Şampiy10
Magazin
Gündem

Müslüm filmine dair...

Müslüm Baba’nın, akla hayale sığmayacak acılarla dolu hayat hikayesini bugüne kadar işitmediyseniz, benden değil bu hafta sonu vizyona giren “Müslüm” filminden öğrenin isterim. Müslüm Gürses’i tanımış ve birlikte keyifli programlar yapmış biri olarak, film ve bana düşündürdüklerinden bahsetmek istiyorum biraz...

Küçüklüğünden başlayarak 2000 yılına kadar, Müslüm Gürses’in hayat hikayesini anlatıyor film. “Müslüm Baba” rolünde, Timuçin Esen var. Büyük fenomenleri ve her hareketi halkın ezberinde olan yıldızları oynamak zaten çok zor, hele bu kişi bir de Müslüm Gürses gibi fizik ve tavır olarak alışılmışın dışında karakteristik özelliklere sahip biriyse... İşte bu noktada, Timuçin Esen’in alkışı hak ettiğini düşünüyorum. Müslüm Gürses deyince gözümüzün önünden gitmeyen o vücut dilini, kendi bedeninde yeniden inşa etmeyi başarmış Timuçin Esen. Üstelik film içindeki tüm Müslüm şarkılarını, hem de hakkıyla söylemiş, bu da performansını ikiye katlıyor. 2 ay Amerika’da oyuncu koçuyla, 3 ay ses koçuyla çalışmış duyduğum kadarı ile ki çok uzun bir çalışma süresi sayılmaz böyle bir rol için. Tahminimce dıştan içe, önce beden dilinden başlayarak hazırlanmış role Timuçin Esen ve belki metot sebebiyle, belki de kendi seçimi, rolle arasında bir ince mesafe kalmış sanki. Hakan Günday’ın çemberi kırıp, seyirciyi birden Müslüm baba ile nefes nefese getirdiği, insanın yüreğinde takılı kalan bazı dialoglar hariç, film ve seyirci arasında da aynı mesafe var gibi; ne çok içinde, ne dışında, sanki bir ince çemberin üzerinde, olaylarla birlikte döne döne seyrettim olan biteni.

Çok iyi bir oyuncu kadrosu var filmin ve yönetmenlerin detaylı yaklaşımlarıyla birlikte harika iş çıkarmışlar. Hele, Limoncu Ali (Erkan Can) ve küçük Müslüm (Şahin Kendirci) sahneleri o kadar seyredene değiyor ki, bence “Müslüm”ün ana hissi... Filmin “Gülhane Konseri” sahnesinin etkisini anmadan geçersem yönetmenlere de yapımcıya da büyük haksızlık etmiş hissederim. Yapımcı Mustafa Uslu, Ayla filminden sonra “Müslüm” ve Ocak’ta vizyona girecek “Çiçero”da düşünüldüğünde, gerçek insan hikayelerinden yola çıkan, görkemli filmler yapmayı sürdürecek ve günümüz sinemasının nabzını yükseltecek gibi görünüyor.

...bana düşündürdükleri

Bir “yanlış” baba, kaç insan hayatını mahvediyor bu hayatta... Önce kadınlar ve çocuklar kurban gidiyor. Bu bir zehir gibi nesilden nesile, akıyor, dokunanı yakıyor.

İnsanı en çok kendi ailesi yaralıyor çünkü insan savunmasız yakalanıyor.

Müslüm Baba için kendini parçalayan, konserleri dolduran binlerce insan, sadece hayran değil Müslüm Baba ile aynı yazgıyı, aynı yaraları paylaşanlar... Bu coğrafyada o kadar çoklar... Çok da yaralılar...

Birbirine yaralarından tutunanlar, ölümsüz aşkı buluyorlar.

...“keşke” dediklerim

Halfeti sular altında kalmasaydı da Müslüm’ün doğduğu toprakları da izleyebilseydik. Bizim ülkemizde tarihi film çekmek şöyle dursun, 60 yıl öncesine bile döndüğünüzde bıraktığınız yerleri yerinde bulmak mümkün değil. Yazık ki ne yazık...

Müslüm Gürses’in sesinden bir şarkıyla filme veda etseydik. Elbette bu bir eleştiri değil, belki de biyografik filmlerde hep gerçek görüntülerle final yapılmasına alışık olduğumuzdan.

Müslüm Gürses’in pop ve rock ile buluşan müzikal değişim dönemi de filmde yer alsaymış.

Film bu kadar steril kalmasaymış. Elbette senarist-yönetmen-yapımcı ve belli ki Muhterem Nur’un tercihi... Ama mevzubahis Müslüm Gürses gibi eğrisiyle, acıdan beslenişiyle, karanlıkla hemhâl olmuş sesiyle sevilmiş bir fenomen olunca... Daha derinden anlamak, daha içerden tanımak için filmin gerçeklik dozu daha yüksek olsun isterdim.

Yazının devamı...

Kızkardeşlik duvarı

İsyan ediyorum. Bu ülkenin tüm kadınları , el ele verip, itiraz etmeliyiz. “Aslında onu demek istemediler” diye diye, biraz daha izin veriyoruz maruz kaldığımız aşağılanmaya... “Hakaret diye algılamayın” diyen dillere boyun eğdikçe biraz daha eziliyoruz. Artık yeter, sahiden yeter! Bunu değiştirecek tek şey, el ele, kızkardeşlik duvarı örüp, birbirimizin eteğine basmadan, hadsizliğe karşı direnebilmek... Başka çaremiz yok... İşte bu haftadan, isyan ettiren iki örnek size...

- Prof. Sinan Canan, bir televizyon programında diyor ki, kadınlar küçük tencerede evde pilav yapabilirken , büyük kazan verirsen yapamıyormuş, çünkü beyinleri , hacim artışını filan hesap edemiyormuş. Bu sebeple de erkekler profesyonel aşçı oluyormuş. Neden, genellikle erkeklerin aşçı olduğuna dair düzinelerce sosyolojik argüman ileri sürebilirsiniz ama kadınların matematiksel ve geometrik yetisi ile açıklamaya kalkma münasebetsizliği bunlardan biri değil, net! Velhasıl örnek de zaten, saha çalışması içermiyor ve külliyen uydurma kokuyor. Bu toprağın kadınıysa mevzu-bahis, ”Erkek beyni” daha iki ile ikiyi çarpana kadar , “aldığı kadar su koyar” o pilavı tutturur, şüpheniz olmasın! O sebeple dikkat etmeli, kadının yüreğinin almadığı erkeklere bir “dur” demeli!

- Eski Başbakan ve TBMM Başkanı Binali Yıldırım, bir çuval incirin içine kurt düşürdü şimdi. Şöyle ki... Efendim yaşlı bir amca kendisinin yanına gelmiş ve evlenmek istediğinden ama ülkemizde kadınlara çok maddi yardım yapıldığı için kendine bir kadın bulamadığından dert yanmış. Özetle, evlenme karşılığı karın tokluğuna işini yaptıracak, ele güne muhtaç bir kadın bulamamış. O halde , ülkemizde kadınlar çok şükür karnını doyurmak için evlenmek mecburiyetinde kalmıyor, devletin de yardımıyla başının çaresine bakıyor, demek ki... Tabii bu durumda ülkenin yönetiminde yıllardır görev yapan Binali Yıldırım’ın bir övünç çıkarmasını ve amcaya “biz kadınlar mecburiyetten evlenmesin diye yıllardır sosyal politika yürütüyoruz, demek ki başarılı olmuşuz” filan demesini beklersiniz değil mi! Hayır efendim! Evlenemeyen amcaya hak verip, “...demek ki, sosyal devletin ölçüsünü yerinde tutmakta fayda var” demiş! Yani, devletin yaptığı sosyal yardımlardan dolayı artık kadınların aç açık kalmıyor olmasını eleştirmiş. Ne olursa olsun, kadının erkeğe muhtaç kalması gerektiğine işaret etmiş! Sayın Yıldırım, o evlenemeyen amcaya söyleyin, Sinan Canan kendisine şöyle litreli, metreküplü bir pilav tarifi versin de ağlaşmayı kesip “Erkek Beyni” ile kendi işini görmeyi öğrensin. Yaşından utansın da, eş niyetine kendini baktıracak bir köle aramaktan vazgeçsin!

Yazının devamı...

Gelecek bize nasıl gelecek

Tarihçi Yuval Norah Harari” desem sanırım pek çok kişiye tanıdık gelir ama “Sapiens kitabının yazarı” dersem, eminim herkes bilir. ‘Sapiens’ son yıllarda en çok okunan kitaplardan biri oldu. Harari’nin ikinci kitabı ‘Homo Deus’un ardından şimdi de üçüncü kitabı ‘21. Yüzyıl için 21 Ders’ Amerika ve İngiltere ile eş zamanlı olarak okurların karşısına çıktı. Serinin ilk iki kitabı okuyucuyu geçmişten bugüne getirirken, sonuncu kitap ‘21. Yüzyıl için 21 Ders’ geleceğe yolculuğa çıkarıyor. “Günümüzden geleceğe uzanan tekno-çağ bize nasıl gelecek, neler getirecek?” soruları üzerine kafa yoranlardansanız, bu kitap tam sizin merakınıza göre...

Harari’nin geleceğin dünya düzenine dair tartışma yaratan fikirlerine göre...

- 21. yüzyılın gerçeği oldukça korkutucu. Teknoloji ile değişen yeni dünya düzeninde hiç bilmediğimiz sorunlarla karşılaşacağız ve bunlarla ancak yepyeni politik modeller geliştirerek baş edebiliriz.

- Dünyayı gelecekte bekleyen 3 büyük sorun var: Nükleer savaşlar, iklim değişikliği, teknolojik bozulma (yapay zeka egemenliğinin sorunları).

- Günümüzde yönetim biçimleri, yeniden milliyetçiliğe kayıyor. Oysa bu 3 büyük gelecek sorununa çözüm bulmak için milliyetçi fikirlere değil, küresel işbirliğine ihtiyaç var. Bu dönemde küresel kimliklere ve insanların halklarına ek olarak dünya gezegenine sadık olmasını sağlamak gerek. Ülkelere bağlı olmaktan bir adım öte artık Dünya’ya bağlı olmaya ihtiyaç var. Toplumlar, tek düze olmaksızın uyum içinde bir denge tutturmak zorunda.

- “Yapay zeka, insan sezgisinin yerini asla tutmaz” diye düşünenlerin artık bugün yönetim kademelerinde olmaması gerek. 21. yüzyılda bitkileri, hayvanları, hatta insanları, yapay zeka ve biyo mühendislik ile insanlar üretecek. Hatta tamamen inorganik ya da yarı yapay-yarı doğal siborg parçalar bile üretilebilir. Bu da insanoğlu, Tanrı rolü oynamaya başlayacak demek oluyor. Bu sebeple mühendislerin ve liderlerin şefkatli olması çok önemli. Dünya düzeninde çok etkili olacak yapay zekaları yaratırken alınacak kararların iyilikten yana olması gerek, aksi halde büyük tehlikeler doğabilir.

- Bugünün serveti, bilgi. Bilgi sahibi olan kazanır ve öne geçer. Üstelik bilgi, savaşarak elde edilebilecek bir şey değildir. Artık maddi kaynak, doğal madenler vs. türü zenginlik dönemi sona erdi, gelecekte zenginlik için teknoloji, düşünce, tasarım, mühendislik bilgisi gerekli.

- 21. yüzyılda seçkinler ve sıradan insanlar arasındaki uçurum daha da büyüyecek. Çünkü teknolojinin yaratacağı imkanlara egemen sınıf ulaşacak, bilim ve teknolojiyi kavrayan güç sahibi olacak.

- Sadece kadın-erkek değil, pek çok cinsiyet aidiyetleri olacak.

- Eskiden grup kimlikleriyle insanlar takip edilip yönetilirdi, şimdi kişiler tek tek izlenerek bireysel olarak yönetilme yoluna gidilecek.

- Herkes yaşamı boyu en az 5-6 meslek değiştirecek. Yapay-zekalar ve robotlar insanların işini yapmaya başladıkça, insanlar da kendilerine başka iş alanları bulmak zorunda kalacak.

- Teknolojinin hakim olduğu 21. yüzyıl ekonomisinin temeli tekstil, araç, silah gibi madde ürünler değil, beden, beyin, zihin-zeka üretmek olacak. Bilginin kendisi ekonominin yeni madeni olacak.

Not: Bu yazıyı yazarken Harari’nin kitapları ve Serdar Kuzuloğlu’nun yeni söyleşisi de dahil yazarın röportajlarından faydalandım. Son olarak, Yuval Norah Harari’nin en sevdiğim sözü ile sizi düşüncelerinizle başbaşa bırakmak isterim: “Barış için çok sayıda akıllı insan gerekir, ancak savaş için tek bir aptal yeterlidir.”

Yazının devamı...

Yoksa siz “Tarihin sıfır noktası”nı hala görmediniz mi?

Dünya üzerinde bütün insanlığı ilgilendiren en kıymetli yer bana sorarsanız bizim topraklarımızda. Göbeklitepe’den bahsediyorum bugünkü yazımda, yoksa siz hala yanı başımızdaki, 13 bin yıllık, insanlık tarihinin bilinen en eski mabedini görmediniz mi? O halde size hemen söyleyeyim, mevsim itibari ile Göbeklitepe’yi ziyaret etmenin tam zamanı şimdi...

İlk olarak 4 sene evvel, henüz pek adı duyulmamışken gitmiştim Göbeklitepe’ye... O vakitler, Göbeklitepe’yi keşfeden, bugüne getiren Alman Arkeolog Klaus Schmidt hayattaydı, evinde çayımızı içerken, kendi ağzından dinlemenin lütfunu yaşamıştım bu muhteşem keşfin hikayesini... Ne yazık ki, gönül borcumuzu ödeyemeden, bu güzel günden 3-4 ay sonra kaybettik Göbeklitepe’ye 20 yılını veren profesör Schmidt’i... Geçen 4 yıl içinde, Schmidt’in zamansız ölümünden sonra epey sekteye uğradı kazılar, derken Doğuş Grubu’nun sponsorluğunda yeniden çalışmalara başlandı.

Geçtiğimiz hafta yeniden ziyaret ettim Göbeklitepe’yi, son durumunu görmek için. Kazı alanı tam da olması gerektiği gibi muhteşem bir şekilde korunmaya alınmış, müze ve enstelasyon ile ziyaretçileri karşılayan giriş bölümü, yürüyüş parkurları eklenerek tarihi değerine yakışır bir şekilde ortaya çıkarılmış. Elbette koskoca bir uygarlığın çok küçük bir parçası henüz toprağın üzerine çıkarıldı. En az 100 yıl daha kazılması ve tüm çevresinin günyüzüne çıkarılması gerek. Tarihin ilk inanç merkezi ve ilk mabedi olan Göbeklitepe, bir zamanlar Schmidt’in tarifiyle “Tarihin sıfır noktası”... Dileğim o ki, kıymeti katlanarak bilinsin ve bu muhteşem hazinenin şu an toprak altındaki çoğunluğu da aynı şekilde ortaya çıkarılarak, ülkemiz coğrafyasının değerine değer katılabilsin...

İngilizlerin büyük övünç kaynağı Stonehenge’den 7 bin, Mısır piramitlerinden 7 bin 500 yıl daha eski... Buğday’ın atası bile Göbeklitepe’ye dayanıyor.

İlk olarak Mahmut Kılıç isimli köylünün, tarlasını sürerken bir oymalı taş bulup müzeye götürmesiyle ortaya çıkıyor.

Göbeklitepe ortaya çıkana kadar insanoğlunun bilinen en eski tapınağı Malta’da sanılıyordu. Göbeklitepe ise yaklaşık 8 bin yıl daha önce insanların kendine bir inanç merkezi kurduğunu kanıtlıyor.

Sütunlardaki hayvan figürleri, kabartmalar, ilkel resimden çok uzak adeta post-modern resmin atası niteliğinde. Turna, tilki, yılan ve aslan figürleri, büyülüyor.

- Tüm dinlerde olan 12 sayısı, 12-13 bin yıl önce Göbeklitepe’de karşımıza çıkıyor. Tapınak sütunları 12 tane olarak bir daireyi oluşturuyor.

Schmidt’in kazı tahminlerine göre Bira’nın atası da Göbeklitepe. Bulgular ve topraktan çıkarılan variller, Taş devri insanının bira içtiğini ortaya koyuyor. Hatta ekmek için değil bira için insanoğlunun tarıma başladığı tahmin ediliyor.

Göbeklitepe’nin keşfi, arkeolojinin temel dinamiğini tersine çeviriyor. Bugüne kadar önce tarım için yerleşik hayata geçildiği sonra tapınaklar inşa edildiği tezi Göbeklitepe ile yıkılıyor. Göbeklitepe’nin önce inanç merkezi için yapılıp sonra burda yerel hayata geçildiği, sonra tarımın başladığı ispat edilince, tarihe dair bilinen tezler de ters yüz olmuş oluyor.

Kazı alanının tam tepesinde bulunan dilek ağacı muhteşem enerjisiyle insanı kendinden geçiriyor. Göbeklitepe’nin keşfinden önce, toprağın altında ne saklı olduğunu bilmeden, civar köylülerin burayı türbe ve dilek yeri olarak seçmesi, insanoğlunun inanç içgüdüsü ile enerji noktalarını nasıl hisleriyle seçtiğini bize bir kez daha kanıtlıyor. Göbeklitepe, insanların kendinden önceki inanç ve gelenekleri sürdürme eğiliminde olduğunu, inançların da birbirine karışan bir ebru sanatı gibi hayatın içinde iç içe aktığını anlatıyor bize...

Yazının devamı...

Nafaka...

Bugünlerde hararetli bir tartışma konusu haline geldi Nafaka... Erkeklerin bir ömür boyu nafaka ödemeye itirazı üzerine, Adalet Bakanlığı, yeni bir düzenleme getirmeye karar verdi. Aile, çalışma ve Sosyal Hizmetleri Bakanlığı, süresiz yoksulluk nafakası için “Boşanılan eş, bir sosyal güvenlik kurumu gibi görülmemeli... İnsanların yapmış olduğu bir hatadan dolayı ömür boyu sorumlu tutulmaları insaflı değildir” şeklinde açıklamalar yaparak, nafakaya süre getirileceğinin sinyallerini de vermiş oldu. Gelin hep beraber “ adil nafaka” meselesi üzerine, tarafsız düşünmeye çalışalım.

Boşanma, evlilik akdinin sona ermesi anlamına geliyor. Bu durumda, nafakayı da anlaşmanın bozulması durumunda taraflardan birinin diğerine verdiği bir bedel olarak düşünebiliriz. Madem ki nafaka boşanmanın, boşanma da evliliğin sonucu olarak karşımıza çıkıyor, o halde önce ülkemizdeki evlilik düzenine bakıp, nafakaya öyle karar vermek gerek.

Ülkemizde eğitim ve çalışma hakkı elinden alınıp, baba-koca baskısıyla evde oturup meslek sahibi olamayan

Kocası izin vermediği için, evlendiğinde iş hayatını yarım bırakan

Çocuk doğurduğu için gerek sosyal imkansızlıktan gerekse aile-çevre baskısından iş yaşamını yarım bırakan

Bu yılın başındaki Diyanet’in fetvasını esas alarak, kadının çalışmasının kocasının iznine tabii olması gerekliliği inancı ile çalıştırılmayan

Eğitim seviyesi yüksek ya da düşük, zengin ya da fakir, her çevreden bunca kadın varken

Hayatında hiç çalışma ortamına girmemiş, meslek sahibi olmamış bir kadın boşandıktan sonra ne iş bulur, nasıl geçinir

İş yerlerinde, bebeğini-çocuğunu bırakacak bir düzen olmayan ülkemizde, bir anne, nasıl iş hayatına atılabilir

İş bulmanın, üniversite mezunu-genç-erkek kesim için bile çok zor olduğu günümüz şartlarında, mesleği-tecrübesi olmayan, çocuk sebebi ile iş saatleri sınırlı olan bir kadına kim iş verir

Önce evliliğe dair yukarıdaki sorun ve soruları bir çözelim, nafaka meselesine sonra gelelim, derim!

Nihai neticede Finlandiya’da yaşamadığımızı hatırlatmak isterim. Kendi adıma şunu söyleyebilirim ki boşanacak olsam şahsıma nafaka istemem. Çocuğumuzun maddi-manevi sorumluluğunu ortak olarak üstlenmek benim için adil olandır. Ama unutmayalım ki özgürlük dediğimiz şey paket programdır. Yarısını alıp, yarısını reddedemezsiniz .

O sebeple size sesleniyorum beyler...

Önce evlilik içinde eşlerinizi dilediği gibi çalışma ve kariyerlerini yapmakta özgür bırakın, gerek ev gerekse çocuk sorumluluklarını ortak paylaşın ki boşanma sırasında eşiniz de sizi maddi olarak özgür bıraksın! Ama bir ömür tüm evin yükünü karılarınıza yükleyip, çalışma hayatından mahrum edip, sonra da nafaka vermek istememek, adalet istemek değildir!

Yazının devamı...

Okullar açılırken veli dilekleri

Okulların açılması arifesinde velilerin sesi olarak ilk günden sorun ve dileklerimize giriş yapmak istedim.

Yeni öğretim yılı başlıyor, tüm öğrenci ve velilere kolay gelsin... Eylül başı itibari ile özel okullar peyderpey açılmaya başladı. Önce bu sene sınavlara girecek sınıflar erken açılış yaptı ardından özel okullar eğitim yılına başladı. Bu hafta başı ise artık tüm okullar için zil çalacak. Bu arada ben de velilerin sesi olarak ilk günden sorun ve dileklerimize dair bir giriş yapmak istedim

- İlk etapta daha yerleşmelerin bir türlü tamamlanamaması en büyük sorun olarak karşımıza çıkıyor. Uzayan nakil süreci yüzünden ekol okullarda bile kayıt listelerinin bir kapanıp bir açıldığını görüyoruz. Bu sene ciddi mağduriyet var öğrencilerin yerleşmesinde. Daha yolun başında, haksızlığa uğramış olmanın hissiyle lise hayatlarına başlayan öğrencileri akademik olarak motive etmek hiç de kolay olmayacak kuşkusuz. Daha liseye girerken 1-0 yenik olduğu hissi ile karşılaşan ergenlik çağındaki çocukları hayata hazırlamak sanıldığından daha zor olacak. Bu engelleri aşmak için okullar, öğretmenler nasıl bir yol izler, MEB, bu gençlerin kaybettiği eğitim ve eşitlik inancının farkında mıdır bilmem, dileğimiz seneye aynı mağduriyetlerin yaşanmaması. Her ne kadar yeni Bakan, sınavın değiştirilmeyeceğini açıklasa da, yerleştirmeler için yeni ve adil bir düzenleme getirilmesi şu anki 8. sınıf velilerinin ortası dileği...

- Okullar yarın açılıyor açılmasına da, çoğunlukla kitaplar yok ortada. Kağıt fiyatlarındaki artış, ekonomik sorunlar vs derken yine ilk etkilenen eğitim oldu. Okul kitaplarında tasarrufa gidiliyor gözlediğim kadarıyla. İlk etapta özel okullara dağıtılmıyor. Devlet okullarında ise, akıllı tahtası olan, bağışı bol toplanan, kısaca şartları daha iyi olanlara okul kitaplarının verilmeyeceğini duydum. MEB, okul konularını internet sitesine yükleyecek, öğrenciler de bilgisayarları ile ordan çalışacak diye öngörülüyor. Elbette, akıllı tahtası olan devlet okuluna giden her öğrenciyi maddi durumu iyi ve bilgisayarı var olarak konumlamak çok da sağlıklı olmasa gerek. Bazı devlet okulları, kitapları ciddi yüksek fiyatlardan satıp, gelir sağlıyor şeklinde söylentiler de var. “Ücretsiz kitap” fikrinden “serbest piyasa”ya geçiş yaşarsak bu gerçekten büyük adaletsizlikler doğurur. MEB’nın bu durumu çok iyi kontrol altına alması gerek. Şimdi aklıma geldi, biz çocukken, üst sınıfların kitaplarını alır, kullanırdık. Şimdi her sene değişen müfredat yüzünden bu da mümkün değil. Okul kitapları bazıları için bir ticari kazanca dönüştükçe, kaybeden her zaman öğrenci ve ülke eğitimi olacaktır. Bu konuda MEB’nın acil olarak bir adil düzen getirmesi gerek. Ücretsiz kitap dağıtılmayan özel okullar için de makul ve sabit ücretle kitap satışı yapılmasını gündeme getirmek gerek.

- Bu sene velilerin en büyük dileği, saat uygulama denemeleri sebebiyle öğrencilerin karanlıkta yollara dökülmemesi! Aman dikkat! Geçen sene çok zor geçti, öğrencilerin performansının düştüğü ve hem psikolojik hem de güvenlik olarak uygun olmadığı gözlendi. Sayın Bakan duy sesimizi! Lütfen ısrar etmeyiniz ve zaten zor şartlarda eğitim hayatını sürdüren öğrencileri bir de karanlıklarla imtihan etmeyiniz!

Yazının devamı...

Geç gelen yaz geç gider

Yaz geç geldi diye üzüldük ama bu, geç gideceği anlamına geliyor. Okullar da açıldı sahiller şimdi sakin. Dilediğiniz yere gidin...

Geç geldin yaz kusuruma bakma. Hiiiiç peşini bırakmaya niyetim yok, sizin de olmasın. Bu yaz epey rötar yaptı gelirken madem, şimdi yakalamşım, ben bırakmıyorum kendisini. Etrafıma bakıyorum sürekli bir ruh yenilgisi hali evlerde...

“Yaz ne zaman geldi ne zaman gitti anlamadık” lakırdısı herkesin dilinde! Hayır efendim, kabul etmiyorum! Yani sahiden şu temmuz - ağustos nasıl geçti ben de anlamadım, onu kabul ediyorun. Bu güne kadar hiç böyle ne idüğü belirsiz hissettiğim bir yaz da olmadı, yeri gelmişken itiraf ediyorum. Ama pes etmek yok!

Evet biliyorum şu anda söylenmeye başladınız bana, evet biliyorum zaten seçimler yüzünden temmuz ortasını buldu yazı farketmeniz, çocuğu liseye başlayacaklar bu güne kadar yerleştirme için uğraştınız belki, üniversite sırası gelenler hepten yazı beklemekle geçirdiler, o arada dolar- euro derken bu liste böyle uzayıp gider...

Tüm bunları kabul ediyorum ama “pes etmeyin” diyorum! Kış her anlamda çetin geçecek belli oldu, fırtına öncesi sessiz kalmamalı, artan dövize rağmen son demini yaşayan tatil beldeleri ucuzladı. Hem kendinize hem esnafa bir güzellik yapmanın tam sırası.

Önümüz mevsimlerin kraliçesi “sarı yaz”... Eğer nispet yapmak gibi olmayacaksa bu satırları size Bodrum’dan yazdığımı söylemek isterim. Üzerimde hala pazardan alınmış en tirilinden bir elbise ama akşamları sıcaktan yapışmıyor üzerime... Ağustos böcekleri de sanırım benimle aynı fikirde, onlar da bu yazdan pek bir şey anlamamış ki artık sessizleşen gecenin içinde ötmekte. Begonvillerim bile yeni coştu benim, şu aralar en çılgın pembede ama aralarda kızıl yapraklar da görünmekte. Rüzgarlar bitti, Eylül’ün ikinci yarısı itibari ile artık deniz kaymak kesmiş süt görünümünde.

Yan yana sıralı mekanlardan çıkıp hunharca birbirine karışan sesler, abuk plaj partileri trafiği, yeni moda nargile dumanı satan kafeler, yaz sıcağı ile buharlaşıp gitmişler. Ağız tadı ile bir sakin yemek yemek vakti şimdi, lafını duyurmaya çalışmadan, yan masa ile burun buruna oturmadan, servis almak için çırpınmadan... Çılgın çocuk bağırışlarından eser kalmadı, saymış mıydım? Hesapların kendine bir çeki düzen vermiş olması da tatlı niyetine... Her neyse, lafı daha fazla dolandırmayayım, bu sarı sıcak tüm kıyılarda çok güzel, gelsene...

Yazının devamı...

Nobel Akademisi’nde kriz

Nobel Akademisi kriz üzerine kriz yaşıyor bildiğiniz gibi, dünyanın en prestijli ödüllerinin sahibi Akademi, 1901’den beri ilk kez böyle bir itibar kaybı yaşıyor. Çıkar çatışması tartışmalarından tutun, cinsel taciz söylentilerine kadar pek çok skandal gündeme gelince, Akademi üyeleri bu sene Edebiyat ödülünü verecek durumda olmadıklarını, 2019 yılında 2 senenin ödülünün birden verileceğini açıkladı. Oysa, ilk ödülün verildiği 1901 yılından bu yana sadece İkinci Dünya Savaşı döneminde 6 yıllık bir kesintiye uğramıştı Nobel ödülleri. Önümüzdeki dönemde Akademi, itibarını yeniden kazanmak, İsveç Kralı Carl Gustaf da üyelerin isteği üzerine bazı kurallı değiştirmek için çalışmalar yapacakmış, söylentilere göre.

İsveç Kraliyet Akademisi’nin skandallarla sallanması sırasında alternatif bir oluşum doğdu. “Yeni Akademi” adı verilen yeni oluşum, ortaya çıkan boşluk için hemen devreye girdi ve bu sene verilemeyecek olan ”edebiyat“ alanında kendi adaylarını belirleyip, halk oylamasına sundu. Sonuçları değerlendiren jüri, Alternatif Nobel Edebiyat Ödülleri için 4 kişilik aday listesini şöyle belirledi; Haruki Murakami, Neil Gaiman, Maryse Condé ve Kim Thúy. Murakami zaten yıllardır Akademi’nin gedikli adayı. Bana kalırsa yaşayan en muhteşem yazar. Her sene aday gösterilip, sonra sürpriz bir isme ödülün gitmesi, edebiyat çevrelerince şüpheyle yaklaşılan bir durum haline dönüşmüştü. Dolayısı ile Murakami’nin, alternatif Nobel’de de aday olması şaşırtıcı değil. Neil Geiman ise daha çok kitap kurdu kızım Ada’nın favori yazarlarından biri olması sebebi ile tanıyıp takip ettiğim bir isim. Çizgi roman, bilim kurgu ve fantezi türünde popüler olan bir yazar Geiman ve bu noktada oldukça “alternatif” bir aday olarak karşımıza çıkıyor.

Yeni Akademi ile alternatif ödül

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.