DÜNDEN DEVAMKur’ân-ı Kerim, Allah’ın birliğine inanan ve yalnız O’na tapan insanların, birbirlerine destek olmalarını, tek Allah’a iman ve ibadette birleşmelerini istemektedir: “De ki: Ey kitap ehli, bizim ve sizin aramızda ortak olan söze gelin: Yalnız Allah’a tapalım, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, birbirimizi Allah’tan başka rablar edinmeyelim” (Âl-i İmran: 64).Kur’ân-ı Kerim, aşırı davranışlarıyla dinlerini bozan, dinin ruhundan ayrılan çıkarcı kitap ehlini kınar ama kitap ehlinin hepsini aynı kategoriye sokmaz. Peygamberlerini tanrılaştıran yahut Allah’ın oğlu mertebesine çıkaran veya Allah’ın üç varlıktan oluştuğunu söyleyen kitaplıları kâfirlikle nitelerken (Maide: 72-73), dinlerinin aslı olan tevhide bağlı kalanları övmektedir: Âl-i İmran Suresi’nin 112’nci ayetinde de ilahi mesaja, peygamberlere karşı olumsuz davranışlar içine giren Yahudilerin, Allah’ın gazabına uğradıkları belirtildikten sonra hepsinin bir olmadığı, kitap ehli içinde Allah’a ve ahirete inanıp, geceleri ibadet eden, hayır işlerine koşan salih kimselerin de bulunduğu ve öylelerinin ödüllendirileceği, üzüntüye uğratılmayacağı vurgulanmaktadır.Yüce Allah’ın ilahi prensibiGörülüyor ki Kur’ân-ı Kerim, bir milleti topyekün azaba mahkûm etmemiş, indirilen Hak kitabının ruhuna bağlı kalanların ödüllendirileceğini, onun yolundan ayrılanların da cezalandırılacağını belirtmiştir. Bu, Allah’ın genel yasası, ilahi prensibidir. Son Peygamber Hz. Muhammed’e inanmış olduklarını söyleyen herkesin cennete gideceğini söylemez ancak Allah’a ve ahirete inanıp salih amel yapanların cennete varis olacaklarını vurgular. Kur’ân’a göre iman, sadece kuru bir sözden ibaret değildir. Güzel eylemler biçiminde görünen kesin düşüncedir. İyi yürekli, haksever insanlarRad Suresi’nin 19-24’üncü ayetlerinde cennetlik olan müminlerin vasıfları anlatılmaktadır. Bunlar sadece “inandık” diyenler değil, fakat sözlerinde duran, Allah’ın buyruğunu yerine getiren, Allah’a saygılı, ahiret hesabına inanıp bundan korkan, Hak yolunda çekilecek eziyetlere sabreden, namazlarını kılan, Yüce Allah’ın kendilerine verdiği rızıktan gizli ve açık sadaka veren, kötülüğü iyilikle savan kimselerdir. Müminun Suresi’nin 1-11’inci ayetlerinde cennete girecek olan müminlerin vasıfları anlatılmaktadır. Bunlar, sözle inanmış olduklarını iddia edenler değil, fakat saygıyla namazlarını kılan, yalandan, boş sözlerden uzak duran, zekâtlarını veren, namuslarını koruyan, sözlerinde duran, emanetlere hıyanet etmeyen salih insanlardır. Eski ümmetler içinde böyle temiz kişiler olduğu gibi, bu ümmet içinde de vardır: “Çoğu öncekilerden, birazı da sonrakilerden (olan bu insanlar)” (Vakıa: 13-14). İşte cennete girecek olanlar bu iyi yürekli, haksever insanlardır.
DÜNDEN DEVAM“Musa kavmi içinde doğrulukla hakka götüren ve hakla adalet yapan bir topluluk da vardır. Yarattıklarımız içinde, doğrulukla hakka götüren ve hakla adalet yapan bir ümmet de vardır” (Araf: 159, 181). “Ama hepsi bir değildir. Kitap ehli içinde, gece saatlerinde ayakta durup Allah’ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanan bir topluluk da vardır.Onlar, Allah’a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emreder, kötülükten menederler, hayır işlerine koşarlar. İşte onlar iyilerdendir. Yapacakları hiçbir iyilik inkâr edilmeyecektir. Şüphesiz Allah, (günahlardan) korunanları bilmektedir” (Âl-i İmran: 113-115). “Sonra kitabı (yani Hz. Musa’dan intikal eden Tevrat’ı) kullarımız arasından seçtiklerimize miras verdik. Onlardan kimi nefsine zulmedendir, kimi orta gidendir, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçendir. İşte büyük lütuf budur” (Fatır: 32). Önceki ayetlerde Yahudileri çeşitli olumsuz davranışlarından ötürü kınarken bu ayetler iyileri istisna etmekte, hepsinin bir olmadığını vurgulamaktadır. Hz. İsa, “Kötüye karşı koyma ve senin sağ yanağına kim vurursa ona ötekini de çevir. Ve eğer biri seninle mahkemeye gidip senin gömleğini almak isterse ona abanı da bırak. Ve kim seni bir mil gitmeye zorlarsa onunla iki mil git. Senden dileyene ver, senden ödünç isteyenden yüz çevirme” diyecek kadar insan sevgisi aşılamıştır. Onun öğütlerinden ve tebliğ ettiği dinin ruhundan ayrılmayan insanların yüreklerinde şefkat olur. Yüce Allah “Arkalarından Meryem oğlu İsa’yı da gönderdik. Ona İncil’i verdik ve ona uyanların gönüllerine şefkat ve rahmet (acıma duygusu) koyduk’’ buyurmuştur. İşte Hz. Peygamber devrinde bu sevgi ruhunu taşıyan bazı keşişlerin ve rahiplerin de teşvik ve telkinleriyle Hristiyanlar, Müslümanlara dostça davranmışlardır. İçlerinden heyetler gelip Allah’ın Elçisi ile görüşmüş, Kur’ân dinlemiş, kimileri Müslüman olmuş, kimileri Hristiyan kalmakla beraber Allah Elçisi’nin peygamberliğini kabul etmiştir. Necran heyeti böyledir. Allah’ın Elçisi Hristiyanların, kendi mescidinde, Hristiyan usulüne göre ibadet etmelerine müsaade etmiştir. Kendinden önceki kitabı neshetmek (yürürlükten kaldırmak) şöyle dursun, ona sahip olucu, koruyucu ve doğrulayıcı olarak indirildiği bildirilen Kur’ân (Maide: 48), kitap ehline, kitaplarını bırakmalarını değil, tam tersine kitaplarının hükmünü olduğu gibi uygulamalarını emretmektedir: “İçinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında dururken seni nasıl hakem yapıyorlar da sonra dönüyorlar? Onlar inanıcı değillerdir. Gerçekten Tevrat’ı biz indirdik, onda yol gösterme ve nur vardır. İslâm olmuş peygamberler, onunla Yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Tanrı’ya vermiş zahidler ve abidler de Allah’ın kitabını korumakla görevlendirildiklerinden onu uygular ve onu gözleyip kollarlardı” (Maide: 43-44). DEVAM EDECEK
* DÜNDEN DEVAMMekke ordusu, aleyhlerine dönen tabiat güçlerine, fırtınalara ve soğuğa dayanamayıp gidince Müslümanlar, Yahudi Kurayza Oğulları‘nı kuşatıp bozguna uğrattı. Yahudiler, Peygamber’in hayatı boyunca ona ve yeni dine karşı çıktılar, onu boğmaya çalıştılar. İzahına çalıştığımız ayette, Medine Yahudileri‘nin genel tutumu canlandırılmaktadır. Ama iyi bilinmelidir ki, bu ayetlerin amacı bütün Yahudileri kınamak veya Yahudi dinini yahut Yahudi ırkını kötülemek değildir. Bir kere Hz. Peygamber’in kendi hanımı olan Safiyye bir Yahudi kadınıydı. Ona dil uzatan iki eşine karşı bu hanımını savunmuş, “Onlar seninle nasıl bir olabilirler ki, sen peygamberler soyundan geliyorsun?” diyerek bu Yahudi hanımının ırkını övmüştür. Kur’ân hiçbir milleti toptan kötülükle damgalamaz. Onların içinde iyiler bulunduğuna dikkat çeker. Ancak Medine’de bulunan Yahudilerin genel tutumu olumsuz olmuştur. Tabii bunun sebebi de din değil, dinin dünya çıkarına göre yorumlanmasıdır yani siyasettir. Kur’ân kötü davranan Yahudileri kınarken pekâlâ iyi niyetli Yahudileri övmektedir. Hiçbir milletin veya kişinin, kendisini Allah’ın seçkin kulu, başkalarından üstün görmeye hakkı yoktur. Allah âlemlerin rabbidir. İnsanların hepsi Allah’ın kuludur. Her toplumda iyiler de vardır kötüler de. Yahudilerin de kötüleri yanında iyileri de vardır: “Onların içinde de ılımlı, orta yolda giden bir toplum vardır ama çokları ne kötü işler yapıyorlar” (Maide: 66). Kur’ân-ı Kerim, insanlar arasında bozgunculuk yapmaya, savaş çıkarmaya çalışan Yahudileri kınarken dinlerinin ruhuna bağlı kalan ılımlı insanları da övmekte, bütün bir milleti kötü sıfatıyla damgalamamakta, kitaplarının hükümlerini doğru uyguladıkları takdirde bolluk içinde yaşayacaklarını bildirmekte ve onları, kitaplarını gereğince uygulamaya çağırmakta, kitaplarının hükümlerini uygulamadıkça bir temel üzerinde olmayacaklarını belirtmektedir (Maide: 63-70).Allah’ın, bütün peygamberler aracılığıyla insanlara gönderdiği din İslâm, yani sadece Allah’a tapma dinidir. Allah, İslâm’dan başka bir dine razı olmaz. İslâm, Allah’ın nurudur. Allah, nurunu tamamlamayı üzerine almıştır (Tövbe: 32-33, Saf: 9 ve Fetih: 109 28). Rad: 23’te belirtildiği üzere kitap ehli, kendi kitaplarını doğrulayan Kur’ân’ın inmesinden sevinç duymuşlardır. Çünkü yeni vahyin, kitaplarını doğrulaması, kendi durumlarını güçlendirir. Tevhide bağlı olan kitap ehli, ibadetin yalnız Allah’a yapılacağını, yalnız O’nun yasalarına uyulacağını söylüyorlardı. Ancak onların kitabı İbranice olduğu için Araplar onu anlamıyorlardı. Şimdi o kitabın içeriği, son derece veciz bir üslupla Hz. Muhammed’e vahyedilmekte, böylece Yahudi olmayanlar da şirki bırakıp yalnız Allah’a kulluk etmeye çağırılmaktadır. * DEVAM EDECEK
SORU: Sayın Hocam, günün yaşantısına uygun, bilimle çatışmayan ve toplumumuzda tabu olmuş konularda Kur’ân’ın özünden verdiğiniz bilgiler ve ezber bozan açıklamalarınızla çok önemli bir görev yaptığınızı düşünüyorum. İsrail’li bir arkadaşımın bana sorduğu soruyu size iletmek istiyorum. Kendisi sevdiğim ve Müslümanlara önyargısı olmayan biridir. İsrail’de bir ünivesitede İslâm diniyle ilgili derslere giriyor. Maide Suresi’nin 82’nci ayeti kafasına takılmış. Ayet, sizin de mealinizdeki gibi “İnsanlar içerisinde, inananlara en yaman düşman olarak Yahudileri ve (Allah’a) ortak koşanları bulursun. İnananlara sevgice en yakınları da ‘Biz Hristiyanlarız’ diyenleri bulursun. Çünkü onların içlerinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar” şeklinde. Bu ayeti yorumlar mısınız? (Attila Gökçen)CEVAP: Bu ayetlerde Müslümanların en yaman düşmanlarının Yahudiler ve müşrikler; en yakın dostlarının da Hristiyanlar olduğu; onların bu dostluklarının kendilerini Allah’a vermiş, alçakgönüllü kıssisler (keşişler) ve rahiplerden kaynaklandığı belirtiliyor. Peygamber’i dinleyen o insanların, duydukları gerçekler karşısında etkilenip ağladıkları, gerçeği kabul eden o haksever insanların “Hak bize geldikten sonra ve biz, Rabbimizin bizi salihler arasına katmasını isteyip dururken niçin Allah’a inanmayalım?” dedikleri, Allah’ın da bu sözlerinden dolayı onlara, altından ırmaklar akan cennetler verdiği, Allah’ın güzel davrananları işte böyle ödüllendireceği belirtiliyor. Kur’ân’ın hak olduğunu anlayınca saygı duyan ve kendilerini de gerçeğin tanıklarıyla beraber yazmasını Allah’tan niyaz eden bu temiz din adamlarının yeri cennettir. Allah, hem kendi kitaplarına inandıkları hem de bu yeni kitabın doğruluğunu kabul ettikleri için onları iki kez ödüllendirecektir. Ama nankörlük edip hakkı yalanlayanların yeri de cehennemdir.Peygamberimiz Medine’ye geldiği zaman Yahudi kabileleriyle iç işlerinde serbest, dış düşmana karşı ortak savunma ittifakı yapmıştı. Ama Yahudiler, Müslümanların Hz. Muhammed’in çevresinde toplanıp güçlü bir devlet kurmakta olduklarını görünce bunu çekemediler. Egemenliğin elden gideceği endişesine kapıldılar. Hele Müslümanlar Bedir Savaşı‘ndan büyük zaferle çıkınca içlerinde sakladıkları öfkeyi açığa vurmaya, Peygamber’e suikastlar hazırlamaya başladılar. Bir suikast girişimlerinden ötürü Hz. Muhammed, Yahudi Nadir Oğulları yurdunu kuşattı. Yapılan antlaşma üzerine her Yahudi ailesi bir deveye yükleyebildiği kadar eşya koyup gitmek zorunda kaldı. Bundan ders almayan Kurayza Oğulları, dış düşmana karşı Medine’yi savunmada Müslümanlarla ortak hareket etme ittifakı yapmış olmalarına karşın Mekke ve havalisinden, İslâm’ı tümden imha için gelen birleşik Arap ordularıyla ittifak yaptılar ve Müslümanları imha hareketine giriştiler. (DEVAM EDECEK...)
SORU: Okurum Mehmet Sürmen’in bana gönderdiği e-maili aynen şöyle: “Sayın hocam, nasılsınız? Uzun ömürler ve yeni yılda mutluluklar dilerim. Efendim işi ehline sormak, gerçekleri ehlinden almak, fetvaları sahibinden almak yerine ne yazık ki Türkiye’de işin kolayına gidilmiş, televizyonlarımız olmadık isimleri çağırıp onlardan dini fetvalar almak yolunu seçmiş bulunuyor. Birçok televizyonumuz din âlimi sizin gibi zatları değil cübbesiyle, takkesiyle tanınmış kişileri durmadan konuşturup duruyorlar. Acaba bu televizyon programcıları İslâm dinini bu cübbeliler vasıtasıyla hurafelerle mi doldurmak istiyorlar? Gerçek dini fetvaları alacak âlimler varken bu cübbeliler nereden çıktı? Bu ucube insanlar hem dinimize hem ülkenin siyasetine ve hem de ekonomisine zarar veriyor. Bunlar işlerine gelen her yazıyı, “hadis” diyerek sözüm ona görüşlerini kuvvetlendirmeye çalışıyorlar. Ne garip değil mi? Sizler yüce dinimizi hurafelerden temizlemek için ömür boyu sözlerinizle, yazı ve ciltler dolusu eserlerinizle çalışıyorsunuz ama bir veya birkaç densiz çıkıyor televizyona, ömür boyu süren çalışmaları bir saat içinde yıkıp gidiyor. Maşallah Diyanet de sütre arkasından bunları seyrediyor. Diyanet’te bir garip görüş var: ‘Aman bu hurafecilere dokunmayalım, hurafeleri de sesli dillendirmeyelim, sonra bize kâfir derler.’ Yani İslâm dinini doğru öğretmekle sorumlu Diyanet, doğrudan kaçıyor, yerleşmiş hurafelere susmakla zımnen doğru diyor. Bu konuda çok yazdınız ama sanırım hep yazmak gerekiyor.” CEVAP: Mehmet Bey çok teşekkür ederim. Herhalde kimi televizyon programcıları, başta reyting için dini akıl ve mantık dışı bir şekilde takdim eden bu hurafecileri çıkarıyorlar. Ve bunlar da ağızlarına geleni sallıyorlar. İkide birde de benim ismimi açıklayarak halk nezdinde itibarımı düşürmeye çalışıyorlar. Bunları Allah’a havale ediyorum. Bunlarla bir olmak ve bunlara dalaşmak istemiyorum. Dedikodu, gıybet benim doğama ve inancıma aykırıdır.İmam nikâhı şart mı?SORU: Resmi nikâhla birlikte imam (dini) nikâhının da yapılması şart mı? (A. Ayçetin)CEVAP: İmam nikâhı diye bir şey yok. Nikâh, İslâm’da iki tanık huzurunda erkekle kadının, birbirlerini karı kocalığa kabul ettiklerini belirtmelerinden ibarettir. Resmi nikâh kıyılırken onlarca tanık var. Bu nikâh, bütün unsurlarıyla dini nikâh da sayılır. Çünkü dinin isteği de budur. Tarafların evlendiklerinin bilinmesi, toplum tarafından kınanmamaları ve birbirlerine karşı hak ve sorumlulukların kazanılması için nikâhın açık ve tanık huzurunda yapılması istenmektedir. Resmi nikâh yeterlidir ama isterseniz herhangi bir kimse, aile içinde nikâh duası okur. Bu, gönüllerin huzuru için yararlıdır.
SORU: Bazı kişiler, “Ben seni insanlara imam yapacağım” (Bakara: 124) mealindeki ayete göre imametin nübüvvet makamından daha yüksek olduğunu iddia ediyor. Bu iddialara nasıl cevap vermeliyiz? (Ersin K.)CEVAP: İmam, önder demektir. Söz konusu ayette Cenabı Hak, Hz. İbrahim’e, kendisini insanlara imam (önder) yapacağını buyurmuştur. İbrahim peygamberdir. Peygamber, toplumunun imamı, maddi ve manevi lideridir. Burada müjdelenen imamlık peygamberlik önderliğidir. Nitekim İbrahim, Allah’tan, nesli içinde de imamlar (önderler) yapmasını istemiş, Cenabı Hak da bu vaadin sadece salih insanlara özgü olduğunu, haksızların imam yapılmayacağını buyurmuştur. Ayette söz konusu olan Hz. İbrahim‘in imamlığıdır. Her peygamber toplumunun imamıdır. Elbette İbrahim soyundan gelen Hz. Muhammed de toplumunun imamıdır. Ama peygamberlik imamlığı Hz. Muhammed ile son bulmuştur. Onunla peygamberlik dizisi tamamlanmıştır. Artık ondan sonra peygamber gelmeyecektir. Ama her zaman toplum içinde onun yolunda giden imamlar (önderler, salih liderler, hükümdarlar ve din bilginleri) gelir ve topluma önderlik (yani imamlık) yapar. Fakat bu tür imamlık sadece belli kişilere özgü değildir. Toplumu doğru yola götüren her lider, Peygamber yolunda toplumun imamı olur. Bu imamlık meselesini sadece belli kişilere özgü kılmak, sınırlamak Kur’ân’ı istediği yöne çekmek, çarpıtmak olur. Kur’ân belli bir aileye üstünlük sağlamak için değil, bütün insanlığı yüceltmek için gelmiştir. Nitekim Hz. İbrahim’e de Cenabı Hak, haksız davrananları imam yapmayacağını bildirmiştir. Peygamberden sonra gelen imamların, peygamberden de üstün olduğunu söylemek saçmalığın ta kendisidir. Hiç kimse peygamberden üstün olamaz. İnsanların en üstünü peygamberlerdir. İslâm inancına göre velilerin varacağı son makam, peygamberlerin ilk basamağıdır. Veliler ne kadar yükselse ancak peygamberlerin eşiğine varabilirler, bu eşiği geçmeleri mümkün değildir.Aldığınız para emeğinizin karşılığıdırSORU: Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı bir bankada kredi kartı satışıyla görevliyim. Acaba aldığım para helal mi? (Cihan Acun)CEVAP: Sen memursun. Bankanın verdiği görevi yapıyorsun. Aldığın para, verdiğin emeğin karşılığıdır, helaldir. Ayrıca kredi kartı satmak da haram değildir. Artık kredi kartı paranın yerini aldı. İnsanlara kolaylık sağlıyor. İslâm, çağın gerisinde kalacak bir din değildir.
SORU: Rahmetli pederimin sizinle ilgili sitayişkâr ifadeleri hâlâ kulaklarımda. Bazen not defterini açar, imam hatip lisesindeki tamamı 10 olan notlarınızı bize gösterir, bizim de böyle çalışmamızı öğütlerdi. Bende o günden sonra şevk ve arzuyla size yetişmek için çalıştım. Ancak aramızda fersah fersah farkın olduğunu biliyoruz. Feyz aldığımız da bir gerçek. Bir yazınızda Sungurzade Abdülkerim Efendi hakkındaki yazınızda layık olmadığımız halde bu basit araştırmamıza atıfta bulunmuş, ismimi zikretmişsiniz. Bu benim için büyük bir şereftir. Kendimi bahtiyar sayıyorum. (Dr. M. Naci Onur) CEVAP: Güzel sözleriniz için teşekkür ederim. Gerçekte ben iltifatta bulunmadım. Merhum babanız Rahmi Bey hocamız hazımlı, iyi niyetli olgun bir insandı. Bize yıllarca Arapça derslerine geldi. Hiçbir gün kırıcı bir lafını işitmedim. Hep sevecen, nazik ve hatta takdirkâr davranır, bazen derste benimle istişare ettiği, fikir sorduğu da olurdu. Böylesine mütevazı bir insandı. Allah rahmet eylesin. Sizi çok yakından tanımıyorum ama çalışmanız bana bir fıkrayı hatırlattı. Hacı Hayri Bey‘in bir kızı olmuş. İsim sormuşlar. “Edib olan kişinin kızı edibe gerek” demiş. Ben de “nazik olan âlimin oğlu da kendisi gibi nazik olur” diyorum. Sevgiler yollar, hep mutlu olmanızı yüce Allah’tan dilerim. Cuma ezanı vaktiSORU: Yaşadığım ilçede öğle ezanı saat 11.50’de okunuyor. Ancak resmi daireler 12.00’de, bankalar 12.30’da öğle paydosuna giriyor. Cuma günleri memurların namaza yetişebilmeleri için ezan 12.15’te okutuluyor. Bu durumda resmi daire çalışanları cumaya yetişiyor ancak banka çalışanları yetişemiyor. Ezan saati keyfi değiştirilebilir mi? (Orhan Erden)CEVAP: Cumanın vakti, öğle namazının vaktidir. Cuma namazı, öğle namazı gibi ikindi vaktinin girme sınırına kadar kılınabilir. Bu durumda memurların yanında banka çalışanlarının da yetişmelerini sağlamak için cuma ezanı 15 dakika daha ertelenebilir. Ama bu durum, başka çalışanlar açısından sakınca doğurur mu? Onu bilemem. Konuyu Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve müftülüklerin takdirine arz ediyorum.Kadın-erkek farkıSORU: Bazı Kur’ân meallerinde “erkek kadından bir derece üstündür” deniyor. Bu “bir derece fark” ne anlama geliyor? (Murat Seven)CEVAP: Nisa Suresi’nde erkeklerin, kadınlar üzerinde yönetici oldukları ve kadınların geçimini temin ettikleri anlatılır. Onun için ailede erkeklerin bir derece üstünlüğü vardır. Bu üstünlük insanlık açısından değildir. İnsanlık açısından herkes Allah huzurunda eşittir ama aile yaşantısında erkek aile residir ve yükümlülükleri kadından fazladır. İşte bir derece üstünlüğü de bu yükümlülükten kaynaklanır. Ayetleri çarpıtmaya kimsenin hakkı yoktur.
SORU: Burçin Çelen, arkadaşı Tolga ile katıldıkları bir yarışmanın 6’ncı sorusunda elendiklerini çünkü “şeb-i arus”un cevap şıklarından “düğün gecesi” anlamını seçtiklerini, oysa doğru cevabın “gelin gecesi” olduğunu belirtiyor. Burçin Çelen şöyle devam ediyor: “Ben bu sorunun cevabını ‘düğün gecesi’ olarak biliyorum ve herkes bu şekilde bilir. Ertesi gün telefonlarım durmadı. İnternette dünya kadar yorum vardı. Herkes ‘düğün gecesi’ olduğunu iletti. Bununla ilgili bir yorum yapar mısınız?” CEVAP: Arus, Arapça gelin demektir. Şeb ise gecedir. Farsça terkip (isim tamlaması) şeklindeki şeb-i arus, gelin gecesi anlamına gelir. Okurum ve yorumcular kelimeyi aruz şeklinde yazmışlardır. Aruz değil, arustur. Aruz, Arapça şiir ölçütlerini açıklayan bilim dalıdır. Evlenen kız en güzel biçimde giydirilip, süslenerek damadın yanına verilir. İşte o geceye şeb-i arus yani gelinin, damadın yanına verildiği gece denilir. Hz. Mevlânâ da ölümünü, kendi ruhunun sonsuzluk cennetine gelin olacağı gece olarak kabul etmiş, o zaman ağlama zamanı değil, sevinç gecesi olduğu mesajını vermiştir. Arus düğün anlamına gelmez. Çünkü düğünün Arapça karşılığı velimedir. Ferit Develioğlu‘nun Osmanlıca-Türkçe Büyük Lügatı‘nda bu kelime şöyle açıklanır: Arus: gelin, arais: gelinler, arusan-i bağ: tarla çiçekleri, arusan-i huld: sonsuzluk yani cennet gelinleri, aris: gerdek, arusan-i çemen: çimen gelinleri, çimen çiçekleri. Buna göre cevabın doğru şıkkı “gelin gecesi”dir. Ama halk arasında şeb-i arus düğün gecesi olarak bilinmektedir. Kulaktan dolma bilgilerle yapılan yorumlar da bu halk düşüncesini yansıtan bilgiçlik örnekleridir. İşte bu örneklerden biri: “Mevlânâ ebedi vuslata erdiğini belirtmek için düğün gecesi anlamında “şeb-i aruz” (aruz değil, arus) denilir. Sorunun cevabındaki şıklarda gelin gecesi yer alıyordu. Ancak sorunun cevabı düğün gecesidir.” Bu şekildeki yorumlar tipik bilgiçlik örnekleri, hepsi yanlıştır. Doğrusu “şeb-i arus: gelin gecesi”dir.*****Kur’ân Allah’ın kelamıdırSORU: Kur’ân’ı okuduktan sonunda “sadakallahülazim” diyoruz. Bunun anlamının ne olduğunu açıklar mısınız? (Ahmet Kayran) CEVAP: Sadakallahülazim, “Ulu Allah doğru söyledi” demektir. Bu cümleyle okuduğumuz sözlerin Allah’ın kelamı olduğunu, Allah’ın söylediklerinin doğru olduğunu ikrar ve tasdik etmiş oluruz. Yalnız bu söylem Peygamber döneminde söylenmezdi. Daha sonraki çağlarda ortaya atılmış ve yaygınlaşmıştır. Böyle söyleme şartı yoktur. Hatta bana göre gereksizdir. Çünkü Allah’ın kelâmı olan Kur’ân, zaten doğrudur. Artık “Allah doğru söyledi” demeye ne gerek var? Bu söz bidattır ama hikmet gibi oturmuştur.