’nin de kolları yok ve balık gibi yüzerek, altın madalyayı ülkemize getirdi. Çocuklara örnek gösterilecek bir başarı varsa işte o Sümeyye’ninki... Sümeyye aynı zamanda resim çiziyor, ebru yapıyor ve dikiş dikiyor. Henüz 11 yaşında ilken eserleri Moskova’da sergiye alınmış. Bugün 15 yaşında, Avrupa Şampiyonu. Hepimiz için gurur ve ilham kaynağı. Ülkece desteklemeli, ödüllendirmeli, takip edilmeli. Hayata anlam katan bu muhteşem detaydan çok şey öğrenmeli.

Toron Karacaoğlu

Türk Tiyatrosu’nun büyük ustası Toron Karacaoğlu vefat etti. Tiyatro ve seslendirme dünyasının duayeni Karacaoğlu, her daim zarif İstanbul Beyefendisi hali ve eşine az rastlanır sesi ve güzel yüreği ile bambaşka bir yere sahip gönlümüzde. Yazan, yöneten, oynayan, radyo tiyatrosunu yaşatan, Zeki Müren’i sahnede canlandırıp, Cüneyt Arkın’a filmlerde sesini veren, sahnede daha da devleşen, ses ve konuşma tekniği ile çok oyuncu yetiştiren çok yönlü bir sanat ustası. 86 yaşını doldurduktan birkaç gün sonra yazlık evinde vefat etti. Benim içime işleyen ise, Toron Abi’nin her zaman son nefesine kadar sahnede olmak istediği halde bunu gerçekleştirememesiydi.. Ne yazık ki, Şehir Tiyatroları ustanın son dönemine hakkını vermedi. Oysa sanatçıya kamu çalışanı muameleleri yapılamaz. Her yaşın kıymeti, yapacakları ayrıdır. Çünkü tiyatro, insanı, insana, insanla anlatır ve insanın her yaşının anlatılacak hikayeleri vardır. “Yaşın doldu emekli ol” denemez bir Aktöre çünkü yaşamda emekli olmaz insan. Her yaş karakter vardır oyunlarda ve o yaşın ustaları canlandırmalıdır o rolleri. Hem yeni yetişen oyunculara, hem seyirciye, hem tiyatro sanatının kendine, hem de ustalara ahde vefa bunu gerektirir, tiyatro ancak böyle nefes alabilir. Sanatçılara memur muamelesi yapıp, ustaların tecrübelerinden faydalanıp, kendi yaş karakterlerinde sahneye çıkarmak yerine emekli etmek ise, hem sanata hem sanatçıya büyük haksızlıktır.

Cennet koylar çöplüğe döndü

Bir bayram geçti, arkadaki hasar içime işledi. Koylar naylon, teneke kutu, pet şişe çöplüğüne döndü. Ancak kendini sevmeyen insanlar çevresine bunca zarar verebilir. Sanki bir sonraki tatil aynı yerlere gitmeyecek miyiz? Başka bir ülke, başka bir dünya mı var kalabileceğimiz! İnsanoğlu delirmiş olmalı! İnsanlar adeta güzelliklerden intikam almak ister gibi doğanın canına okuyor. Yeri gelmişken burdan yeni MEB Bakanımıza sesleniyorum, ana sınıfından itibaren acilen “çevrecilik” dersi müfredata girmeli. Bu deniz, bu ağaç, bu toprak ne kötülük etti bize de doğaya böyle davranıyoruz. Deniz konusunda en hassas olması gereken tekne sahipleri bile kendi teknelerinin içindeki yaşamları temiz olsun diye az sonra yüzecekleri denize bırakıyorlar tüm pisliklerini! Temiz havlular kullanmak için çamaşır yıkama sularında yüzmek, bol tabak bardak kullanmak uğruna, bulaşık suyuna girmek hangi temizlik anlayışına sığıyor anlamış değilim! Göcek koylarında sabah denize girmek imkansız, bekliyorsunuz ki öğlene doğru esinti çıksın da deniz temizlensin. Ama neymiş efendim, sürekli havlu değişiyormuş. Leş gibi denizde yüzdükten sonra çıkınca havlun steril olsa ne fayda! Son bir bilgi paylaşayım, acilen önlem alınmazsa 2050 yılında, denizde yüzen plastik sayısı balık sayısından fazla olacakmış.

Yazının devamı...

Jim Carrey vatan haini ilan edildi mi?

Jim Carrey... Tanımayan yoktur sanırım... Dünya’nın en bilinen aktörlerinden biri kendisi... Şekilden şekilde girdiği “Maske” filmini başta çocuklar olmak üzere hemen herkes izlemiştir sanırım.

Komedyen olarak en yüksek hasılatlı filmlerin büyük starı... En sulu zırtlak komedilerle başlayıp, en derin toplumsal filmlere doğru yaptığı kariyer yolculuğu çok geniş bir seçki sunmaya devam ediyor sinema severlere.... “Salak ile Avanak”, ”Hayvan Dedektifi”, “Yalancı, Yalancı”, “Ben, Kendim ve İren”, “Grinc”, ”Bay, Evet”, ”Babamın Penguenleri”, “Talihsiz Serüvenler Dizisi” 7’den 70’e herkesin sevgilisi olan filmlerinden bazıları... Macera severler için “Dead Pool” ve “Batman” in sıra dışı oyuncusu... Benim için “Truman Show” ve “Sil Baştan” ile performansına taç giydiren büyük aktör... Son Twitter paylaşımından sonra ise “yürekli insan” mertebesine yükselerek, kalbimde çok daha özel ve unutulmaz bir yere sahip artık.

40 masum çocuk

Yemen’de bir okul servisine bomba atılması sonucu, çoğu 10 yaşın altında 40 çocuk öldü. Suudi Arabistan Koalisyonu’nun attığı iddia edilen bomba sonucu, Yemenli 40 çocuk öldü. 2015 yılından beri Yemen’deki iç savaş Suudi Koalisyon grupları ile İran’ın desteklediği gruplar tarafından körükleniyor, aynı toprağın insanları birbirini ve bugün geldiğimiz noktada kendi masum çocuklarını öldürüyor. Elbette bu savaşlar, dış güçlerden destek buluyor. Jim Carrey, aslen Kanadalı ve yıllardır Hollywood’da... Coğrafi olarak kendinden bunca uzakta olan vahşeti, yüreğinin en derininde hissetmiş olarak Twitter hesabından şöyle isyan etti “Okul servisine atılan bomba sonucu 40 masum çocuk öldü. Bizim müttefikimiz, bizim bombamız, bizim suçumuz...” Amerika’nın, Yemen’deki iç savaşa silah desteğini, en ağır şekilde eleştiren oyuncu, bizim ülkemizde yaşıyor olsaydı çoktan linç edilip “vatan haini” ilan edilmişti. Neler söylenirdi arkasından neler, küfürlerin ardı arkası kesilmezdi de en edeplisinden olsa şunlar sıralanırdı; “sözde oyuncu”, “sen git şaklabanlığını yap, siyasete karışma”, “sanatçı siyaset yapmaz, kendi işini yapar”, “kendi din kardeşlerini savunmazsın”, “milyon dolarlarını yediğin ülkeye hakaret ettin, defol“, “beğenmiyorsan git orda yaşa”, “senin artık filmlerini izlemiyoruz”, “seni boykot ediyoruz, geldiğin ülkeye git, vatan haini!”, “geldin burda milyon dolarlar kazandın, seni adam ettik, her kuruşunu geri almasını biliriz”, “söylediklerini ispat et, özür dile, aşağılık...” ve daha neler neler... Hatta şaka gibi ama ülkemiz Twitter kullanıcılarından “hadi ordan bu da çaptan düştü gündeme gelmek için siyaset yapıyoooo” diye saçmalayanına ben şahit oldum zaten. Dünya fenomenine bu şuursuzlukla saldırabilen düşünün kendi ülkesindekilere neler yapmaz. Düşünmeyin, eğer Jim Carrey T.C. vatandaşı olsaydı da bizimle ilgili benzer bir tweet atsaydı neler yaşanırdı, hemen söyleyeyim... Hemen Cumhuriyet Başsavcılığına mailler atılır, soruşturma başlar ve “milli değerleri aşağılamak” filan gibi bir suçtan mahkemeye verilirdi... Bir oyuncunun, hele bir komedyenin hele hele göçmen olarak gelip de sonradan vatandaşlık alarak servet edinmiş birinin, yaşadığı ülkeye karşı böyle ağır bir itham ve suçlamada bulunması ne yenir ne yutulurdu bizim sınırlarda!

Tabii ki Jim Carrey’e böyle bir şey olmadı. Çünkü adam haklıydı, ortada ölen 40 çocuk vardı ve ölen çocukların dini, ırkı, suçu, milleti olmazdı, bu büyük suça ortak olan herkes aynı taraftaydı. Duruş noktası ne kendi dininden ne de ülkesinden taraftı, insanlık noktasıydı. Bir sanatçının tüm dünyaya karşı vicdanı sorumluluğu olduğu bilinciyle, tam da sanatçı olduğu için bunu haykırdı. Şanslıydı ki, bunu söylediğinde siyasete alet etmek için pusuda bekleyen, iyi niyetini suistimal eden, her sözü din ile ilişkilendiren, ille de kendi ülkesinin, iktidarının, yönetim siyasetinin hatalarını örtbas etmek için konuşlanmış trol muhatapları yoktu. Vatan haini ilan edilmedi, mevzuu dine getirilmedi, linç edilmedi. Bir sanatçının gördüklerini söylemek gibi bir vicdanı olması gerektiğine inanan onlarca ülke halkı tarafından takdir edildi. Tüm bunlar yaşanırken, bir yandan müslüman kardeşlik için her gün twitler atıp öte yandan Yemen’de kardeşin kardeşi öldürmesine karşı dut yemiş bülbüle dönen bizim çok sevgili ünlülerimiz herhalde Bayram tatilinderlerdi! Kanada-Amerikalı Jim Carrey ise din, dil, ırk, millet ayırmadan, kendi ülkesinin karşısında, masum Yemenli çocukların yanında yer aldı... Bilmem anlatabildim mi!

Yazının devamı...

Bodrum sosyete pazarı yaz modasına yön veriyor

Bodrum Yalıkavak pazarı, sosyeteden tutun oyunculara, assolistlerden popçulara pek çok ünlü ismin alışveriş adresi. Ünlüler pazardan aldıkları elbiseleri değerli mücevherlerle kombinleyip, davetlerde arz-ı endam ediyor.

Geçtiğimiz haftaki yazımda “Bayram’da gidilmemesi gereken yerler” listesi yapmıştım ve ilk sırada da Bodrum’u saymıştım. Ama yine de ısrar edip gelenler için yazıyorum bugün. Madem bu kalabalıklara girdiniz, bari gelmişken fırsattan yararlanın ve karlı, keyifli, kaliteli, güzel bir alışveriş yapın. Yalıkavak’taki “yaymacı” pazarlarını sakın ama sakın kaçırmayın. Şu anda kalite-fiyat dengesi müthiş. Hem siz karlı alışveriş yapın, hem kendi esnafımız kazansın, İnanın pişman olmazsınız...

Yaymacı Pazarı’ndan ne alınır ne alınmaz?

Elbise: Envai çeşit 1001 renk... Fiyatlar 40 liradan başlıyor 200 liralara kadar çıkıyor. Üstelik de mis gibi tezgahlarda el dokuması, en doğalından saf pamuklular hatta ipekler... Bizim Yalıkavak pazarındaki elbiseler, kalitede fark atıyor. Bu arada sakın “ama onların da tasarımı kötü, markaların kalitesi düşük ama modelleri güzel” demeyin, büyük hata edersiniz. Gündüzden geceye, abiyeden bikini-mayo üzerine, dantelden ipeğe, son derece şık ve zarif tasarımlı elbise dolu...

Şöyle bir ipucu vereyim size, sosyeteden tutun oyunculara, assolistlerden popçulara pek çok ünlü isim pazardan aldıkları elbiseleri, şık ayakkabılar ve değerli mücevherlerle kombinleyip, davetlerde arz-ı endam ediyorlar. Bu sene İstanbul’da, nostalji rüzgarına uyup annemin benim çocukluğumda çok giydiği poplin gömlek elbiselerden alayım dedim de 1500 liradan başlayan etiketleri görünce elim havada kaldı. Tabii ki subay maaşı ile annemin vakti zamanında böyle pahalı elbiseler giymesi mümkün değildi ama o zaman pamuklu dediğimiz şey zaten herkesin giydiği bir kumaştı, bugün ise “ama bunlar koton” yanıtını aldığımız lüks tüketim sayılan ürünler. O sebeple günlükten şıklığa, en sağlıklı kumaşlar yine burda. Kaçırmayınnnnnn!

Bu yılın pazar trendi Tokat taş baskı elbiseler

Yazının devamı...

Dünya üzerinde bir inci tanesi

Bir köy düşünün ki, binlerce yıl öncesinden gelen tarih mirası ve el değmemiş doğası ile bugünü iç içe yaşıyor... Ege köy insanının o sıcacık yaşamı, bir altın tozu gibi süslüyor bu göl kıyısını... Gördüm ve aşık oldum. Bozulmamışlığına şahit olduğum her yerde aynı ikilemi yaşıyorum, paylaşmak ya da paylaşmamak, işte bütün mesele bu... Bir yanda “duyan gelmiş” durumu yaşanır da talan olur korkusu, öte yandan “başkaları da bu güzellikten mahrum olmamalı” duygusu... Instagram hesabımda Kapıkırı’yı paylaştığım andan sonra köyü ziyarete giden pek çok arkadaşımdan teşekkür mesajları aldım. Bir gidin, görün, gezin, “iyi ki” diyeceksiniz... Umuyorum, binlerce yıldır olduğu gibi bundan sonra da kendi halinde yaşamaya devam etmeyi başarır Kapıkırı köyü.. Betona kesmeden, tarihi kalıntıların yerinde yeller esmeden, samimiyetini kaybetmeden...

İzmir-Bodrum yolu üzerinde gidiyoruz... Bilen bilir, normalde dört saat sürecek bu yolu biz eşimle 11 saatte alırız her zaman. İnanın abartmıyorum, biz İzmir’den yola çıkarken aynı anda İstanbul’dan yola çıkan arkadaşlarımız çoktan varıp, akşam yemeklerini bile yedikleri halde biz İstanbul - Bodrum arasını alıp da kahveye bile yetişemedik. Eee aslında şaşılacak bir durum değil, isterseniz siz de deneyin; her gördüğünüz sarı tabeladan sapar, her bulduğunuz köy tezgahında durup bir şeyler almaya kalkarsanız bizim gibi dört saatlik yol bir bakmışsınız 11 saate uzamış! Açıkçası varılacak yere bir an evvel ulaşmayı hedefleyenlerden olmadım hiç. Yolun kendisi önemli oldu hep benim için ve yolda keşfetmeyi sevdim. Şansıma kendi ruhuma uygun bir hayat yolu arkadaşı bulmuşum. İşte bu sefer de Bafa Gölü kenarından geçerken “Kapıkırı” tabelasından sapıverdik içeri ve inci tanesi gibi dizili eşsiz Ege Köylerimizden birini keşfettik...

Bodrum’a 80 kilometre mesafedeki Kapıkırı Köyü’ne yol üstü ziyareti yaptım ama niyetim en kısa zamanda yeniden gidip, milattan önceden kalma Herakleia kenti üzerinde kurulu olan ve o günden kalma yapılar ile iç içe yaşayan bu harika köyde daha fazla tarih keşfedip, o sıcacık insanlarla daha çok vakit geçirmek. İlginç ki Ege Bölgesi'nin en büyük gölü olan Bafa Gölü, bir zamanlar körfezmiş. Büyük Menderes Nehri'nin taşıdığı alüvüyonlar ile koca bir ekosistem oluşmuş ve bugünkü denizden uzak halini almış. Beşparmak Dağları'nın eteğindeki bu coğrafyayı sanki yeni bir buluş gibi anlatıyorum sanmayın, maalesef o benim geç kalmışlığım, yabancı turistler çoktan kıymetini farketmiş buraların. Gerek karavanlarla, gerek köy evlerinde misafir olarak doğa ile iç içe pek çok aktivite yapmak için geliyorlar bölgedeki köylere... Her yer serbest dolaşımda hayvan dolu, pek çok kişiye bu durumun rahatsız edici geldiğini duyuyorum ama bence köyün şahaneliği tam da bu doğallığında. Bizans döneminden günümüze gelen manastır kalıntıları, gölün üzerindeki adacıklara bir mücevher gibi serpilmiş durumda. Binlerce yıl öncesinin liman kenti Heraklia’dan kalan kaya mezarları, Athena Tapınağı, Antik tiyatro, şehir surları ise köye bambaşka bir değer katıyor.

İster geçerken bir çay-kahve molası için uğrayın, isterseniz tarih ve doğa ile buluşmak için uzun zaman ayırın Kapıkırı ve komşusu Gölyaka köylerini mutlaka ziyaret edin. Pek çok pansiyon, kahvaltı mekanı ve yerel lokantalar da bulunuyor. Akşam gün batımında, minnacık köy meydanında yapılan odun fırınında çay içerek, Atatürk heykeli yanında sohbetleşen yüreklerin efendileri köy halkına selam olsun...

Yazının devamı...

Ülkenin mutlulukla bir ilgisi olmalı

Herkes mutsuz... Adeta bir mutsuzluk bulutu tarafından yutulmuş gibi çevremiz... Ve mutsuzluk hiç bu kadar eşit davranmaya yaklaşmamıştı sanki... Çok farklı yaşam biçiminden, çok başka şehirlerden, ayrı ekonomik düzey, inanç ve görgüden çevrelere bakın, ne acayiptir ki bugün herkes mutsuz. Bir bakın çevrenize ve dahi kendinize bana hak vereceksiniz. Zenginler bile çok mutsuz mesela ki en yadırgadığımız durumda olanlar onlar. İşçiler mutsuz, işsizler mutsuz, köylüler mutsuz, öğretmenler mutsuz, desteklediği parti kazanan ayrı, kaybeden ayrı mutsuz. Ötesi yok, maaşı euro ya da dolar ile olanlar bile mutsuz! Dün bir komşum “sağlığım yerinde çok şükür halim vaktim de ama keyfim yok işte” dediğinde bir kez daha üzerine düşünmeye başladım. Elbette mutsuzluğumuza sebep ülkenin içinde bulunduğu darboğazı gösterebilirsiniz. Ama para bile tek başına çare değilse bu yaraya demek ki, ülkemiz üzerine daha detaylı düşünmenin vakti gelmiş demektir, üstelik “beğenmiyorsan git” gibi hadsiz cümleleri şuursuzca savurmadan, beğenen beğenmeyen herkesin ülke üzerinde aynı hakka sahip olduğunu unutmadan, mutsuzluk, ayrım yapmaksızın hepimizi yutmadan...

Mutsuzluğumuz üzerine düşünürken elde olmadan başkalarının mutluluğunu inceler buldum kendimi... İnsan böyledir işte, “onda ne var da bende yok” diye mukayese kaçınılmazdır çevreyle. Birey böyle iken ülkeler neden farklı olsun ki? En çok satanlar listesinde sıkça karşımıza çıkan Dan Buettner de böyle düşünüyor olmalı ki yıllardır dünya üzerindeki araştırmaları derleyip, yorumlayarak, bir anlamda mutluluk atlası oluşturuyor. Gallup Dünya Anketi’ni de dizinin üzerine koyup, toplumlara nelerin mutluluk getiridğini, ülke mutluluk endekslerinde üst sıraları yakalayanların nedenlerini ortaya koyuyor.

Sağlıklı yaşam

Araştırmalar, mutluluk üreten, bunu temel ihtiyaç görüp halkını mutlu etmeyi amaç haline getiren ülkelerin mutluluk atlasında üst sıralarda yer aldığına dikkat çekiyor. Yıllık Dünya Mutluluk Raporu’na imza atan araştırmacılar, mutlu ülkeler için temel formülü şöyle veriyor: Güçlü ekonomik büyüme, sağlıklı yaşam süresi, kaliteli toplumsal ilişkiler, cömertlik, güven ve kişinin istediği yaşam tarzını sürdürme özgürlüğü... Şapkayı önümüze koyup, bu formül ışığında kendimize bir bakalım! Gelin önce, bunu başaranlara bir göz atalım...

Kosta Rika mutluluk formülü: Her gün keyif alacak küçük şeyler yapmak. Kosta Rika, coğrafyasının da gerekliliğine cevap vermek üzere, toprak ağlarının gücü ele geçirmesine izin vermeyen politikalar ile küçük toprak sahipleri ve çiftçilerden oluşan bir üretici toplumu yaratmayı başarmış. Kız çocukları öncelikli olarak, eğitim alanını genişletip, eşitlikçi bir sağlık sistemi kurmuş. Mücevherleri, her an yenisi ile değiştirilen elektronik aletleri, marka elbiseleri olmayan ama dünya ortalamasının çok üzerinde mutlu olan insanların ülkesi... Formülü ise kendilerine keyifli alanlar ve zamanlar yaratmak beceresine dayanıyor. Daha az kazansalar da daha makul saatler çalışıp, gün içinde hoşlandıkları şeyleri yapmaya vakit ayırmayı mutluluğun formülü olarak ortaya koyuyorlar. Büyük dertlerden uzak, sağlık ve sosyal konulardaki güvence rahatlığıyla, şarkılar söyleyip gülüp eğlenmeyi önemsiyorlar.

Çalışma refahı

Singapur formülü: Ekonomik güven, itibar ve aidiyet hissi... İşte mutluluk endeksi çok yüksek başka bir ülke. Kosta Rikalılar’ın tam tersi olarak Singapurlular aslında çok ciddi mesai altında yaşıyorlar. Yine Kosta Rikalılar’ın tersine zenginliği ve gösterişi seviyorlar. İşin ilginç yanı yine de yapılan anketlere göre çok mutlular. “Çalışma refahı” programı sayesinde yaşanabilecek ekonomik alt sınırın garanti altına alınması, konut ve sağlık hizmetlerinin ülkede iyi işlemesinden kaynaklanan güven hissi bu mutluluğun nedeni olarak görülüyor. Irk ve etnik ayrımcılığa izin verilmemesi de yine mutluluk düzeyini yükselten sebeplerden olarak gösteriliyor. Danimarka formülü: 40 yıldır mutluluk listesinde 1 numara... Amaç odaklı yaşam tarzı ve çevre bilinci ile yetişen çocuklar... Toplum bilimcilere göre Danimarka Devlet sistemi, halkını, insanları mutsuz edecek şeylerden korumak üzerine kurulu ve kişisel memnuniyet için zaman ayırmak en önemli nokta. Fırsat eşitliği üst düzeyde. Sağlık, eğitim ve ekonomide halk kendini güvende hissediyor. Kişiler kendini pek çok konuda geliştirmeyi öncelikli görüyor ve devlet politikaları da bunu destekliyor. Gönüllü olarak, topluma ve doğaya hizmet etmenin verdiği farkındalık hissi çok küçük yaşlardan itibaren bireylere yerleştiriliyor ve bunu yerine getirmek uzun vadede güven duygusunu pekiştirerek, faydalı birey olmanın getirdiği mutluluk kapılarını aralıyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.