Şampiy10
Magazin
Gündem

İlk yarıda dış ticaret

Yılbaşında yazılan felaket senaryolarının aksine, TL varlıklar dünyanın ilgi odağı oldu. Döviz sepeti bir yıl sonra ilk kez 2.00 TL’nin altını denedi. Gösterge faiz yüzde 7,6’yı gördü. Ne diyelim!

Türkiye İhracatçılar Birliği, temmuz ihracatını 10.9 milyar dolar açıkladı. Geçen yıl 11.5 milyar dolardı. Yüzde 5,6 düşüş demek. Kısmen euro’da değer kaybını, ama daha çok AB’de talep sorunlarını yansıtıyor.

Temmuz enflasyon verileri cuma çıkıyor. Piyasa TÜFE’de eksi bekliyor: binde 1. Yıl sonu tahmini yüzde 6,8’e indi. Ben daha iyimserim: Temmuza eksi 0,3; yıl sonuna 6 diyorum. İTO İstanbul Ücretli Geçinme Endeksi temmuzda yüzde 2,1 azaldı.

Project Syndicate sitesinde Nouriel Roubini’nin ABD ekonomisi üzerine çok karamsar bir analizi yayınladı (20 Temmuz). ABD’ye yönelik iyimser senaryoları sert eleştiriyor. 2012’de büyümenin yüzde 1’e ineceğini iddia ediyor. Haklı olabilir.

Küçülen dış ticaret açığı

Haziran dış ticaret verileri TÜİK tarafından açıklandı. Piyasa beklentisi ile başlayalım: İhracat 13 milyar dolar, ithalat 22.2 milyar dolar, açık 8.2 milyar dolar. Gerçekleşme daha iyi geldi: Aynı sıra ile, 13.3 milyar dolar, 20.4 milyar dolar ve 7.2 milyar dolar. Geçen yıla göre ihracat yüzde 17 arttı; ithalat yüzde 5,6 azaldı; dış ticaret açığı yüzde 30 küçüldü.

İlk yarı ile devam edelim. İhracat yüzde 13,4 artışla 74.4 milyar dolara yükseldi. İthalat yüzde 2,1 düşüşle 117.2 milyar dolara geriledi. Yani ticaret açığı yüzde 21 azalarak 42.8 milyar dolara indi.

Aynı eğilimi yıllık verilerde görüyoruz. İhracat yüzde 15,2 artışla 143.7 milyar dolara tırmandı. Kriz öncesi düzeyi şubatta geçmişti. Tarihi rekordur. İthalat yüzde 7,4 artışla 238.3 milyar dolara ulaştı. Tarihi rekoru 241.5 milyar dolardır (mart). Böylece açık yüzde 2,6 düşüşle 94.6 milyar dolar indi. Tarihi rekoru 106.7 milyar dolardır (ekim).

Takvim ve mevsim etkisi arındırılmış veriler de bu eğilimle uyumludur. Haziranda bir önceki aya göre ihracat yüzde 2,9 artarken ithalat yüzde 0,1 geriledi.

Kritik gelişme

İran’a altın ihracatı haziranda da sürdü. Kafaları karıştırıyor. Olaya bakışımı geçen ay yazdım. Tekrarlamıyorum. Analizi zorlaştırıyor ama ana eğilimleri görmeyi engellemiyor.

Kritik gelişme ithalatta azalmadır. Son altı ayın üçünde bir önceki yılın altında ithalat yapıldı (mart, nisan ve haziran). Diğer üçünde artış düşük kaldı. Neticede ilk yarıda ithalat geçen yılın altında gerçekleşti.

Dikkatinizi çekerim. İthalat düşüşü ekonominin küçülmesinden kaynaklanmıyor. İlk çeyrekte milli gelir geçen yıla göre yüzde 3,2 büyüdü. İkinci çeyrekte benzer bir sayı bekleniyor. Yani ithalat azalırken ekonomi büyüyor.

Çok önemlidir. Büyümenin dengelenmesine işarettir. Parite ve petrol fiyatı gibi nedenler sayılabilir. Ancak döviz kuru desteği unutulmamalıdır. TL’nin değeri ilk yarıda geçen yıla göre sepet bazında yüzde 10, reel kur hesabında yüzde 3 daha düşüktü. Bilginize...

Yazının devamı...

Olimpiyat madalya tahminleri

İlk hatırladığım 1956 Melbourne olimpiyatlarıdır. Güney kürede olduğu için sonbaharda yapılmıştı. Okullar açıktı. Galatasaray Lisesi’nde radyodan izlemeye çalışıyorduk. Saat farkı işi zorlaştırıyordu.

1960 Roma olimpiyatları eylül başına denk gelmişti. Atlantik Okyanusu’nda, New York’a giden bir öğrenci gemisinde idim. Sonuçlar her gün bültenlerle duyuruluyordu. Sovyetler Birliği ile ABD arasında madalya rekabetinin zirveye çıktığı yıllardı.

Sonra televizyonda canlı yayını başladı. Soğuk Savaş bitti. Başta Çin, oyunlara ağırlık koyan başka ülkeler belirdi. Açılış ve kapanışlarda rating yüksek oluyor. Onun dışında ilgi ülke sporcularının yarışlarına odaklanıyor.

İlginç bir model

Ülkelerin olimpiyatta gösterdiği başarı öngörülebilir mi? Bu sorunun pek çok iktisatçının aklından geçtiğini sanıyorum. Elde yeterince tarihi veri var. Geriye anlamlı bir model kurup çalıştırmak kalıyor.

Kanada kökenli bir ABD’li iktisatçı fikri hayata geçirmiş. D. K. N. Johnson Colorado Springs kentinde öğretim üyesi. Teknolojik değişim ve yenilikçilik (inovasyon) üzerine çalışıyor. Collorado College’ın Yenilikçi Zihinler Programını yönetiyor.

Sorusu basit: Bir ülkenin aldığı madalya sayısını ne belirler? Altın ve toplam madalya için ayrı hesap yapıyor. Modelinin beklenmedik bir özelliği var: Doğrudan sporla ilgili hiçbir veri kullanmıyor.

Üç neden öne çıkıyor: Kişi başına gelir, nüfus ve oyunların ev sahipliği. Geçmişte siyasi yapı ve iklim de modelde yer alıyormuş. 2012’de bunlar çıkarılmış. Yerine iki değişken eklenmiş. Biri yakın geçmişte olimpiyatlara ev sahibi olmak. Diğerine “kültür spesifik faktör” adı veriliyor. İçeriğini tam anladığımı söyleyemem.

İlginç şekilde, model iyi çalışıyor. Modelin son biçiminin tahmin ettiği madalya sayısı ile gerçekleşme arasında toplam madalyada yüzde 96, altın madalyada yüzde 95 korelasyon çıkıyor. Makul bir orandır.

Madalya tahminleri

Johnson 2008 Olimpiyatları’nda Türkiye’nin 3’ü altın 7 madalya alacağını öngörmüş. Ama ikisini de tutturamamış. Çünkü 2008’de Türkiye 1’i altın 8 madalya toplamış. Ya 2012? 3’ü altın 8 madalya öngörüyor. Bu takdirde Türkiye madalya sıralamasında 19’uncu oluyor...

Model 2012’de ilk üçe ABD, Çin ve Rusya’yı koyuyor. Lider ABD’nin 34’ü altın 110 madalya alacağını tahmin ediyor. Onları ev sahipliği avantajı ile İngiltere izliyor. Sonra Almanya, Fransa, İtalya, Japonya vs. devam ediyor.

Tek tek ülkeler ya da modelin ayrıntıları hakkında daha fazla bilgi için internet sitesine başvurabilirsiniz: http://faculty1.coloradocollege.edu/~djohnson/Olympic.html.

Yazının devamı...

Mesleğe davet


Bir türlü güncel konjonktür konularına ısınamıyorum. Niyetim bugün Enflasyon Raporu ile başlamaktı. Aslında ilginç bilgiler var. Ama aciliyeti olmadığını farkettim. Belki Temmuz enflasyonu ile beraber bakarım.

Salı günü Milliyet’te Mehveş Evin’in John Nash’la söyleşisi yayınlandı. Türkiye’nin matematikte dünyada sondan ikinci olduğu bilgisine Nash’ın tepkisi: “iyi matematik bilmeyen toplumlarda adalet yoktur”. Evde eğitim bile daha iyi sonuç verebilir diye ekliyor.

Böyle aşırı indirgemeci lafları tasvip etmiyorum. Adalet nasıl ölçülüyor? Matematik eğitimi ile adalet arasında güçlü ampirik ilişki var mı? Diyelim bulduk, nedensellik hangi yönde? Matematik zekasının ille diğer alanlara uzamadığına kanıttır.

YÖK’ün yüzbinlerce öğrenciyi üniversite dışında tutan baraj uygulamasını protesto ediyorum. Üniversite hakkını lise diploması verir. Nokta. Sınavın amacı sadece sıralamadır; kısıtlama getirmesi hak gaspıdır. Mutlaka yargıya taşınmalıdır.

İktisat mı? İşletme mi?

Üniversite tercih günlerinde çok danışan oluyor. Bilgi Üniversitesi tanıtım toplantılarına da katılıyorum. Doğrudan mesleğimle ilgili soruluyor. İktisat mı? İşletme mi? İnsanların aradaki farkı tam göremediğini izliyorum.

Son yıllarda işletme eğitimi moda oldu. İyi üniversitelerin işletme bölümleri yüksek puan gerektiyor. Vatandaş şöyle düşünüyor: Madem ki o bölüm daha yüksek puanla öğrenci alıyor, demek ki eğitimi daha yararlı.

Kazın ayağı hiç de öyle değildir. Giriş taban puanını talep belirler. Yüksek puan yüksek talep demektir. Ama bu talebin rasyonel olduğu anlamına gelmez.

Soru: Ya işletme eğitiminin daha yararlı olduğunu düşünenler yanılıyorsa?

İlginç bir fasit daire de başlıyor. Yetenekli öğrenciler işletme eğitimine gidiyor. Üniversiteyi bitirdikten sonra daha yetenekli oldukları için iş hayatında daha başarılı oluyorlar. Böylece işletme okumanın daha yararlı olduğu kanıtlanıyor (!).

Geçmişin gelecek için önemli ipuçları taşıdığı doğrudur. Ama geçmişin gelecekte tekrarını beklemek büyük hatadır. İşletme eğitiminin son onyılda başarılı kariyer olanağı sağlamış olması önümüzdeki onyılda bunun süreceği anlamına gelmez.

Bence iktisat

Açıkçası, iktisat eğitiminin yeni nesilleri 21’inci yüzyıla daha iyi hazırladığını düşünüyorum. Matematik, istatistik ve ekonometrik aletler aracılığı ile soyut model kullanma alışkanlığı geliştiriliyor. Eğitim biraz zorlaşıyor ama katma değeri yükseliyor.

Modern toplum fevkalade karmaşık ekonomik ilişkiler üzerine inşa edilmiştir. Bunları kavramak ve bir ekonomi vizyonuna sahip olmak gelişmeleri doğru süzmeyi kolaylaştırır. Başarılı kariyerin önünü açar.

Özellikle matematikle özel sorunu olmayan gençlere iktisat okumalarını öneriyorum. Üniversiteden sağlam bir altyapı ile mezun olurlar. Muhasebe, pazarlama, organizasyon, vs. işletme konuları seçimlik derslerle ya da sonra MBA ile kolayca tamamlanır.

Son 5 güne girdik. Lütfen tercihinizi dikkatli yapın. Kolay gelsin.

Yazının devamı...

OECD’nin büyüme senaryoları

“Zenginler Kulübü” OECD her yıl bazı üye ekonomileri inceler. “OECD Economic Surveys” serisinde kitapçık şeklinde yayınlar. Her ülkeye sıra iki-üç yılda bir gelir. Son Türkiye raporu bu ay yayınlandı. Bir öncesi Ekim 2010’da çıkmıştı.

OECD ülke raporlarını önemserim. Analizin eleştirellik dozu tam kıvamındadır. Bir yanda üyeliğin kısıtları vardır. Ancak örgütün saygınlığı tarafsızlığını gerektirir. OECD sekretaryası bu zor dengeyi başarılı şekilde tutturur.

2000 öncesinde OECD raporları dört gözle beklenirdi. Verileri ve analizi güvenilirdi. Son dönemde ilgi giderek azaldı. Veri sorunları internetin de yardımı ile çözüldü. IMF’nin ve mali kuruluşların kısa dönemli bakışı gündeme hâkim oldu.

Ama Türkiye raporu hâlâ eski değerini koruyor. Çünkü kısa dönem ve mali piyasa duyarlılıkları ile sınırlanmıyor. Orta-uzun dönem açısından kapsamlı analiz ve tahminler yapıyor. Yapısal reform ve politika önerileri getiriyor.

Büyüme modeli

OECD’nin büyüme için çok-ülkeli genel bir simülasyon modeli var. Bunu Türkiye’ye uyguluyor. 2030 için büyüme tahminleri hesaplıyor. İşin teknik kısmı ile ilgilenenlerin o bölümü dikkatle okumaların tavsiye ederim (s.104-6).

Uzun dönemde büyümeyi ne etkiler? Tahmin edeceğiniz gibi model faiz, kur, enflasyon vs. mali göstergelere iltifat etmiyor. Yerine fizik ve beşeri sermaye birikimi, teknoloji ve istihdam gibi reel büyüklükleri koyuyor.

Model bir baz senaryo ile başlıyor. Parametreler Türkiye’nin yakın geçmiş eğilimlerine ve benzer ülkelere bakarak saptanıyor. Yapısal reformların mevcut eğilimde sürmesi hâli diyebiliriz.

Sonra iki alanda ek çaba gösterilmesinin etkileri inceleniyor. Bir: Emek piyasası reformları katılım oranını yükseltiyor. Yani daha çok insan çalışıyor. İki: Eğitim reformları ortalama eğitim yılını artırıyor. Yani yetişkin nüfus daha uzun eğitim alıyor.

Sonuçlar aşağıdaki tablodadır. Orijinaline (s.106) bir sıra ve bir sütun ekledim. İlk sütunda katılım oranı ve eğitim için 2011 değerleri görülüyor. İkinci sırada ise 2030 yılı için milli gelirin ulaşacağı düzey veriliyor.

Tahminler iyimser

Baz senaryoda 2012-2030 arasında büyüme yüzde 4.4 hesaplanıyor. Milli gelir 2.2 katına çıkıyor. Katılım oranı 49’dan 55’e, ortalama eğitim yılı 7’den 8.5’a yükseliyor.

Emek piyasası reformu ile büyüme yüzde 5’e tırmanıyor. 2030 geliri 2.4 katına çıkıyor (baz senaryo ile fark yüzde 11). Katılım oranı yüzde 60’a ulaşıyor. Eğitim yılı değişmiyor.

Eğitim reformu büyümeyi yüzde 5,2’ye tırmandırıyor. 2030 geliri 2.5 katına çıkıyor. (Baz senaryo ile fark yüzde 15). Katılım oranı yüzde 56’ya, eğitim yılı 10’a ulaşıyor.

İki alanda birden reform, performansı daha da güçlendiriyor. Büyüme yüzde 5,7’ye tırmanıyor. 2030 geliri 2.7 katına çıkıyor (Baz senaryo ile fark yüzde 25). Katılım oranı yüzde 61’e, eğitim yılı 10’a ulaşıyor.

Velhasıl OECD Türkiye ekonomisini iyi yolda görüyor. Olumlu tavrını konjonktür analizinde de izliyoruz. Belki ayrı bir yazı konusu yaparım.

Yazının devamı...

Amerikalılar neden çok çalışıyor?

“Konjonktür tatili” fazla uzun sürmedi. İstanbul’a dönünce internete girmeden duramıyorum. Can çıkar huy çıkmazmış. Dün sabah ilk iş yayınlanan verileri indirdim. Dosyalarımı güncelledim. Tartışmalara göz attım.

Küresel piyasalarda olumsuz hava sürüyor. Borsalar haftaya kötü başladı. Yunanistan, İspanya vs. euro bölgesinden sakinleşme işareti gelmiyor. Parite 1.21’e indi. Euro biraz daha değer kaybedebilir.

İçeride haziran bütçe gerçekleşmesi, nisan istihdam verileri açıklandı. Bütçede 6.3 milyar TL açık çıktı. Disiplin bozuluyor mu? Ayrı bir yazı konusudur. Ama kur ve faiz etkilenmedi. Döviz sepeti 2.01 TL’de, gösterge faiz yüzde 7.8’de kaldı.

Merkez Bankası faizleri değiştirmedi. TL karşılıklarda altın payını yükseltmekle yetindi. Doğru mu yaptı? Rivayet muhtelif... Yılın üçüncü Enflasyon Raporu perşembe yayınlanıyor. Gördükten sonra tartışmaya katılırım.

Keynes’in öngörüleri

Pazar günü L. Pecchi ve G. Piga’nın “Keynes’e Dönüş - Torunlarımızın Ekonomi Olanakları” (İstanbul Bilgi Üniversitesi yay. 2012) kitabını tanıttım. İngilizcesini atlamışım: Revisiting Keynes (MIT Press, 2010).

Keynes 1930’da ekonomik büyümenin yarattığı reel gelir artışını doğru öngörüyor. Çünkü bileşik faiz hesaplarına hâkim. Örneğin kişi başına yıllık gelir artışını yüzde 2 alalım. Yüzyıl sonunda reel gelir 7.2 katına yükselir.

Angus Maddison veri setine baktım. 1930-2008 arasında ABD’de kişi başına gelir 5 katına çıkmış. Yıllık artış yüzde 2.4 ediyor. Bundan sonra duraklasa bile 2030’da 7 katına ulaşmakta zorlanmayacaktır.

Buna karşılık Keynes artan reel gelirin çalışma alışkanlıklarına etkisi konusunda fena halde yanılıyor. İnsanların zenginleştikçe daha az çalışacaklarını düşünüyor. Dolayısı ile 2030’da haftada sadece on beş saat çalışmanın yeteceğini iddia ediyor.

Zenginleştikçe çalışma alışkanlıklarımız nasıl değişir? Artan gelir ihtiyaçların daha az emekle tatminini mümkün kılar. İktisatçılar gelir etkisi diyor. Ama yüksek gelir çalışmamanın fırsat maliyetini artırır. İkame etkisi denir.

Avrupa-ABD bilmecesi

Sosyal bilimcinin deney olanağı sınırlıdır. Ancak tarih bir anlama sürekli deney hâlindedir. Nitekim ABD’de son kırk yılda çalışılan saat azalmadı. Hatta, bazı tanımlara göre arttı. Buna karşılık Avrupa’da geriledi. Not: Hâlâ onbeş saatin epey üzerinde.

Stiglitz ilginç bir tablo veriyor. ABD, AB’nin 15 üyesi (AB-15) ve Fransa için 1970 ve 2000 yılları karşılaştırılıyor. 1970’te kişi başına yıllık çalışılan saat ABD ve Avrupa’da eşit düzeyde. Fakat 2000’de ABD’ye kıyasla AB-15’de yüzde 23, Fransa’da yüzde 33 daha az saat çalışılıyor.

Amerikalılar neden bu kadar çok çalışıyor? Kitapta en çok üstünde durulan konu budur. Bu ilginç bilmeceye farklı açıklamalar getiriliyor. Merak edenler ayrıntısını kitapta bulacaktır.

Keynes’in hayatın anlamı (ve iyi toplum) arayışlarına bir başka yazıda gireceğim.

Yazının devamı...

Torunlarımızın ekonomik olanakları


Küresel kriz doğal olarak Keynes’e ilgiyi yeniden canlandırdı. Önceki otuz yıla kökten piyasacı teoriler damgasını vurmuştu. Mükemmel çalışan (!) mali piyasalarda Keynes’in analiz ve reçetelerine yoktu. O hikayenin kötü bittiği biliniyor.

Dolayısı ile “ustanın geri dönüşü” muhteşem oldu. Lord Skidelsky, biraz da Alan Greenspan’a nazire, “maestro” sözcüğünü kullanmıştı. Üç yıl önce (23/6/2009) söz ettim. Ben de tam o sıralarda “Keynes’in intikamı” demiştim.

Bu süreç Keynes’in entellektüel zenginliğini de gündeme taşıdı. Dar anlamı ile konjonktür teorisi dışında kalan konularda yazdıkları, kapitalizme bakışı, modern topluma eleştirileri ve gelecek öngörüleri hatırlandı.

İktisatçıların aklına hemen Keynes’in 1931’de, yani Büyük Buhranın en şiddetli anında yazdığı kısa bir makale geldi: Torunlarımızın Ekonomik Olanakları. Kendi hesabıma makaleyi yeniden okuma ihtiyacını 2009 yazında hissettim.

Kısa bir makale

On sayfalık makale 1928’de seçkin İngiliz lisesi Winchester öğrencilerine (Keynes biraz daha aristokratik Eton mezunudur) konuşma için hazırlanıyor. Yazılı şekli Keynes’in ünlü denemelerinin (Essays in Persuasion, Macmillan 1931) sonunda yayınlanıyor.

Kitabın üstüne tarih kaydı düşmüşüm: 1968. Genel Teori ile birlikte Cambridge’den aldım. Okuma önceliğini herhalde Genel Teori’ye verdim. Ama küçük makaleden çok etkilendim. Nitekim ana temalarını hiç unutmadım.

Üç alt bölümden oluşur. İlki ekonomik büyümenin genel bir analizidir. Belirleyicileri anlatılır. Sermaye birikiminin ve teknolojik ilerlemenin önemi vurgulanır. O devir için gerçek anlamda öncüdür. Teoriye hakimiyetini gösterir.

İkincisi yüzyıl sonrası için yaşam standartları ve çalışma alışkanlıkları hakkında öngörülerdir. 1930’un kara günlerinde 2030 için iyimser, adeta pembe bir tablo çizer. Gelir düzeyini isabetle tahmin eder. Buna karşılık çalışma saatleri konusunda yanılır.

Üçüncüsü yaşamın anlamı üzerine düşünceleridir. Kendi ahlak felsefesini ve estetik görüşlerini vazeder. Daha çok, daha çok para kazanmak ve tüketmek güdüsü üzerine inşa edilen modern medeniyeti eleştirir. “İyi toplum” tanımları geliştirir.

Özellikle sonuncusundan çok etkilendiğimi belirtmeliyim. 2009’da makaleyi o bölüm için yeniden okudum. Kapitalizm üzerine yazılarımda bu kavramları ufak ufak dolaşıma sokmaya çalıştım.

Keynes’e Dönüş

İki İtalyan Keynesci, Lorenzo Pecchi (Unicredit Group) Gustavo Piga (Roma Tor Vergate Üniversitesi) ilginç bir yönteme başvurmuş. Üçü Nobel ödüllü (R.Solow, E.Phelps ve J.Stiglitz) onaltı ünlü iktisatçının makale hakkında görüşlerini derlemişler.

İstanbul Bilgi Üniversitesinde kapı komşum Profesör İlter Turan İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları yöneticisi Fahri Aral’a önermiş. Dr.Sungur Savran büyük bir özenle tercüme etmiş. Bu önemli kitap Türkçeye kazandırılmış. Hepsini kutluyorum.

L.Pecchi ve G. Piga: “Keynes’e Dönüş Torunlarımızın Ekonomik Olanakları” (çev.Dr.Sungur Savran, İstanbul Bilgi Üniversitesi yay. İstanbul 2012). Mutlaka alıp okuyun derim.

Yazının devamı...

“Güzel akıllar” İstanbul’da

İstanbul’un yıldızı inanılmaz şekilde parlıyor. Bir süredir sunumlarımda vurguluyorum. New York’la Mumbai arasındaki en büyük dünya metropolüdür. Neden bu iki kent? İkisi de başkent değildir. Yani net vergi ödeyicisidir. Buna mim koyun.

Geçen hafta OECD’nin olağan Türkiye raporu yayınlandı. Göz atarken dikkatimi çekti. İstanbul’un cazibesini anlatan bir bölüm eklenmiş. Türkiye ve bölge ekonomisindeki önemine değiniyor.

İstanbul’un engellenemeyen yükselişi her kesimi etkiliyor. Son dönemde saygın akademik kuruluşların uluslararası kongrelerinin moda mekânı oldu. Biz de dünyaca ünlü akademisyenleri canlı dinleme fırsatını buluyoruz.

Son örneği Oyun Teorisi Derneğinin 4. Dünya Kongresi. Olimpiyatlara denk geldiği için, Oyunlar 2012 deniyor. Ev sahibi İstanbul Bilgi Üniversitesi; toplantılar Santralistanbul’da yapılıyor. Pazar sabahı başlıyor. Perşembe akşamı bitiyor.

Nobel seansı

“Ah, İstanbul İstanbul olalı, hiç görmedi böyle...” diye başlar Sezen Aksu şarkıya. Kongreye beş Nobel İktisat Ödülü sahibi katılıyordu. Robert Aumann (2005) son anda iptal etti. John Nash-Richardt Selten (1994) ve Erik Maskin-Roger Myerson (2007) geliyor.

Nash’i “Akıl Oyunları” filmi popüler kültüre soktu. Russell Crowe oynamıştı. Filmin ingilizce adı daha anlamlı idi: “Güzel bir Akıl” (A Beatiful Mind). Bilgi Üniversitesi başlığa taşımış: “İstanbul Güzel Akıllara Hoşgeldin Diyor” (www.bilgi.edu.tr).

Pazartesi öğleden sonra (15.15-16.45) “Nobel seansı” yapılıyor. Biri Nash, dört Nobel ödüllünün panelde tartışmasını doğrusu heyecanla bekliyorum. Mutlaka dinleyeceğim. Çok şey öğreneceğimden eminim.

Kongrede toplam 174 seansta dünyanın dört köşesinden 567 akademisyen 564 tebliğ sunuyor. Ekonomi politik, seçim sistemleri, toplumsal evrimin anlaşılması, ihale yöntemleri vs... Fevkalade ilginç konular irdeleniyor.

Oyun teorisi

Pazar günü “Higgs bosumu” üstünden teorinin gücüne değinmiştim. “Tanrı parçacığını” soyut matematikler keşfetti. Oyun teorisi bir başka örnektir. İlk bakışta gerçek dünyadan kopuk duruyor. Ama iyi şarap gibi, yıllar geçtikçe insanoğlunun bilgi dağarcığına yaptığı katkı daha belirgin hale geliyor.

Tebliğ verenler arasında 50’ye yakın Türk akademisyen var. Üşenmedim listeden kontrol ettim. Dünya üniversitelerine yayılmışlar. Aralarında oyun teorisinin alt dallarında öncü araştırmacılar da var. Konu ve katılan listelerine bakmakta yarar var.

Türkiye’nin teknoloji üretemediği çok söylenir. Karamsarlık yaygındır. Bırakın özgün bilgiyi, mevcutları taklit etmekte bile zorlandığına inanılır. Kongre programı matematik iktisat ve oyun teorisi için bu görüşün geçersizliğini kanıtlıyor.

Oyunlar 2012’nin İstanbul’da gerçekleşmesini mümkün kılan herkesi kutluyorum. Bravo! İstanbul’a yakışıyor.

Yazının devamı...

2050’de nüfus

Bu hafta kendime “konjonktür tatili” verdim. Biraz da zorunluluktan; bulunduğum yerden internete ulaşmak çok meşakkatli. Fırsatı kullanıyorum. Piyasaları izlemiyorum. Yeni verilere bakmıyorum. Gazete okumuyorum. Yerine akademik takılıyorum.

Kısa süre önce bir dev Avrupa şirketinin üst düzey yönetimi ile sohbet ediyordum. Ekonominin performansı ve yeni teşvik sistemi Türkiye’yi cazip kılmış. Yatırım radarına sokmuş. Karar aşamasındalar.

Laf bir ara Türkiye’nin nüfus dinamiklerine geldi. Başbakan Erdoğan’ın üç çocuk kampanyası ve etrafında oluşan siyasi polemik ilgilerini çekmiş. Ama tam bir yere oturtamamışlar. Görüşümü sordular.

Nüfusun yavaşlayarak artmaya devam edeceğini söyledim. Herhalde 100 milyonun altında zirveyi görür, bir süre yatay seyrettikten sonra düşüşe geçer dedim. O arada aklıma takıldı. Acaba yeni tahminler ne yönde diye meraklandım.

95 milyonluk Türkiye

Cevabı 11 Temmuz’da (geçen çarşamba) TÜİK’den geldi. “Dünya Nüfus Günü” için özel bir bülten yayınlandı: “Türkiye’nin Demografik Yapısı ve Geleceği, 2010-2050”. Vatandaşın ilgisini bildiğim için sonuçları sizlerle paylaşıyorum.

2011 ve 2050 yılları için tüm dünya ülkelerinin yıl ortası nüfusları veriliyor. 2011’de dünya nüfusu 7 milyar. Bunun yüzde 75’i nüfusu 50 milyondan fazla 24 ülkede yaşıyor. Türkiye 74 milyonla 18’inci sırada yer alıyor.

2050’de dünya nüfusu 9.3 milyara yükseliyor. 50 milyondan fazla nüfuslu ülke sayısı 37’ye, bu grupta yaşayan nüfusun oranı yüzde 80’e çıkıyor. Türkiye 94.6 milyonla 19’unculuğa geriliyor. Yani bir sıra düşüyor.

Büyük ülkeler sıralaması az değişiyor. 2050’de Çin birinciliği Hindistan’a bırakıyor. İki ülkenin nüfusu Türkiye’nin altına iniyor: İran (85 milyon) ve Almanya (75 milyon). Almanya biliniyordu. İran’ı ilginç buldum.

Öte yandan üç Afrika ülkesinin nüfusu 2050’de Türkiye’yi geçiyor: Kongo (149 milyon), Tanzanya (138 milyon) ve Kenya (97 milyon). Tabloda Afrika’nın dünya nüfusunda artan ağırlığı çok net görülüyor.

Düşen doğurganlık hızı

Nüfus dinamiğini doğurganlık hızı belirler. Bir kadının 15-49 yaş arasında doğuracağı canlı çocuk ortalamasıdır. Kritik sayı 2.1’dir. Nüfusu sabit tutar. Üstünde nüfus artar. Altında düşer.

2010-15 döneminde dünya için doğurganlık hızı 2.5 hesaplanıyor. En yüksek Niger’de: 6.9; en düşük Bosna-Hersek’te: 1.1. Türkiye ise tam sınırda: 2.1. Böylece doğurganlık hızında 186 ülke içinde 114‘üncü sırada yer alıyor.

2045-50 döneminde dünya doğurganlık hızı 2.2’ye iniyor. Yani durağanlığa yöneliyor. En yüksek Zambiya’da: 4.5; en düşük Umman: 1.1. Türkiye ise 1.8’le düşen nüfus bölgesine geçiyor. 126. sıraya geriliyor.

Son olarak Türkiye için daha iyi bilinen yıllık nüfus artış hızına bakalım. 2010-15 döneminde yüzde 1,3’ten (92. sıra) 2045-50 döneminde yüzde 0,2’ye düşüyor (109. sıra). Bültende çok bilgi var; göz atmanızı tavsiye ederim.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.