Diyarbakır Ulu Camii’nin etrafını saran eski çarşıların daracık sokaklarında, koridorlarında dolaşıyorduk. Aşefçiler Çarşısı’ndaki daracık çıkmazın sonundaki tabela öğlen sıcağında olsa bile çok davetkar geldi: Diyarbakır Lahmacun Merkezi, Kuruluş 1940. Diyarbakırlılara 1940 yılından beri lahmacun satabilen bir yer iyi, hatta çok iyi olmalıydı düşüncesi ve yüzümüzde bir gülümsemeyle içeriye girdik. Lahmacun fırını herkesin görebileceği şekilde ortaya yerleştirilmişti; biz fırının yanındaki birkaç merdiveni çıkıp fırına ile lahmacunların hazırlandığı tezgaha yukarıdan bakan bir mermer masaya oturduk. Lahmacunlar birkaç lokmadan sonra yediğim en iyiler arasında en tepelerde bir yere kuruluverdi. Hamuru incecik, kenarları iyice kızarmıştı, sadece kenarları değil, bütün lahmacun kıtır kıtırdı. Kısa ama çok lezzetli bir lahmacun ziyafetinden sonra kendimizi yine eski çarşıların daracık sokaklarına attık. Önümüze çıkan kuzu yüklü bir el arabasını görünce takip ettik ve karşımıza Kebapçı Mehmet Usta’nın Yeri çıktı. Dükkanın karşısındaki küçük taburelerin önündeki masaya oturduk. Kebabı lüks olduğu zannedilen kebap salonlarından ziyade böyle küçük, ama samimi, kişilikli kebapçılarda yemek her zaman tercihim olmuştur. Mehmet Usta kıpkırmızı Urfa biberleri eşliğinde masaya getirdiği kuşbaşı ızgara ile ne kadar haklı olduğumu bir daha gösterdi. Et kömür ateşinde kurutulmamış, tam kıvamında pişmişti. Her ısırışta suyu ve lezzetiyle ağzımızı sıvıyordu. Sonra “bunu da tatmalısınız” diye önümüze koyduğu kemikli (kuşbaşı) ise tam bir başyapıttı!Bu kadar etin üstüne bir tatlı gider diyorsanız, ki ben de diyorum, Diyarbakır’ın efsane tatlıcısı Sıtkı Usta’ya gitmelisiniz. Burada kadayıf yenir, kadayıfın da Antep fıstığı ile doldurulmuş “bohça” dediklerine doyum olmaz. Diyarbakır lahmacuncusu, kebapçısı, tatlıcısı, yarım yüzyıllık Fazıl Usta gibi (nefis tencere yemekleri de olan) paçacısı ile çok lezzetli bir şehir. Diyarbakırlılar sur içindeki Sülüklü Han gibi eski hanların avlularında olduğu kadar yeni şehrin geniş bulvarlarının kenarlarındaki café’lerde zaman geçirmeyi çok seviyorlar.Diyarbakır’a gitmişken ikisi de UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde olan dünyanın en uzun şehir surlarını ve görkemli surların altındaki Hevsel bahçelerini mutlaka gezmelisiniz. Sonra şehrin kenarından akıp giden Dicle nehrinin üstündeki tarihi on gözlü köprüye gidin, nehrin kenarındaki masalardan birine oturup masanıza bir semaver getirmelerini bekleyin. Sonra çayınız yudumlarken dünyanın en ünlü nehirlerinden birinin önünüzden akıp gidişini seyredin.En iyi şarap evde içilirGeçen hafta Berlin’in dünyanın en iyi 100 restoranı arasında gösterilen Nobelhart & Schmutzig yemekleriyle Mikla’ya misafirdi. Mikla da dünyanın en iyi 50 restoranından biri, dolayısıyla bizi bir ziyafet bekliyordu. Fırında bütün olarak pişirilmiş kereviz, çiğ patates ve hardallı yumurta, tarhana otu ve incirli tütsülenmiş kuzu sırtı iki çok iyi restoranın sunduğu ortak menü’nün yıldızlarıydı. Mikla’nın yaratıcısı Mehmet Gürs, Nobelhart & Schmutzig’in Almanya’nın en iyi somelyelerinden biri olan sahibi Billy Wagner ve Ertuğrul Özkök ile yemek sonu sohbetimizde konuyu iyi şaraplarla yemek uyumuna geldi. Ben Bordeaux, Burgonya, hatta Napa’nın “büyük şarapları”nın kokusunu, tadını, keyfini almanın en iyi şeklinin yanlarında yemek olmadan ve etrafınızda kalabalık olmadan, birkaç kıymetini bilen arkadaş ile olduğu fikrindeyim. Ama yemeğinizle de, restoranda olsun, evde olsun, iyi bir şarap içecekseniz, ona hak ettiği ilgiyi ve önemi vermeyi ihmal etmeyin derim.
İpsala’dan hudutu geçtikten sonra sizi ilk önce Dedeağaç, sonra da sırtlarını Rodop dağlarına dayamış iki tipik Osmanlı kenti, Gümülcine (Komotini) ve İskeçe (Xanthi) karşılarlar. Yabancı bir ülkede olmanıza rağmen sizi yurdunuzdaymışsınız gibi hissettiren bu kentlerden Gümülcine çok bereketli bir ovanın kenarında kurulmuş, nüfusunun yarısı da Batı Trakya Türklerinden oluşuyor. Hal böyle olunca da kent camileri, çarşıları ve tabii ki esnaf lokantaları, köftecileri, asırlık kahvehaneleri ile tam bir Anadolu kenti görüntüsü veriyor.Gümülcine’de ilk uğradığımız Trakya Aile Lokantası şehrin merkezinde küçük bir dükkan. Saat 11 buçukta sabah servis edilen paça, işkembe ve diğer çorbalar yeni bitmiş, öğlen yemeği hazırlıkları başlamıştı. Rıdvan Usta kömür ızgarasına köfteleri dizince ne yiyeceğim konusunda kafamda hiç bir soru işareti kalmadı. Balkanlar köftenin anayurdu ve bu küçük lokantanın köftelerinin iyi oldukları da görüntülerinden hemen belli oluyordu. Köfteler lezzette de beni yanıltmadılar, ama ekmeğimi masadaki birbirinden lezzetli tencere yemeklerine cömertçe bandırmaktan da feragat edemedim.Trakya lokantasının hemen yanındaki Çukur Kahve 1858 yılından beri aynı köşede, müşterilerin çoğu da sanki yıllardır orada oturuyorlarmış gibi. Kahvenin önündeki masalardan biri okkalı bir kahve eşliğinde kenin önünüzden akıp gitmesini seyretmek için ideal. Gümülcine’nin en büyük camii Yeni Camii 16. yüzyılda yapılmış, önünde küçük bir meydan, arkasında bir saat kulesi var. Meydanı saran dükkanlardan birisinden nefis bir kahve kokusu yayılıyor, önünde de kokunun cezbettiği insanlardan oluşan upuzun bir kuyruk. Kahveden bahsetmişken Gençlerbirliği lokalinin iki devasa asırlık çınarın gölgesindeki bahçesinde Yunanistan’ın olmazsa olmazını, bir soğuk kafe frape içmeyi de ihmal etmeyin.Gümülcine’ye gitmişken mutlaka uğranması gereken bir esnaf lokantası da Ta Adelfi. İki kardeşin yarım yüzyıl önce kurdukları lokantanın duvarlarında o günlerin fotoğrafları var. İki kardeş, iki beyefendi, kravatlı, kostümlü lokantalarının önünde poz vermişler. Ta Adelfi belli ki görmüş geçirmiş bir lokanta. Yemekler tanıdık yemekler, lezzetler tanıdık lezzetler. Dışarıda hava çok sıcak, masaya ilk önce buz gibi Komotini birası Vergina geldi. Birayla birlikte musaka, pastitio (fırında makarna), sıcak domates ve biber dolmaları ve domates sosu yanındaki pilava karışmış nefis bir İzmir köfte damağımı mest ettiler.Gümülcine ile Dedeağaç arasındaki Sapes kasabası da Melissa adındaki bir lokanta için yolu on beş, yirmi dakika uzatmaya değiyor. Hüseyin Usta küçük lokantasını zamanla büyütmüş, müşterileri Gümülcine’den Dedeağaç’a bütün bölgeden geliyorlar. Fırında oğlağı saatlerce pişmiş, çatalla dağılacak kıvama gelmiş, tadının zirvesindeydi. Hüseyin Usta’nın köfteleri ise kime sorsak “mutlaka yiyin” dedirtecek kadar meşhur ve şöhretlerini hak edecek kadar da lezzetliydiler. Aynı Batı Trakya’daki çoğu yer gibi...Güngör Uras’a veda...Güngör Uras ile 27 yıl önce La Torretta ile The North Shield pub’ı yazmak için Ataköy Marina’ya geldiğinde tanışmıştık. Ayşe Teyze’ye anlatır gibi basite indirgediği ekonomi yazılarının yanı sıra Ali Rıza Kardüz adıyla restoran yazıları da yazıyordu. Çok iyi bildiği konuları bile servis personeline “hanım kızım (veya delikanlı) anlat bakalım bunlar ne” diye sorar, dudaklarında muzip bir gülümseme belirirdi. O harika üslubuyla bunca yıldır yazdığı restoran yazılarının ülkemizde faydasını görmeyen restoran yoktur. Daha sonra benim de yeme içme yazılarına başlamamla onlarca yemekte beraber olduk. Güngör Uras her gördüğümde sevindiğim, aynı masada oturmaktan, sohbet etmekten, kahkahalarına eşlik etmekten, her seferinde, büyük keyif aldığım bir beyefendiydi. Çok özleneceksin Güngör bey, nurlar içinde uyu...
Sınırımıza yarım saat mesafedeki Dedeağaç uzun bir hafta sonu geçirmek için oldukça lezzetli bir kent. Sahilde dizili olan tavernalar uzo eşliğinde yemek için ideal...19. yüzyılın sonlarına kadar küçük bir balıkçı köyüydü. Türkçe adı Dedeağaç’ın köydeki ağaçların altında oturan ermiş dedelerden geldiği söylenir. Yunanca ismi Alexandroupoli ise Birinci Dünya Savaşı sonrası Yunan kralı Alexander’den gelir. Sınırımıza yarım saat mesafedeki bu sahil kenti son yıllarda ülkemizden gelen turistlerle dolup taşıyor. Şehirde her ne kadar iki yüz yıllık bir fener dışında fazla görecek bir şey yoksa da, sahildeki balıkçı tavernaları ve ara sokaklara yayılan canlı gece hayatı ile Dedeağaç uzun bir hafta sonu geçirmek için oldukça lezzetli bir kent.Yunanistan denince aklımıza ilk gelen şeylerden biri meze sofraları ve tabii ki uzo. Alexandroupoli de belki de Ege adalarından sonra bu keyfi yaşayabileceğiniz en iyi yerlerden biri, İstanbul’a yakınlığı da büyük bir avantaj. Sahilde dizili olan tavernalar uzo eşliğinde kocaman bir Grek salata, tarama, cacık, patlıcan salatası, sahanda peynir, kalamar tava, ahtapot ızgara gibi klasik mezeleri gün batımına karşı yemek için ideal. Bunlardan Archipelagos denizci dekoru, tahta sandalye ve masalı tipik dekoru ve lezzetli mezeleriyle iyi bir seçenek. Deniz kenarındaki masalarda oturursanız karşınızda denizin içinden yükselen Ege’nin an yüksek adası Samotraki’nin gün batımındaki manzarasına doyum olmaz.Balıklar ‘adadan’Ama Dedeağaç’ın en güzel balıkçı lokantası için birkaç metre içeriye girmeniz gerekecek. Nisiotiko, “adadan” demek ve adına yakışır şekilde denizden gelebilecek en güzel şeyleri kusursuz sunuyorlar. Morina balığı yumurtasından yaptıkları ve üstüne birkaç top somon havyarı bıraktıkları tarama muhteşem, kabak kızartma ile karamelize soğanlı kalamar da yediğim en iyiler arasındaydı.İki komşunun buluşmasıMeze, balık ve uzonun dışına çıkmak isterseniz, Dedeağaç’ta gitmeniz gereken lokanta Kelari Pro. Şarapta oldukları kadar yemekte de iddialı bir yer. Mahzeninde Yunan şaraplarının iyi örneklerini bulmak mümkün. Size tutkuyla önerecekleri kırmızı şarabın yanında olağanüstü lezzetli bir mantar yatağının üstünde Tagliata yemekten pişman olmayacaksınız. Tatlılardan Grek kahveli sufle ile Türk lokumlu bisküvi isminde iki komşu milletin isimlerini bulundurması kadar lezzetiyle de hoştu.Esnaf lokantasında biraSizi bilmem ama ben esnaf lokantalarını çok severim. Dedeağaç’ta da bir tane buldum, hem de en iyilerinden: Nea Klimataria. Pastitzio, musaka, gigantes pilaki ve salçalı köfte düşünmeden önereceklerim. Diğer yemekleri aynı bizdeki esnaf lokantalarında olduğu gibi mutfağın önündeki tezgahtan görerek seçebilirsiniz. Bizdeki esnaf lokantalarında pek olmayan bira ise burada yemeklerinizin harika bir eşlikçisi oluyor. Yerel biraların tadına bakmaktan hoşlanıyorsanız, Nea Klimataria’da Mythos yerine Batı Trakya’nın birası Vergina’yı deneyin derim. Bir de tabii ki Balkanların olmazsa olmaz lezzeti olan börek var. Burada “bugatsa”, yani poğaça diyorlarsa da bildiğimiz börek. Bir sabah Dimokratias 164’teki küçük börekçinin önündeki masalara oturup peynirli, pırasalı ve mutlaka kıymalı çıtır çıtır böreklerin tadına bakın.
Yaz dönemini boş geçmek istemeyen sanatseverler için iki başarılı sergi ve Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin gerçekleştirdiği 7.Uluslararası Öğrenci Trienali, değerlendirilebilecek etkinliklerden.Tam da ithal biralar ile bira dünyamız zenginleşti, giderek daha çok restoran biraya hakkettiği önemi vermeye başladı, çeşitli etkinliklerde bira ile yemek eşleşmeleri tartışılmaya başlandı diyorduk. Son bir ayda döviz kurlarında yaşanan hızlı yükseliş ithal biraların geleceği ve fiyatları üzerinde kara bulutların birikmesine neden oldu. Ama neyse ki yıllardır bizi birasız bırakmayan Efes Pilsen ile Tuborg hem biralarının lezzetlerini fark edilir biçimde arttırdılar, hem de sundukları bira çeşitlerini çoğalttılar. Buna bir de sayıları nihayet bir elin parmaklarını geçen yerli kraft bira üreticileri eklenince bir hangi yemekler hangi bira içilir yazısı daha yazmanın da vakti geldi.Lager biralar ile makarna ve pizzalarYaz ayları gelip plajları, havuz başlarını doldurmaya başlayınca akla önce buz gibi sarışın Lager biralar gelir. Ülkemizde de üretilmeye başlanan Amerika’nın ünlü birası Bud veya Miller, Corona gibi rahat içimli, serinletici biralar da buralarda ilk tercih edilenler olur. Sosis, patates, köfte gibi atıştırmalıklarda da ilk aklımıza gelenler genellikle eski dostlarımız Efes Pilsen ile Tuborg olur.Spagetti ve pizza gibi İtalyan yemekleriyle de Lager biralar uyum sağlar. Şaraplarıyla tanınan İtalyanlar da ciddi bira içicileri. Son yıllarda çok iyi artizanal biralar da üretmelerine rağmen, domates soslu makarna ve pizzanın yanında iyi bir sarışın Lager birayı tercih ederler. Bizim de Efes Pilsen olsun, Bomonti veya Tuborg olsun, iyi Lager biralarımız var.Salataların yanında Belçika birasıBira yaz sıcaklarında özellikle öğlen yemeklerinde yemeyi pek sevdiğimiz salataların yanında da çok iyi gider. Sezar Salata’ya Belçikalıların eski manastır reçeteleriyle yaptıkları Leffe Blond veya Westmalle Tripel gibi biralar lezzet katar. Almanların Erdinger gibi buğday biralarının da salatalar ile uyumu denenebilir.Hamburger ile Indıa pale ale Kızarmış patatesle gelen bir Hamburger, “benimle bira iç” diye bağırır. Aklımıza ilk gelen bira bir Pilsen birası, yani sarışın Lager olursa da, ben son yıllardaki “bira devrimi” sayesinde tanıştığımız kraft biraların belki de en dikkat çekeni olan IPA, yani India Pale Ale’i önereceğim. Şerbetçiotunun aromasının ve acımtrak tadının cömertçe öne çıkarıldığı bu biraların ülkemizdeki iyi örnekleri Pablo IPA ile Frederik IPA.Güveçte et, İngiliz bitter biralar ve amber aleİngiltere’de pub’larda bira denince akla gelen biralar hafif acımtrak tatlarından dolayı Bitter diye bilinen, diğer ülkelerde de Amber Ale adıyla bilinen biralar. İngilizlerin bol gravy, yoğun et suyu soslu yemekleri ile gulaş, tas kebabı, güveçte pişirilen soslu yemeklerin yanında tatlarına doyum olmaz. Steak ile amber lager veya amber ale birasıSteak denince akla ilk gelenin “kırmızı etle kırmızı şarap” kuralından hareketle iyi bir Cabernet Sauvignon veya Shiraz olduğunu itiraf etmeliyim. Ama Brooklyn’deki efsane steak house Peter Luger’de olduğu gibi kızıla çalan Brooklyn Lager veya Samuel Adams gibi bir birayı da deneyebilirsiniz. Balık ile buğday birası iyi eşlikçidirBalığın yanına bira önerme diyebilirsiniz. Bavyeralıların ünlü buğday biraları, Weissbier’ler, somon veya ızgara balıkların yanında balığın bildiğimiz klasik eşlikçilerini öğlen yemeklerinde pek aratmaz. Yazın, bir öğlen yemeğinde balığın yanında bir Erdinger Weissbier, Schneider Weisse veya kraft biralarımızdan Zıkkımm Weiss deneyin derim.
Karadağ, Balkanlar’ın en küçük ülkesi ve gerçekten de olağanüstü güzelliklere sahip...Bir gazeteci Karadağ Ekonomik Kalkınma Bakanı’na “ülkenizin turizm açısından muhteşem bir geleceği var, bize 24 saatlik bir Karadağ programı yapar mısınız” diye sormuş. Bakan biraz düşündükten sonra cevap vermiş: “Akşam Tivat’a uçun, iniş sırasında Kotor Körfezi’ni göreceksiniz, harika bir manzaradır! Eski Kotor’a, o surların içindeki Ortaçağ’dan kalma Venedik şehrine mutlaka gidin. Tarihi başkentimiz Cetinje eski Karadağ’ı yaşamak için, İşkodra gölü ise Avrupa’nın en büyük kuş cennetini görmek için listenizde olmalı. Bir de Sveti Stefan var tabii ki!” Sonra da gülümseyerek eklemiş: “Montenegro’da 24 saat kalırsanız bir hafta daha kalmak istersiniz.”Balkanlar’ın bu küçük ülkesi gerçekten de olağanüstü güzelliklere sahip. Avrupa’nın en büyük gölü İşkodra, dünyanın ikinci en derin kanyonu Tara ve Lord Byron’un “kara ile denizin en güzel buluşması” diye anlattığı o muhteşem güzellikteki bir körfezden çok fiyordu andıran Boka Kotorska, yani Kotor Körfezi.Karadağ fotoğraflarında en göze çarpan kare Sveti Stefan’dır. Bir ucunda yine Ortaçağ’dan kalma bir kasaba olan Budva’nın olduğu “Montenegro Riviera’sı” diye bilinen plajlarla dolu sahilin öbür ucundaki bu eski balıkçı köyü sahile bir kumsalla bağlı olan küçük bir adanın üstünde. Dünyaca ünlü Aman grubu bütün köyü alıp bir otele çevirmiş. Gecesi bin avro’dan başlayan odalar dünya jet sosyetesinin ve ünlülerin adresi olmuş. Ama Budva sahili beton otelleri ve yamaçları canavar kaplayan siteleri ile maalesef bizim de mahvettiğimiz bazı sahil kasabalarımıza benzemiş.Kotor ise adını taşıyan körfezin sonunda surlarla çevrili eski şehri çok iyi korunmuş UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde yer bulmuş bir kasaba. Arkasındaki sarp dağlara tırmanan surlarına çıkınca önünüzde uzanan manzarayı seyretmeye doyum olmuyor. Kotor Körfezi’ni saran dağların yükseklikleri bin metreyi buluyor ve zirveleri Akdeniz’in bu kuytu köşeye girmiş olan sularında yansıyor. Bu manzara size “burası kışın, gökyüzünü kara bulutlar kapladığında da çok güzel olmalı” dedirtiyor. Kotor’un hemen yanındaki Dobrota’nın sahilindeki çok keyifli yürüyüş yolunun kenarında aynı aileye ait iki harika butik otel var: Forza Terra ile Forza Mare. İkisinin de denizin üstüne uzanan ahşap güneşlenme platformları var. Bunlardan Forza Mare’nin iskelesi denizden büyük yatlar ve yelkenlilerle gelen müşterilerin de olduğu bölgenin en iyi restoranlarından birisi.En az bir hafta kalmak gerekirKörfezin ortalarındaki Perast da yüzyıllara bozulmadan dayanabilmeyi başarmış çok güzel bir köy. Venediklilerden kalma görkemli bir kilisenin etrafında sahil boyunca balıkçı lokantaları var. Buradaki Konoba Şkolji, “çevapi”, yani Balkan köftesi başta olmak üzere yerel yemekleri tadabileceğiniz iyi bir aile lokantası. Yerel yemeklerden bahsetmişken Balkanlarda içtiğim en iyi standart biralarda Nikşiçko’yu denemeyi unutmayın derim.Tivat’a gelince, milyarlarca dolar harcanarak yapılmış olan Porto Montenegro Marinası barları, lokantaları ve pahalı mağazalarıyla görülmeye değer. Ama Podgorica havalimanına dönerken yolunuzu yarım saat uzatıp İşkodra Gölü kıyısına mutlaka uğrayın. Göl kenarındaki Jezero restoranda oturup Plantaze bağlarının İngilizlerin ünlü Decanter dergisinden madalya almış kırmızı şaraplarını yudumlayın. İşkodra Gölü’nün, etrafını saran sarp dağlar ve sığ sularını kaplayan milyonlarca nilüfer ile sunduğu manzara muhtemelen size de “evet, Montenegro’da en az bir hafta kalmak gerekirdi” dedirtecektir.
Bolu ve çevresi, göze olduğu kadar mideye de lezzetli seçenekler sunuyor. Ne de olsa Türkiye’nin en ünlü aşçıları, Bolu’nun ilçesi Mengenli. Bu hafta size, Bolu ve civarındaki lezzet duraklarını tanıtmaya çalışacağım...Bolu’nun aşçılarıyla ünlü Mengen kasabasında Belediye Başkanıyla yemek yerken sormadan edemedik: Nasıl oluyor da 5 bin nüfuslu bu kasabanın ismi aşçı denilince bütün ülkede akla ilk gelen isim oluyor? Kasabanın ortasından akan bir çayın kenarında yemyeşil bir doğanın ortasında oturuyorduk. Başkan Turhan Bulut kasabasının aşçılarının şöhretinin taa Fatih Sultan Mehmet’in zamanına kadar uzandığını keyifle anlatırken biz Mengenli hanımlar yaptıkları ev yemeklerinin tadına bakmaya doyamıyorduk. Kaldirik sarma olağanüstü lezzetliydi, incecik açılmış su böreklerinden mantarlı olanı alışılmadık olduğu kadar çok da lezzetliydi. Yörenin ünlü yemeği ciğerli kedibatmazı yerken Behiye hanım yemeklerin lezzetinin sırrını gülümseyerek “biz Mengen’de erkekleri mutfağa sokmayız” diye açıklıyordu.Mengen’in hünerli aşçıları Latife bir yana Mengen’in aşçılarına dönecek olursak, Fatih devrinden şöhretleri yayılmış ve saray mutfağını ele geçirmişler. Hal böyle olunca yüzyıllar boyunca sadece değil, tabii ki paşalar ve devlet erkanı da konaklarına, yalılarına aşçı alırken Mengenli olması pek dikkat eder olmuşlar. Mengen bugün ülkenin ilk Aşçılık Lisesi’ne sahip ve İzzet Baysal Üniversitesi’nin gastronomi bölümünde de önemli bir yeri var. Bu yıl 33’üncü kez yapılacak olan Mengen Uluslararası Aşçılık ve Turizm Festivali’ne 66 kent mutfaklarıyla katılıp ziyaretçilere yöresel yemekleri, lezzetleri tattıracak. 4-5 Ağustos’da yapılacak olan bu festival Anadolu’nun bu yemyeşil ormanların içindeki şirin kasabasına gitmek için çok bir sebep. Ama yolunuz Mengen’e Aşçılık Festivali dışında düşerse mutlaka uğramanız gereken lokanta 30 küsur yıldır varlığını sürdüren bir esnaf lokantası: Müdürün Yeri. Salçalı bulgur çorbasını yemeniz gerektiğini masaya oturduğunuz anda söylüyor. Ben de söz dinleyin ve onu da, başka bir başyapıt olan salçasız nohutu da mutlaka tadın derim.Bolu’ya gelince, bütün ülkeye aşçı veren bu ilin merkezinde de çok lezzetli lokantalar var. Kubbealtı, Bolu’nun ana meydanında Yıldırım Beyazıt devrinde yapılmış ve hâlâ kısmen kullanılan bir hamamın kubbelerinin altında bir gözlemeci. Gözleme ve katmerler gözünüzün önünde açılıyor ve sac üstünde mahir eller tarafından pişiriliyorlar. Onlarca çeşit arasından seçmek çok zor oluyor, ama küçük parçalara kesilip üstüne cömertçe sarımsaklı yoğurt dökülmüş olan kıyma ve patlıcanlı gözlemeleri unutulmayacak kadar lezzetliydi.Cennetten bir köşe GölcükBir de Etevi var ki her etseverin yaşadığı şehirde olmasını hayal edeceği bir kasap ve steak house! İlk önce çeşitli köftelerin arasında kaybolduk, sonra fokurdayan bir tereyağın içindeki ince bonfile dilimleriyle mest olduk. Öylesine ki onlardan sonra masaya gelen tam kıvamında pişmiş olan “dry-aged” T-Bone steak’in hakkını veremedik. Bolu’nun etleri çok lezzetli. Şehrin en iyi otellerinin başında gelen Gazelle de bu konuda çok iddialı. Cennetten bir köşe olan Gölcük gölünün kıyısındaki restoranlarından sonra şimdi otelin hemen yanında bir steak house açacaklar. Biz o kadar bekleyemedik. Ümit şef’in Seben kuzusundan yaptığı şiş olağanüstü lezzetliydi, hele yanındaki Bolu’nun bilenlerin bildiği muhteşem patateslerinden yaptığı tereyağlı kızartma ile. Tatlı olarak önümüze gelen üstü incecik bir bal tabakasıyla kaplı olan höşmerim ise anlatılamaz, ancak her lokması tadına varılarak yenir.Şehre sadece on dakika mesafedeki ormanların içine adeta saklanmış olan Gazelle’in etrafında dolaşırken geyiklere, karacalara rastlamak pek sürprizden sayılmıyor. Kahvaltıda etrafta dolaşan tavukların yumurtalarını yiyor, şansınız varsa muhteşem bir manda kaymağını ekmeğinize sürüp nefis bir bal ile süsleyebiliyorsunuz. Sonbaharda buralardaki ormanlar kırmızıdan turuncuya, sarıya mora bürünüyorlar.Bu lezzetli ile tekrar gitmek için ideal zaman olmalı.
Bu hafta konumuz Ege’nin -her ne kadar artık kasabaya dönüştüyse de- şirin köyü, Alaçatı’nın damak çatlatan lezzetleri.Ben pek bir kahvaltı insanı değilim. Daha doğrusu hafta sonları hariç kahvaltımı bir çay ve bir dilim ekmek ile yapmayı yeterli bulurum. Hafta sonları tabii ki özeldir; öğlen yemeğinden biraz feragat edilip mükellef bir kahvaltı yapmak için idealdirler. Kahvaltının aklıma geldiği başka bir zaman da Almanya’da veya Ege kıyılarında olduğum zamandır. Almanya da nereden çıktı diyorsanız o başka bir yazı konusu. Bu hafta konumuz Ege’nin -her ne kadar artık kasabaya dönüştüyse de- şirin bir köyü, Alaçatı.Konuya kahvaltıyla girmemin nedeni Alaçatı’nın taş evlerinin arasında küçük bir havuzun yerleştirildiği yemyeşil bahçesiyle adeta bir vaha olan Sedirli Ev. Birkaç odalı ev havasında bir otel olmasının dışında Zeynep hanımın kahvaltıları Sedirli Ev’de kalmak için yeterli bir neden: Börekler, çörekler, kumru ve pek sevdiğim pişiler, Zeynep Erdem’in annesi 90 yaşındaki Süheyla hanımın ev reçelleri, reçel demişken üstüne vişne reçelinin taneleri dökülmüş Ege’nin o lor peyniri...Kahve molasıGeç yapılmış bir kahvaltıdan sonra Alaçatı’nın sokaklarına kendinizi attığınız zaman her yolun çıktığı köyün küçük meydanına varacaksınız. Buradaki Köşe Kahve adına yakışır şekilde meydanın bir köşesini sarıyor ve dışarıdaki masaları gelip geçeni seyrederken bir kahve veya bira içmek için ideal. Bir de çilek, şeftali gibi mevsim meyveleriyle yapılan salataları var ki harika bir öğlen yemeği olarak mutlaka denenmeli!İncir ağaçlarının gölgesindeki bir bahçeye keyifli bir şekilde yayılmış olan Asma Yaprağı Alaçatı’nın klasiklerinden ve açıldığı günden beri lezzetine lezzet katıyor. Yirmi çeşit meze ve yemeğin arasından seçmek çok zor oluyorsa da vişneli yaprak sarmayı denemeden masanızdan kalkmayın derim.İnsula eski bir taş evde, kaldırımda birkaç masası var. Mönüde Ege’nin iki yakasından da iyi yapılmış yemekler var. Buradaki lorlu kabak çiçeği dolmasıyla beni çocukluk yıllarıma görüren lavantalı muhallebi adeta damağıma kazındılar. Haftanın belirli geceleri caz yapıyorlar, rastlarsanız gecenizin keyfine keyif katmış olursunuz.Kabukluları tadınBizde kabuklu deniz mahsulleri üzerine yoğunlaşan restoran sayısı çok azdır. Viento Oteli’nin girişindeki Sota bu boşluğu çok güzel dolduruyor. İstakoz, mavi yengeç, istridye ve tabii ki midye (şarap soslu midye denenmeli) üç tarafı denizle sarılı Çeşme yarımadasının üç bir yanından taze taze sunulan lezzetlerin başında geliyorlar.Şef Kemal Demirasal’ın bütün Alaçatı’yı, hatta neredeyse iki taraftan da denizi gören bir tepede kurulu restoranı Yek, masanıza yemekler gelince o güzelim manzaraya artık bakma ihtiyacı hissetmeyeceğiniz bir restoran. Deniz fasulyeli sardalye sashimi, hardal soslu ızgara kuşkonmaz ve fırınlanmış şeftalili ızgara ahtapot yediğim en iyilerin arasındaydı.Enfes pizzalarAlaçatı’nın birkaç kilometre dışına, Reisdere köyüne kadar gitme zahmetinde bulunursanız, orada sizi ülkemizde zor bulunacak zenginlikte şarküteri çeşitlerinin ve gerçekten çok iyi pizzaların yapıldığı bir restoran karşılayacak. Kolburanos çok iyi restore edilmiş 200 yıllık bir taş evde, arkada pizza fırının da bulunduğu geniş bir bahçesi var. Mönüde yok, ama sadece nefis bir domates sosu ve sarımsaklı Pizza Marinara isteyin. Çok güzel yapıyorlar, yanında bir Pablo IPA bira ile de yaz sıcağında çok iyi gidiyor.
Dünyanın En İyi Restoranları listesi açıklandı, Mehmet Gürs’ün Mikla’sı listeye 44’üncü sıradan girdi. Bu ülkemiz için büyük bir gurur.Lima’da doğdum, büyüdüm ve ülkenin kalan kısmıyla, And Dağları veya Amazonia ile ilgili neredeyse hiçbir fikrim yoktu” diyor Şef Virgilio Martinez. Lima’da karısı Pia Leon ile şefliğini yaptığı restoranı Central, son dört yıldır prestijli “The World’s 50 Best Restaurants” listesinde ilk 10 arasında, bu yıl ise 6. sırada yer aldı. Peru mutfağının son yıllarda dünyanın en aranan, en lezzetli mutfaklarından birisi olmasının öncüsü olan Martinez “Peru’da İspanyol kaşiflerin zamanından beri hep bilinmeyenleri keşfetmek benliğimizin bir parçası olmuştur. Benim için de yemek yapmaya başladıktan sonra And Dağları’nın 3-4 bin metrelik zirvelerinde olsun, Amazon’un yağmur ormanlarında, hatta okyanusun derinliklerinde olsun, bilinmeyen tatları keşfetmek bir tutkuya dönüştü” diyor. Öze dönmenin, ülkenizin zenginliklerini keşfe çıkmanın, dünyaya tanıtmanın ve başarılı olmanın özeti!Bu yıl 50 Best, yani “dünyanın en iyi 50 restoranı” listesindeki gurur kaynağımıza gelmeden ilk sıralardaki restoranlara bir göz atalım. İstanbul’da Zorlu Center’de açtığı restoranın kıymetini bilmeyip bir yılda kapattırdığımız Massimo Bottura Modena’daki restoranı Osteria Francescana ile bir yıl aradan sonra tekrar “Dünyanın En İyi Restoranı” ünvanını almayı başardı. Yıllardır ilk 3 arasındaki yerini koruyan ve 2 defa “en iyi” ünvanını almayı başarmış olan Katalonya’daki El Celler de Can Roca 2’nci olurken Fransa’nın Menton kentindeki Mirazur ilk 10 arasında yer aldığı üç yılda 3’üncü sıraya yükselmeyi başardı. Şef Mauro Colagreco İtalyan asıllı bir Arjantinli ve Alain Ducasse ile çalışmış. Bu özellikleri bile mutfağını ve yemeklerini merak etmek için yeterli. Geçen yıl “dünyanın en iyi restoranı” olan Eleven Madison Park 4’üncü sıraya düştü; ama Şef Daniel Humm’un fırında bal ve lavantalı ördeği tabii ki süksesinden bir şey kaybetmedi. 5’inci sıradaki Gaggan 3 yıldır Asya’nın en iyi restoranı ünvanını taşıyor. Bangkok’ta Hintli şefi Gaggan Anand’ın adını taşıyan restoran kendini “progresiv Hint mutfağı” olarak tanımlıyor. Hint yemeklerini sevenler için cennet olmalı!İlk 10 arasında Central ve hemen altında 7’nci sıradaki Maido ile Peru’nun başkenti Lima 39’uncu sıradaki Astrid y Gaston ile dünyanın en iyi 50 restoranından üç tanesine ev sahipliği yapıyor. Astrid y Gaston’un şefi Gaston Acurio bu yıl “yaşam boyu başarı” ödülüne de layık görülen şef oldu. İspanya’nın ise bu yıl ilk 10 içinde 3, ilk 50 içinde ise 7 tane temsilcisi var. Bu gidişle Peru yakında İspanya kadar adından bahsettirmeye başlayacak. Darısı onlar gibi çok zengin bir lezzet coğrafyasına sahip olan bizlerin başına deyip konuyu nihayet Mikla’mıza getirelim:Mehmet Gürs dünyanın zirvesindeChanga yıllar önce dünyanın en iyi 50 restoranı arasına girmeyi başaran tek restoranımız olmuştu. Sonraki uzun yıllar “bu listelerde biz neden yokuz” diye hayıflanmamız ile geçti. Ve nihayet Mikla 51 ile 100 arasını 3 yıl içinde tırmanarak 2018 yılının “The Worls’s 50 Best Restaurants” listesinin 44’ncü Sırasına yerleşip “dünyanın en iyi 50 restoranı” listesinde bir Türk restoranının olmasını sağladı. Mehmet Gürs ile ekibi de Mikla’nın başarısını Virgilio Martinez ile ayrı ülkelerde birbirlerinden habersiz aynı felsefeden yola çıkarak sağladı. “Yeni Anadolu Mutfağı” adını verdikleri mutfaklarına kavuşmak için ülkemizin dört bir köşesini dağ taş gezip, yerel üreticilerle konuşarak, tadarak fikir alışverişinde bulundular. Ortaya Marmara Pera otelinin çatısındaki o eşsiz manzaralı restoranda sunulan bizim yemeklerimizin çok yaratıcı dokunuşlarla daha da lezzetli hale getirildiği bir mönü çıktı. Ama ne yazık ki Mehmet Gürs’ün Mikla’da yarattığı mucizenin kıymetini de gene bizden çok yabancılar biliyorlar. Bu başarı öyküsünün ülkemizin tanıtımına yaptığı katkı çok önemlidir. Çünkü şu bir gerçek ki gastronomi turizminde bir şehre giden turistler Michelin yıldızları kadar bu Best 50 listesine de bakarlar, hatta gidecekleri şehirleri, Lima veya İstanbul bile olsa, oradaki restoranlara göre seçerler.