Gazeteci: Herkesin günah keçisi

20 Aralık 2011

Bundan birkaç ay önce Türkiye’de incelemelerde bulunan bir yabancı gazeteci heyeti AKP’nin üst düzey bir ismiyle bir araya gelir. Kendisine doğal olarak Ahmet Şık ve Nedim Şener’in durumunu sorarlar. Aldıkları yanıt şaşırtıcı ama bir o kadar da inandırıcı olmaktan uzaktır: “Kimmiş onlar? Bu isimleri ilk kez sizden duyuyorum.”Tıpkı o AKP yöneticisi gibi siyasi geçmişi ülkücü harekete dayanan ve son seçimlerde iktidar partisi listesinden Amasya Milletvekili seçilen Prof. Naci Bostancı da kendisine tutuklu gazeteciler sorulduğunda “Gidip bakın kim bunlar, neden tutuklanmışlar. Birçoğu cinayet işlemiş. Polis öldürmüş, asker öldürmüş. Elinde bir tane gazeteci kimliği var, ne diyeceğiz polis, asker öldüren birine” cevabını vermiş.Prof. Bostancı, “özgürlükçü” bildiğim/bildiğimiz bir akademisyendir. Bu nedenle milletvekili olmasına şahsen sevinmiş ve bu duygumu kendisine de iletmiştim. Bu sözlerini duyunca hem Prof. Bostancı, hem de hepimiz adına üzüldüm.Haksızlık etmeyelim, kendisi canlı yayındaki bu sözlerinden sonra pişman olmuş ve şu açıklamayı yapmış: “Tutuklu gazetecilerin çoğunun örgüt üyeliğinden yargılandığı beyanı doğrudur. Bir kişi cinayetten yargılanmıştır. Ancak aralarında ‘polis ve asker şehit edenler var’ ifadesi bir yanlış enformasyon neticesinde söylenmiştir. Bunun için üzgünüm. Bu yanlış beyandan dolayı kamuoyundan özür dilerim.”Bu özürün de kendi içinde bir dizi yanlışı ve tutarsızlığı barındırdığı kanısındayım. Her şey bir yana, Prof. Bostancı’nın basın özgürlüğü konusunu “liberal” değil “devletçi”, yani “baskıcı” bir perspektiften ele aldığı anlaşılıyor.AKP ile ne değişti?Bu ülkede yıllardır Kürt medyasında ve sosyalist solun farklı yayın organlarında çalışan kişiler “örgüt üyesi” oldukları gerekçesiyle tutuklanır, yargılanır, bir kısmı da mahkum olur. Yani bu durum AKP iktidarıyla başlamış değil. En önemli fark, bunlara son dönemde bazı Ergenekon sanıklarının da eklenmiş olmasıdır. Fakat son 10 yılda Türkiye’de birçok şey kökten değişmişken AKP’nin “tutuklu gazeteciler” konusunda eski hükümetlerle hemen hemen aynı, hatta birçok durumda daha geri bir pozisyonda bulunması son derece yadırgatıcı.“Tutuklu gazeteciler” üzerine dün Milliyet’te Kadri Gürsel, Radikal’de Pınar Öğünç tarafından kaleme alınmış iki dikkat çekici yazıyı hatırlatıp buradan son KCK operasyonlarında tutuklanan Özgür Gündem yazarı Cengiz Kapmaz’a selam yollamak istiyorum. “Öcalan’ın İmralı Günleri” kitabıyla, bu konuyla ilgilenenlere çok değerli bir katkı sunmuş olan Kapmaz’a bir sohbetimizde “Kürtler niye medya konusunda bu kadar yetersiz?” diye sormuştum. Onun başına gelenler bu sorumun kısmi bir cevabı olabilir ama siyasi baskılar hiçbir zaman iyi gazetecilik yapmamanın mazereti olamaz.“Yandaş medyaya koz”Öyle bir ülkeyiz ki basın özgürlüğü ihlalleri sadece siyasi iktidardan kaynaklanmıyor. İşini yapmayan ya da kötü yapan herkes gazetecileri günah keçisi olarak kullanmak istiyor. Bunun son örneği Bugün Gazetesi muhabiri Ezelhan Üstünkaya’nın TBMM’de CHP Gençlik Kollan Başkanı İrfan İnanç Yıldız ve Milletvekili Faik Tünaydın’ın danışmanı Yavuz Demir’in sözlü saldırısına maruz kalması. (Bu çirkin olay sayesinde CHP’nin gençlik kolları olduğunu da öğrenmiş olduk!)Ezelhan’ın hangi haber yüzünden saldırıya uğradığını bilmiyorum, merak da etmiyorum. Çünkü siyasi iktidardan kaynaklı basın özgürlüğü ihlallerinin takipçisi olması beklenen ana muhalefet partisinden bu tür bir saldırı gelmesi tek kelimeyle utanç verici ve hayli düşündürücü.Bu arada CHP Lideri Kılıçdaroğlu’nun olaydan üzüntü duyduğunu biliyoruz ama saldırganların görevlerine devam edecekleri yolunda çok güçlü iddialar var. Söylenenlere göre, kimi CHP’liler “yandaş medyanın eline koz vermeyelim” diye istifa veya azil seçeneklerine karşı çıkıyorlarmış. “Herhalde bu söylentiler doğru değildir” diyelim ve olayın takipçisi olalım.*****Arap Adnan da gittiErken yaşta aramızdan ayrılan gazeteciler kervanına Adnan Akgünel de katıldı. Kısa bir dönem Cumhuriyet’te çalıştığımız ama hep dost kaldığımız bu çilekeş meslek büyüğüme Allah’tan rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyorum.

Devamını Oku

Aslında göbeğini kim kaşıyor?

16 Aralık 2011

Dün sizlere olağanüstü ilginç bir kitap önermiştim: Ateş İlyas Başsoy’un “AKP Neden Kazanır? CHP Neden Kaybeder?” adlı kitabını, pekala “CHP nasıl kazanır? AKP nasıl kaybeder?” sorularının yanıtlarını aramak için de okuyabilirsiniz. Başsoy, 2009 yerel seçimlerinde Antalya’da CHP adayı Prof. Mustafa Akaydın’ın zaferle sonuçlanan kampanyasını yürüten ekibin başı. Kitabın ilk bölümünde, CHP’lilerle çalışmayı nasıl “başardığını” ve kampanyanın adım adım gelişimini hayli akıcı, esprili ve lafını esirgemez bir şekilde anlatıyor. Dolayısıyla Başsoy’un reklamcılıktan önca mizah yazarlığı yapmış olduğunu öğrendiğinizde şaşırmıyorsunuz. Kitabın ikinci bölümündeyse Antalya referansıyla CHP’nin genel seçim kampanyasına talip olan Başsoy ve ekibinin, ana muhalefet partisinin kemikleşmiş yapısını nasıl aşamadığını ayrıntılarıyla öğreniyor ve açıkçası hiç şaşırmıyoruz.Çalışan kazanıyorBu kitap, büyük ölçüde yazarının üslubu nedeniyle, bir dizi polemiğe yol açmaya aday. Fakat biz bunları bir kenara bırakıp Başsoy’un neyi can damarından yakalamış olduğunu tartışalım.Kitabı okurken aklıma, 1994 yerel seçimleri sonrası Şahin Alpay’ın benimle yapmış olduğu bir mülakat geldi. Şahin Abi o mülakatın başlığına son derece isabetli bir şekilde, benim “Refah çalıştı, hak etti, kazandı” sözlerimi çıkartmıştı. O sözler, RP’nin o muazzam seçim zaferini kabullenmek istemeyen kesimlerin bahanelerinin, suçlamalarının karalamalarının vb. tamamen uydurma olduğunu gösteriyordu.Fakat bu anlayış halen varlığını sürdürüyor. 1995 genel seçimlerinde yine RP’nin, 2002’den itibarense AKP’nin yaşadığı seçim zaferlerinin tümüne gölge düşürme gayretlerine tanık olduk, daha da olacağa benzeriz. Çünkü bu partiler karşısında kronik olarak kaybedenler, bu ülkenin asıl ve tek sahibi olarak kendilerini görüyor ve onların hükümet olmalarını, kendi haklarının gaspedilmesi olarak göstermeye çalışıyorlar.Kısır döngüyü kırmakBaşsoy ve ekibi bu kısır döngüyü kırdıkları için Antalya’da başarılı olmuşa benziyorlar. Yani gasp edilmiş bir hakkı geri alma gibi saçma ve nafile bir stratejiye kapılıp AKP’ye karşı tamamen reaksiyoner ve dolayısıyla öfke dolu bir kampanya yürütmemişler. Örneğin Prof. Akaydın ilk ziyaretini, kazanacağına kesin gözüyle bakılan rakibi, AKP’li Belediye Başkanı Menderes Türel’e yapmış; billboardlardan AKP Lideri’ne “Başbakanım kızma, mutlu ol” diye seslenmiş ve kendisine slogan olarak Özalvari “Yaparsa Hoca yapar”ı benimsemiş. Zaten kampanyada da yine Özalvari “mega projeler” öne çıkarılmış.Kuşkusuz birçok kişi, “çatışma” yerine “istikrar”ı temel alan; ideolojik konulara hiç ama hiç girmeyip sadece projelere yaslanan böylesi bir kampanyayı “solcu” değil “sağcı” bulabilir. Ama Antalya örneği, CHP’nin kemikleşmiş tabanının dışına açılmasının, kerametleri kendilerinden menkul bazı sağcı, ulusalcı vb. isimleri transfer etmekle değil söylemini yeniden düzenlemesiyle mümkün olabildiğini bizlere gösteriyor.100 numaralı adamMalum her seçimin ardından, RP, FP, AKP gibi partilere oy verenleri “göbek kaşımak”la, “aptal olmak”la suçlamak moda oldu. Tam da bu noktada Başsoy’un kitapta bir CHP yöneticisinden “göbeğini kaşıyan adam” olarak söz etmesinin son derece manidar olduğunu düşünüyorum. Yani belli bir oy yüzdesini, dolayısıyla kendi milletvekilliğini garantiye alıp daha fazlasını elde etmek yerine tembelliği seçenlerin, yenilginin ardından kazananı ve ona kazandıranları suçlaması artık kabak tadı vermiş durumda.Son bir not: Başsoy kitabında, Mustafa Akaydın’ın seçildikten hemen sonra tarzını değiştirdiğini, vaatlerini yerine getirmek için ciddi adımlar atmadığını ve atacağa da benzemediğini yazıyor. Bu da benim aklıma Kemal Sunal’ın “100 Numaralı Adam” filmini getirdi. O filmde bir raslantı sonucu reklam yıldızı olan Şaban’ın, kendi üzerinden pazarlanan ürünlerin çürük çıkması üzerine yaşadığı çelişki ve isyanı anlatılır...

Devamını Oku

AKP’nin alternatifini AKP içinden çıkartmak mümkün mü?

15 Aralık 2011

1 Mart 2003 tezkeresi olayından bir müddet sonra sohbet ettiğimiz AKP’li bir üst düzey isim “Eğer tezkere geçmiş olsaydı ne olurdu?” diye sorduğunda hiç tereddütsüz “Partiniz paramparça olurdu” cevabını vermiştim, o da onaylamıştı. O kritik dönemi tek parça olarak atlatmayı becermiş olan AKP’nin, yaklaşık 9 yıl sonra, hükümetten olmaktan devlet olmaya terfi etmiş bir haldeyken ve Kürt siyasi hareketini bir kenara bırakacak olursak, ciddi hiçbir muhalefete muhatap değilken, bölünmesi ihtimali üzerine yapılan spekülasyonlara, yazılan senaryolara “gerçeküstü” ya da “gerçekdışı” gibi sıfatlar bile hafif gelir.Böl, parçala, yönet Bu türden spekülasyonların kaynağında “AKP’nin alternatifi ancak AKP içinden çıkar” önermesi yatıyor. İlginçtir, bu önerme AKP’nin ilk kez tek başına iktidara geldiği 2002 Kasım seçimlerinin hemen ardından tedavüle girdi ve her geçen gün daha da güçlü bir şekilde Türk siyasi hayatına damgasını vurdu. Objektif olmaya çalışan bir siyasetbilimci, gazeteci ya da araştırmacı böyle bir önermenin doğru olduğunu söyleyebilir, ama AKP’ye muhalif olma iddiasındaki kişilerin stratejilerini bu önermeye göre şekillendirmeleri anlaşılır bir şey değil. Çünkü bu önermeyi kabul ettikleri andan itibaren kendileri “hiç” hükmündedir. Onların yapmaya çalıştığı, o klasik “böl, parçala, yönet” stratejilerini hatırlatıyor. Ama çok iyi biliyoruz ki AKP’yi ne bölüp parçalamaya, daha da ileri gidip bu parçaları yönetmeye ne güçleri, ne de yetenekleri elvermiyor. Hal böyle olunca, yenemedikleri düşmanlarının birbirlerini ye(n)melerini ümitsizce bekliyorlar. Üstelik rakiplerinin parçalanması halinde bundan kendilerinin kârlı çıkma ihtimalinin epey düşük olduğunun da farkındalar. Bu noktada MHP Lideri Bahçeli’nin AKP içinde kaos çıkma ihtimaline karşı çıkarak her açıdan doğru yaptığının altını çizmek gerekiyor.Metal yorgunluğu AKP’nin kendi kendisini tüketeceğini düşünenler (daha doğrusu umanlar) “metal yorgunluğu”na benzer bir şekilde yaklaşık 10 yıldır süren iktidarın AKP’yi yorup yıprattığını ileri sürüyorlar. Bu görüşün temelinde gerçekler değil temenniler yatıyor. Öncelikle bir siyasi iktidarın yorulması için onu yoracak güçte bir muhalefetin olması gerekir ki ülkemizde bu pek söz konusu değil.Tam da bu noktada okurlara olağanüstü ilginç bir kitap önermek istiyorum: Ateş İlyas Başsoy imzalı “AKP Neden Kazanır? CHP Neden Kaybeder?”Açıkçası başta bu kitaba önyargıyla yaklaştım. İlk sayfasında “Metin Lokumcu’ya adanmıştır. Onun hiç seçme şansı olmadı” ithafını, onun hemen altında Lenin ve Hz. Ömer’den birer alıntı görünce şaşırdım. Ama en büyük şaşkınlığımı, yazarın Antalya’da Prof. Musatafa Akaydın’a büyükşehir belediye başkanlığı kazandıran kampanyanın mimarı olduğunu öğrenince yaşadım. Başbakan Erdoğan’a 29 Mart 2009 akşamı “Çok ama çok anormal bir durum” diye değerlendirdiği bu seçim sonucu çoğumuz için sürpriz olmuş ama bunun nasıl olup da olduğunu pek merak etmemiştik. İşte bu kitap, CHP’nin “kendisine rağmen” AKP’yi hayli güçlü olduğu bir yerde yenmesinin pekala mümkün olduğunu bizlere çok net bir şekilde gösteriyor.Hem AKP’yi, hem CHP’yi, dolayısıyla Türkiye’yi anlamada bir tür maden değerine sahip olan bu kitabı yarınki yazımızda daha geniş bir şekilde tartışacağız.

Devamını Oku

Ölüyormuşuz da haberimiz yok!

14 Aralık 2011

Korkmayın, yazının başlığındaki “biz”den kastım sadece gazeteciler. Bana bu başlığı attıran da ülkemizin ilk doktoralı iletişimbilimcisi Haluk Şahin’in son kitabının adı: Can Çekişen Bir Meslek Üzerine Son Notlar. Kitabın arka kapağında da kocaman bir soru var: Gazetecilik ölüyor mu?Yazıma attığım başlığa bakıp da Haluk Hoca ile onun son kitabının adı ve içindeki tezlerle dalga geçtiğimi sananlar aldanır. Zira ben de uzun bir süredir benzer gözlem ve kaygılara sahibim, hatta Haziran ortasında “Mesleğimizi kaybetmenin eşiğinde” başlıklı bir yazı da kaleme aldım. Bununla birlikte bu yazının başlığının bir alay içerdiği gerçek. Ama bu başlığın hedefi Haluk Hoca gibi, içi sızlayarak da olsa gördüğü, yaşadığı gerçekleri dile getiren kişiler değil, o öve öve bitirilemeyen “Yeni Türkiye”nin yeni medyasının yeni aktörleridir. Evrensel anlamda “gazetecilik” diye tanımlanabilecek herhangi bir faaliyetlerine rastlamadığımız bu kişilerin “ne ölmesi kardeşim, gazetecilik Türkiye’de altın çağını yaşıyor” demeleri işten bile değil. Tabii onlar ülkemizde kimsenin gazetecilik faaliyetleri nedeniyle tutuklanmadığını söylediklerini bildiğimiz için bu tür iddialarına da gülüp geçmekten fazla bir şey yapamıyoruz.Eski gitti diye yeni gelir mi?Haluk Hoca’nın kitabı bize, gazeteciliğin can çekişmesinin ulusal değil küresel bir olgu olduğunu çok açık bir şekilde gösteriyor. Meraklısı kitapta bu konuda son derece ilginç ve doyurucu detaylar bulabilir. Tabii bu arada Şahin’in iletişimbilimci olmanın yanı sıra gazetecilikte 40 yılı aşkın bir deneyimin sahibi olduğunu da unutmayalım. Unutmamamız gereken bir başka husus, onun, kitabının giriş ve sonuç bölümlerinde altını çizdiği gibi, “yeni Türkiye’nin yeni medyası” operasyonunun kurbanlarından biri olmasıdır.Haluk Hoca’nın kuruluşundan beri içinde yer aldığı Radikal’den, kendisiyle aynı durumda olan Türker Alkan ve Mehmet Ali Kışlalı ile birlikte “yeniden yapılanma” gerekçesiyle, üstelik hiç de nazik olmayan bir şekilde koparıldığını biliyoruz. Bildiğimiz bir başka şey de, aynı Radikal’in bir türlü o yeniden yapılanmayı gerçekleştirememiş olmasıdır. Bu da bize “eski”nin tasfiyesinin otomatik olarak “yeni”yi getirmediğini gösterdi.Haluk Şahin’in bu tatsız macerasının üzerinden çok zaman geçmeden, onun uzun yıllar birlikte çalıştığı, televizyon haberciliğinin duayen ismi Uğur Dündar’ın da başına, yine “yeniden yapılanma” adına benzer bir şey geldi. Tıpkı Radikal örneğinde olduğu gibi, Star TV’de de “eski”nin gitmesiyle bir “yenilenme” yaşayacağımız hayli kuşkuludur.Gazeteciliğin can çekişmesi, basın özgürlüğü gibi konularda söylenecek o kadar çok şey var ki! Şimdilik bu kadar, devam ederiz.

Devamını Oku

Bülent Tanör’den özür dilemenin tam zamanı

12 Aralık 2011

Bugün İstanbul Üniversitesi’nde simgesel açıdan son derece önemli bir etkinlik düzenleniyor. 28 Kasım 2002 günü kansere yenik düşen Prof. Bülent Tanör, üniversitenin rektörlük binasındaki Doktora Salonu’nda saat 14.00’te özel bir törenle anılacak. İstanbul Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından düzenlenecek toplantıda Prof. Tanör’ün kardeşi Prof. Fatmagül Berktay, İÜ Rektör Yardımcısı Prof. Zeynep Çiğdem Kayacan, arkadaşlarından Prof. Gençay Gürsoy ve öğrencilerinden Prof. Turgut Tarhanlı konuşma yapacaklar.Bu sıradan bir anma toplantısı olmayacak. Çünkü İÜ Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra aynı yerde anayasa hukuku alanında öğretim üyeliği yapan Prof. Tanör, önce 12 Mart 1971, ardından 12 Eylül 1980 askeri darbelerinin ardından görevinden alınmış ve geri dönmüştü. Ne var ki ortada herhangi bir askeri darbe yokken, 2001 yılında dönemin İÜ Rektörü Kemal Alemdaroğlu’nun gayretleri ve yine dönemin YÖK Başkanı Kemal Gürüz’ün desteği sonucu, sudan bir bahaneyle o çok sevdiği ünivesitesinden uzaklaştırıldı. İki Kemal’ler kendisiyle uğraşırken Prof. Tanör kanserle boğuşuyordu. İÜ’yü terk etmek zorunda kalınca, kuruluşundan itibaren destek verdiği Galatasaray Üniversitesi’ne geçti (kendisi GS Lisesi mezunudur) ve bundan yaklaşık 9 yıl önce onu bir zamanlar tüm liselilerin en azından ilk yıllarını geçirmiş olduğu, sonradan üniversiteye devredilen Ortaköy’deki binadan gözyaşları içinde yolcu ettik.Tam bir cumhuriyetçiKendisinden “profesör” diye bahsetmeme bakmayın, Bülent Hoca ve onun sevgili yol arkadaşı Öget ile 1970’lerin sonlarında başlayan bir tanışıklık ve dostluğumuz vardır. Onu ilk kez Galatasaray Lisesi’nden birkaç arkadaşla birlikte evinde ziyaret etmiş ve bizden en az 20 yaş büyük olan liseli abimizden, hatırladığım kadarıyla, solculuğun ne olduğundan ziyade ne olmadığı üzerine bir şeyler işitmiş ve tabii ki duyduklarımızdan hoşlanmamıştık.Yıllar sonra gazeteciliğe atılıp İslami hareketler üzerine çalışmaya başlayınca kendisiyle daha sık karşılaşır ve tartışır olduk. Tabii bunda, bir süre Cihangir’de aynı sokakta oturmamızın ve birçok ortak dostumuzun (ki bunların bir kısmı Fransız sol aydınlardı) bulunmasının da payı vardır.Şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Fransızların çok sevdiği, nedense ülkemizde pek kullanılmayan “cumhuriyetçilik” kavramı aklıma hep Bülent Hoca’yı getirir. Kendisiyle, İslami hareketler, laiklik gibi konularda epey farklı noktalarda duruyorduk fakat onun bir cumhuriyetçi olduğu kadar demokrasiye de tavizsiz bir şekilde sahip çıkması nedeniyle tartışmalarımızın hemen hepsi, her iki tarafın da hayrına sonuçlanıyordu. İÜ ve YÖK’e düşen görevBülent Hoca ile birçok anım var. Bunların hemen hepsinde onun nezaketi, kendini adamışlığı, samimiyeti, titizliği ve kararlılığı iç içe geçmiştir. Belki ilerde başka bir vesileyle bunlardan da söz etme imkanı bulurum. Şimdilik tekrar bugünkü toplantıyı, Bülent Hoca’nın yıllar sonra o çok sevdiği üniversitesine dönmesini hatırlatıp bir çağrı yapmak istiyorum:Ülke olarak yeni sivil bir anayasa yapmaya soyunmuşken, bu ülkenin en sivil anayasa uzmanlarından birine yapılmış olan haksızlığın geride hiçbir izi kalmaması lazım. Dolayısıyla İstanbul Üniversitesi’nin Prof. Bülent Tanör’den özür dilemesi ve itibarını iade etmesinin zamanı çoktan geldi ve geçiyor. Kuşkusuz bu tür toplantılar önemli ama daha da ileri gidilmeli, Bülent Hoca’nın adı bir daha kimsenin silemeyeceği bir şekilde İstanbul Üniversitesi’ne kazınmalıdır. Tabii ki bu konuda ilk görev Rektör Prof. Yunus Söylet’e düşüyor.Bu arada Alemdaroğlu’nun 10 yıl önceki suç ortağı YÖK’ün de devreye girmesi şart. Bu vesileyle Prof. Gökhan Çetinsaya’yı YÖK Başkanı olduğu için tebrik edelim ve Bülent Hoca konusunu gündeminin ön sıralarına koymasını kendisinden talep edelim.

Devamını Oku

İslamcıların rakibi yine İslamcılar

12 Aralık 2011

Milliyet’te Semih İdiz’in ısrarlı takipçiliğini saymazsak büyük medyamızda Mısır seçimlerde yaşanan gelişmelerin fazla önemsenmediğini söyleyebiliriz. Halbuki Mısır, otoriter ya da totaliter rejimlerden yeni yeni demokrasiye doğru yol almaya başlayan İslam ülkelerindeki en ciddi siyasi gücün İslamcılar olduğunu tartışmasız bir şekilde ortaya koydu. Bunun da ötesinde, Batı’da ve bizde “ılımlı İslam” ya da “İslamcılık” olarak adlandırılan ve birlikte iş yapmanın mümkün olduğu düşünülen “makul” grup ve partilerin İslamcı siyaset sahnesinde yalnız olmadığını gösterdi.Seçimlerin ilk turunda Müslüman Kardeşler hareketinin kurduğu Hürriyet ve Adalet Partisi’nin başını çektiği Mısır İçin Demokratik Birlik koalisyonu oyların yaklaşık yüzde 40’ını alırken, El Nur adlı partinin başını çektiği İslamcı Blok da toplam oyların neredeyse dörtte birine ulaşmıştı. Selefilerin dönüşüDünyanın en çok tanınan İslamcı hareketlerinden olan Müslüman Kardeşler’in rakiplerine göz attığımızda kısaca “Selefilik” denen tarihsel İslamcı akımın izlerini görüyoruz. Nitekim söz konusu İslamcı Blok’un ana unsuru olan El Nur Partisi, İskenderiye bölgesinde geleneksel olarak güçlü olan Selefi Dava adlı yapının siyasi uzantısı. Bloğun ikinci öğesi olan Asalet Partisi ise daha çok Kahire çevresinde yaygın bir Selefi hareketken, koalisyonun sonuncu üyesi olan İnşa ve Kalkınma Partisi’nin, Mısır yakın tarihinin en kanlı örgütlerinden İslami Cemaat’in devamı olduğunu biliyoruz.Turistlere ve Kıptilere yönelik acımasız saldırılarıyla bir döneme damgasını vuran İslami Cemaat’i, “Derin Hizbullah” adlı kitabımda bizdeki Hizbullah’la kıyaslamış ve epey benzerlik bulmuştum. İslami Cemaat’in lider kadrosu 2003 yılında şiddet eylemlerine son verme kararı aldı ve devletin de yardımlarıyla, zorlu bir sürecin ardından çoğu hapiste olan militan kadrosunun ve tabanının önemli bir bölümünü, Selefi çizgilerini yasal alanda sürdürmeye ikna edebildi. (Benzer bir yönelimin bizde Hizbullah’ta da olduğunu gözlüyoruz ama henüz adı açıkça konulmuş değil.)Aslında İslamcı Blok’u oluşturan üç parti de daha önce Mısır İçin Demokratik Birlik içinde yer alıyordu. Fakat bir süre sonra El Vasat, Emek, El Fazilet ve Tevhid el Arabi gibi diğer İslamcı partilerle birlikte Müslüman Kardeşler’den ayrıldılar (içlerinden Emek tekrar döndü).“Kötünün iyisi”İslamcı Blok’u oluşturan partilerle Müslüman Kardeşler arasındaki farklar bir süredir İslamcılık üzerine çalışma yapan araştırmacılar arasında ciddi şekilde tartışılıyor. “İslamcılık”, “post-İslamcılık”, “yeni İslamcılık”, “Selefilik”, “yeni Selefilik”, “Selefi cihadcılık”, “Vahhabilik”, “yeni Vahhabilik” gibi kavramların kimi zaman eş, kimi zaman karşı anlamlı kullanıldığı bu tartışmalardan şimdilik çıkarabileceğimiz sonuç şudur: Yaşanan onca gelişmenin ardından İslam’ın ve dolayısıyla İslamcılığın Batı’yı korkutan “radikal” yorumlarının bir daha geri dönmemek üzere terk-i diyar ettiği veya en azından bellerini uzun bir süre doğrultmalarının imkanı kalmadığı yorumları hiç de gerçeği yansıtmıyormuş.İslamcı Blok’un nasıl bir etki yarattığını, seçimlerin ikinci tutunda Müslüman Kardeşler’in başını çektiği Demokratik Birlik’in oyların yaklaşık üçte ikisini almasından çıkartabiliriz. Anlaşılıyor ki, Selefilik korkusuyla normalde İslamcılardan uzak olan çok sayıda seçmen “ılımlı” olarak gördükleri Müslüman Kardeşler’i tercih etmiş. Herhalde Batı da böyle yapacaktır. Bizdeyse hükümetin tercihini çoktan Müslüman Kardeşler’den yana yapmış olduğunu, onun bir tür mentorluğuna soyunduğunu daha önce yazmıştık.Fakat ortada çok ciddi iki soru var:1) Mısır ordusu, Selefileri bahane ederek demokrasi sürecine müdahale eder mi? Ederse Batı’nın tavrı ne olur?2) Müslüman Kardeşler iktidara geldiklerinde Selefiler’den gelecek eleştiri ve baskılara karşı hangi yolu tutar? Onlarla şeriatçılık yarışına mı girer yoksa Mısır’ın evrensel anlamda demokratik standartlara uygun bir ülke olması için mi çabalar?*****NTV’ye vedaKısa süreli aralar vermiş olsam da 10 yılı aşkın süredir görev yaptığım NTV’den ayrıldım. Bu kararı neden aldığımı soranlara, şimdilik Haziran ayı ortasında yazmış olduğum, “Mesleğimizi kaybetmenin eşiğinde” başlıklı yazımı (http://haber.gazetevatan.com/meslegimizi-kaybetmenin-esiginde/384251/4/Haber) hatırlatmakla yetiniyorum.Bu vesileyle NTV’de birlikte çalıştığım, her birimden tüm arkadaşlarıma sevgilerimi sunuyor, haklarını helal etmelerini rica ediyorum...

Devamını Oku

“Ezeli düşmanlık”tan “ezeli rekabet”e

8 Aralık 2011

Her ne kadar iki gün önce “derbilerin eski tadı yok” diye yazmış olsam da, bir Galatasaraylı olarak Çarşamba akşamı oynanan maçtan son derece keyif ve tat aldığımı gizleyecek değilim. Tabii ki öncelikle takımın oynadığı güzel futboldan ve sonuçtan söz ediyorum. Bu nedenle başta Fatih Terim’i ve tüm futbolcuları tebrik etmek isterim. GS tribünlerinde ne zamandır görmediğimiz atmosferi yaşattıkları için kendilerine müteşekkirim, müteşekkiriz.Derbiye tadını veren belki de en önemli husus, bir-iki küçük arıza sayılmazsa son derece sakin ve centilmence geçmiş olmasıdır. Halbuki stad yolunda, özellikle metroda tanık olduğumuz taşkınlıklar, küfürler vs. hiç açıcı değildi. (Bu arada, böyle bir derbiyi Çarşamba 19.30’a koyan federasyonu bir kez daha tebrik etmemiz şart. Bu acayip zamanlamaya bir de yağmur eklenince Seyrantepe’ye ulaşmak hayli müşkül ve eziyetli oldu.)Küfürün kayboluşu Daha ilk yarım saat dolmadan, maçı birlikte izlediğim liseli arkadaşlarımdan Kadri (Milliyet yazarı Kadri Gürsel), “Dikkatini çekti mi, hiç küfür yok, sadece takıma destek var” dedi. Haklıydı ve bu durum maçın sonuna kadar devam etti.Önceki derbilerden maalesef aşina olduğumuz küfürlü tezahüratın bu sefer belirgin ve rahatsız edici bir şekilde yaşanmamış olmasının nedenlerini araştırdığımızda karşımıza ilk olarak GS’nin daha ilk dakikalardan itibaren oyuna ağırlığını koyması ve golleri yakalaması çıkıyor. Yine de önceki örnekler hatırlandığında bunun tek başına yeterli bir açıklama olamayacağı bellidir.“Peki neden?” diye sorulacak olursa, bir tür “mağdurla dayanışma”, en azından “düşene vurmama” refleksinin söz konusu olduğu karşılığını veririm. Bu değerlendirmeme hem GS, hem de FB taraftarlarından kızan çok çıkacaktır, fakat kulüp yönetiminin organize bir çalışması olmadan (hoş olsa, ne kadar etkili olurdu, o da ayrı) GS taraftarının (ve tabii ki, aynı zamanda oyuncularının) ezeli rakiplerine, yıllar sonra belki de ilk kez “düşman” muamelesi yapmamasının yaşanan konjonktürle doğrudan ilişkisi olduğu açıktır.Aynı gemideKonjonktür derken tabii ki şike soruşturmasını kastediyorum. GS camiasında Fenerbahçe’nin başına gelenlere çok fazla üzülen olduğunu iddia edecek değilim. Hatta başlangıçta FB’nin kümeden düşürülme ihtimali epey bir coşkuya da sebep olmuştu. Fakat süreç ilerledikçe hem federasyonun böyle cesur bir adım atamayacağı anlaşıldı, hem de GS taraftarları arasında “işi tadında bırakmalı” duygusu giderek öne çıkmaya başladı. Bunda, şike soruşturmasıyla birlikte ortaya çıkan siyasal saflaşmanın da etkisi olabilir. Ama önceliğin “aynı gemide olma” duygusu olduğu düşüncesindeyim. Eninde sonunda büyük takımların bir şekilde yer almadığı bir ligin pek “süper” olmayacağı ortadadır.***“AKP içi iktidar kavgaları” ve/veya “AKP-Gülen cemaati ilişkisi” üzerine yazmamı bekleyenleri en azından bugünlük hayal kırıklığına uğrattığımın farkındayım. Ama sözünü ettiğim temalar hakkında o kadar çok kişi yazıp konuşuyor ki bu konulara bir müddet girmemek daha hayırlı olabilir.

Devamını Oku

Dar alanda ilginç paslaşmalar

6 Aralık 2011

Dün Meclis’te sanki bir maç izledim. Kamuoyunda “Şike Yasası” diye bilinen “Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanunda Değişiklik Yapılması Hakkındaki Kanun” etrafında dönen bir maç. Düne kadar Meclis’teki dört partinin de son düzenlemeye onay verdiğini sanıyordum, halbuki BDP başta tereddüt ettikten sonra muhalefet etmiş.Önce MHP Lideri Bahçeli’yi dinledim. Bahçeli vetodan son derece rahatsızdı. Onun “Veto kararıyla iddianamenin kamuoyuna açıklanması arasındaki yakınlık manidardır ve başka hesapların devrede olduğuyla ilgili kuşkularımızı da kuvvetlendirmektedir” sözünün altını çizdim. MHP, yasanın Köşk’e aynen iadesinden yanaydı, yani maç 1-0’dı.Ardından BDP Grubu’nda Selahattin Demirtaş’ı dinledim. Demirtaş, dolaylı da olsa Gül’ün vetosuna destek verdi. O da tıpkı Bahçeli gibi, ama kuşkusuz tam ters bir açıdan “işin içinde bazı hesaplar” olduğunu ileri sürdü. KCK Davası nedeniyle özel yetkili mahkemelere yönelik sert eleştiriler yönelten Demirtaş’ın şike konusunda savcıları “sonuna kadar” gitmeye davet etmesi ilginçti. BDP’nin düzenlemeye karşı çıkmayı sürdüreceği anlaşılınca maçta beraberlik de sağlanmış oldu: 1-1.Başbakan’ın rahatsızlığı nedeniyle AKP; Gürsel Tekin’in annesinin cenazesi nedeniyle (Heyrat Tekin’e Allah’tan rahmet, yakınlarına başsağlığı dilerim) CHP grupları toplanmadı. Fakat CHP’nin de tıpkı MHP gibi yasanın aynen Köşk’e yollanmasından yana olduğunu öğrenmiştik. Böylece yine yeni düzenleme öne geçmiş oldu: 2-1.Tabii en çok iktidar partisinin vetoya karşı nasıl bir tavır alacağı merak ediliyordu. Önceki gün AKP Grup Başkanvekili Mehmet Elitaş “aynen iade” yolunda görüş belirtmiş ama bunun ne derece bağlayıcı olduğu anlaşılamamıştı. Bülent Arınç’ın da Gül’e destek veren çıkışı nedeniyle Erdoğan’ın devreye girip, Gül’ün kaygılarını belli ölçülerde giderecek düzenlemeler yapılmasını isteyeceği yolunda beklentiler vardı. AKP’nin geri adım atması halinde durum 2-2 olacak, bu da “aynen iade” seçeneğini devre dışı bırakacaktı. Fakat dün diğer başkanvekili Nurettin Canikli de “aynen iade” yönünde açıklama yapınca AKP’nin tavrı da netleşmiş oldu. Sonuçta Meclis’teki maç 3-1 yeni düzenleme lehine sonuçlandı.Cemaat faktörüAncak maç kolay kolay bitmeyeceğe benziyor. Öncelikle “aynen iade” halinde Cumhurbaşkanı’nın ne yapacağını bekleyeceğiz. Gül vetosunda ısrar etmeyebileceği gibi yeni düzenlemeyi Anayasa Mahkemesi’ne de taşıyabilir. Dolayısıyla maç devam edecektir. Böylesi bir durumun, her ne kadar tarihi bile daha netleşmemiş olsa da, çok daha büyük bir maçın, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin öncesinde ilk ciddi kriz olarak tarihe geçeceği açıktır.Olayın bir de “toplumsal” boyutu var. Toplumun, şike zanlılarının en sert şekilde cezalandırılmasını isteyenler ve bu olayda çok fazla acımasız olunmamasını savunanlar diye ikiye ayrıldığını görüyoruz. Üç siyasi parti, herhalde ikinci grubun çoğunlukta olduğunu düşünüyor ki yeni düzenlemede ısrar ediyorlar.Bu arada, son dönemde ülkedeki kritik birçok olayda olduğu gibi bu yasada da bir “Cemaat faktörü” bulunduğuna, hatta bunun belirleyici olduğuna inananlar var. Her ne kadar Fethullah Gülen cemaatine yakın medyada yeni düzenlemeye karşı çok sert yayınlar yapılmış olsa da Gül’ün kararında bunların en fazla “etkileyici” olduğunu, “belirleyici” olmadığını düşünüyorum.Öte yandan, Gülen cemaatinin, “Meclis’in ezici bir çoğunluğunun kabul ettiği bir düzenlemeyi geri çeviren güç” imajından hoşlanıp hoşlanmadığından emin değilim. İçlerinde bunun cazip olmakla birlikte son derece riskli bir algı olduğunu fark edenler herhalde vardır. Şike olayından, “Cemaat ile hükümetin arası açılıyor” tezlerini güçlendirmek için istifade etmeye çalışanlara da kuşkuyla yaklaştığımı söylemek isterim. Tabii bu arada şike olayında BDP ile Gülen hareketinin benzer pozisyonlara sahip olmasını da kaderin bir cilvesi olarak not etmek lazım.*****Derbilerin eski tadı yokBu akşam Fenerbahçe maçını, her zaman olduğu gibi Galatasaray Lisesi’nden arkadaşlarımla tribünden izleyeceğim. Ama çok kişinin de söylediği gibi, bu şike olayıyla birlikte ligin tadı kaçtı. Fenerbahçe derbisi bile pek fazla heyecan yaratmıyor. Nasıl yaratsın ki! Bugünkü maçın sonucu ne olursa olsun, yarın federasyon küme düşürme kararı alırsa birçok maç gibi bugünkü derbi de boşuna yapılmış olacak.Arkadaşlarımdan bazıları şike olayında adı geçen takımların, tabii Fenerbahçe başta olmak üzere düşürülmesinden yana, ama benim gibi bazıları da, bunun aşırı bir cezalandırılma olduğunu düşünüyor.Zaten bu saatten sonra federasyon ne karar alırsa alsın, kimseyi memnun etmesi mümkün olmayacak. Olan Türk futboluna olacak.

Devamını Oku