Kimbilir o sakallı polis memuru ne durumdadır. Halen yaşıyor mu, yaşıyorsa polisliği sürdürüyor mu, yoksa emekli mi oldu? Aslında başına ne gelip gelmediği değil önemli olan. Soru şu olmalı: Yaptığından gurur mu duyuyor, yoksa pişmanlık mı?2 Mart 1994 günü TBMM bahçesinde, DEP Milletvekili Orhan Doğan’ın ensesinden bastırarak zorla otomobile bindiren polis memurundan söz ediyorum. Meğer o gün Doğan’ı gözaltına alan polisler yol boyunca kendisini silahlarının dipçik ve kabzalarını kullanarak tartaklamış, bir amirlerinin müdahalesinin ardından tacizlerini küfürlerle sürdürmüşler. İşte o fotoğraf, Türkiye’de Kürt sorununun daha da derinleşip çözümsüz bir hal almasına epey yardımcı oldu. Tıpkı son dönemde plastik kelepçelerle sıraya dizilen DTP’li belediye başkanları, siyasetçiler fotoğrafı gibi.Söz konusu polis memurunun akıbetini bilmiyoruz ancak Orhan Doğan’ı 29 Haziran 2007 günü genel seçimler öncesi Ağrı’nın Doğubeyazıt ilçesinde katıldığı bir toplantı sırasında geçirdiği kalp krizinin ardından kaybettik. Öldüğünde 52 yaşındaydı. Aslen avukattı ve hayatının 10 yılını cezaevinde geçirdi. Erken gelen ölümOrhan Doğan’la Cizre, Diyarbakır, Ankara ve İstanbul’da defalarca karşılaştım. Yasal Kürt siyasi hareketi içinde en makul, hoş sohbet, samimi ve gerçekçi isimlerden biri, belki de birincisiydi. Birçok yol arkadaşının aksine, biz gazetecilere “casus” veya “düşman” gibi bakmaz, detaylı açıklamalarla bizleri bilgilendirmeye, kimi zaman ikna etmeye çalışırdı. Doğan gibi birikimli, siyasi açıdan tecrübeli ve pozitif karakter özelliklerine sahip biri Kürt sorununun çözümünde kilit bir rol oynayabilirdi ama devletimiz onun 10 yılını gasp ederek buna izin vermedi. 2004’deki tahliyesinden sonra ortam çözüme daha elverişliydi. Nitekim Doğan, Leyla Zana ve diğer arkadaşlarıyla birlikte DTP’nin kuruluşuna öncülük etti fakat İmralı ve Kandil’in dayatmaları nedeniyle zamanla kendini geri çekti. Zaten bir süre sonra da hayatını kaybetti. İki şaşırtıcı mülakatİletişim Yayınları, kızı Ayşegül Doğan’ın derlediği bir kitapla Orhan Doğan’ı daha yakından tanımamıza katkıda bulunuyor. “Yarıda Kalan Hayat- Niv Jiyan” adlı kitapta Doğan’ın bazı TBMM konuşmaları, mahkemelerdeki savunmaları ile gazete ve televizyonlara vermiş olduğu mülakatlar bir araya getirilmiş.Özellikle bu mülakatlardan çok şeyler öğreniyoruz. Doğan’ın Kürt ve buna bağlı olarak PKK sorunlarının çözümü için geliştirdiği birçok öneri ve yaklaşımın bugün de uygulanabilir olduğunu düşünüyorum. Mülakatlar demişken; ülkemizin en önde gelen mülakatçılarından olan Nuriye Akman’ın Zaman, Neşe Düzel’inse Radikal gazeteleri için yapmış oldukları mülakatlardaki empati yokluğunun, barışın yerine çatışmanın dilinin öne çıkartılmasının son derece şaşırtıcı olduklarını ve medyanın kolaylıkla çözüm yerine çözümsüzlüğe hizmet edebildiğine örnek oluşturduklarını belirtmeden geçemeyeceğim.
Önceki akşam BDP eşbaşkanları Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak, İstanbul’da bir grup gazeteci ve köşe yazarıyla bir araya geldi. Toplantının ana eksenini, BDP’nin, Anayasa paketinin TBMM’deki görüşmeleri süresinde izlediği tavır ve eğer Anayasa Mahkemesi’nden bir engelleme çıkmazsa 12 Eylül’de yapılacak referandumda izlemeyi düşündükleri siyaset oluşturdu. BDP’nin paketin oylamasındaki tutumu hakkında kaleme aldığım önceki yazılarımda ana hatlarıyla izledikleri çizgiyi “anlaşılır” bulduğumu belirtmiştim. Şöyle ki BDP’liler normal şartlarda pakete destek verirlerdi. Fakat AKP, kendi içindeki Türk milliyetçiliğini öne çıkaran milletvekillerini, daha önemlisi referanduma gidilmesi durumunda benzer hassasiyetler sahip seçmenleri ürkütmemek için BDP’ye hiç sıcak yaklaşmadı, araya çok ciddi mesafe koydu. Sonuçta kendilerine “ikinci sınıf” muamelesi yapılmasını gerekçe gösteren BDP’liler paketin oylamasına katılmadılar.Ne var ki BDP yöneticilerinin meramlarını tam anlatabildikleri söylenemez. Bazı partili milletvekillerinin “her şeye rağmen pakete destek” düşüncesinde olduklarını biliyorduk. Geçen Cumartesi gittiğim Diyarbakır’daysa BDP tabanında izlenen çizgiden rahatsız olan kişilerle karşılaştım. Medyadaysa çok sayıda ismin de genel olarak olumlu baktıkları BDP’yi pakete destek vermedikleri için çok sert bir şekilde eleştirdiklerini gördük. Önceki akşam bu yaklaşıma dahil olan bazı meslektaşlarımız, daha önce kaleme almış oldukları eleştirilerini bizzat BDP eşbaşkanlarına tekrarladılar. Bu arada onlara karşı çıkıp BDP’yi haklı bulan gazeteciler de oldu.Boykot kime yarar?Eşbaşkanlara, referandumda ne yapacaklarını da sorduk. Bu konuda henüz karar almadıklarını, fakat genel eğilimin, “yeni, sivil bir anayasa” talebini öne çıkararak paketin oylanmasını “boykot” tan yana olduğunu söylediler. İlginçtir, “boykot” yaklaşımı, ne BDP’nin TBMM’deki tavrını doğru bulan, ne de eleştiren meslektaşlarımızın hiçbirini tatmin etmedi. Buradan hareketle, BDP’liler gerçekten referandumu boykot ederlerse ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranamayacağa benziyorlar.Peki referandumu boykot BDP’ye ne kazandırır, ne kaybettir? Daha önemlisi BDP’lilerin boykotu paketin kaderini nasıl etkiler? Aslında ikinci sorunun cevabı çok basit: Referandumda sadece geçerli oylar sayılacak. Bu nedenle boykotun paketin kabulünü arzulayanların işine yarayacağını söyleyebiliriz. Hatırlanacağı gibi 1994 yerel seçimleri o gün faaliyet gösteren DEP boykot etmiş, katılımın epey düşük olduğu seçimlerden en kârlı çıkan Refah Partisi olmuştu. Güneydoğu’da BDP ve AKP dışında diğer partilerin pek varlık gösteremediği düşünülürse, BDP’nin boykot etmesi halinde, bölgede çok yüksek oranlarda “evet” oyu çıkması şaşırtıcı olmayacaktır.Bununla birlikte, referanduma katılım oranının bölgede çok yüksek çıkmasının derin siyasi anlamları olacağı da kesindir. Fakat katılımın yüksek çıkması, dolayısıyla “boykot” silahının BDP’nin elinde patlama ihtimali de mevcuttur. Henüz referandumun olup olmayacağı bile belli değilken bu tartışmaların gereksiz olduğunu ileri sürenler çıkabilir. Ancak yeni yeni başlayan “boykot” tartışması da, BDP’nin işinin hiç de kolay olmadığını bizlere gösteriyor. Şöyle ki, şu ana kadar BDP ve onun öncesindeki partilerin hep Öcalan ve PKK’nın gölgesinde kaldığı öne çıkarıldı. Bu bir noktaya kadar anlaşılabilir bir şey. Fakat unutmamak lazım ki tıpkı öncekilerde olduğu gibi BDP içinde de çok ciddi görüş ve yaklaşım farklılıkları var. Buna ek olarak, diğer partilerinkine kıyasla daha dinamik ve politize olduğu kesin olan BDP tabanı da partinin politikalarının şekillenmesinde çok etkili olabiliyor.
Deniz Baykal’ın önceki gün istifasını açıklarken Fethullah Gülen cemaatini açık bir şekilde aklamasının ve kendisine yönelik komplonun yegane sorumlusu olarak hükümeti göstermesinin yankıları ve etkileri daha uzun bir süre devam edeceğe benziyor. Aslında Baykal’ın hükümeti suçlamasının son derece olağan olduğu, en azından fazla şaşırtıcı olmadığı söylenebilir, fakat Baykal’ın Gülen cemaatiyle ilgili tutumunun sürpriz olduğu açıktır.Şöyle ki CHP lideri, özellikle Ergenekon sürecinde rahatsız olduğu bir dizi gelişmeyle ilgili olarak doğrudan veya dolaylı bir şekilde bu cemaati işaret etmiş, özellikle cemaatin hükümetle ilişkisini birçok kez sorgulamıştı. Dolayısıyla önceki günkü sözlerinin, cemaatle hükümetin arasını açma gibi bir amacı olabileceğini iddia edenler pek yanılmış sayılmazlar. Ne var ki Baykal’ın Gülen cemaatiyle hükümet arasındaki ilişkiyi bu tür çıkışlarla sarsabileceğini düşünmek fazlasıyla gerçekdışı olacaktır. Çünkü her ne kadar dini temelli bir yapı olsa da biz Gülen cemaatini hep “dünyevi” işler nedeniyle konuşuyor, tartışıyoruz. Bazı gözlemciler tarafından bir “imparatorluk”a benzetilen cemaatin kuşkusuz en öncelikli sorunu, kendi varlığını korumak ve daha da geliştirmektir. Bu yüzden Fethullah Gülen, gerek Türkiye’de, gerekse varlık gösterdikleri ülkelerde hep mevcut iktidarlarla iyi geçinmeye çalışmış, muhalefetle arasına çok belirgin mesafeler koymuştur. Dolayısıyla Gülen’in içine düştüğü durum nedeniyle Baykal’la manevi bir dayanışma içinde olması son derece doğal olmakla birlikte onu kurtarma adına AKP hükümetiyle ters düşmesi de son derece mantık dışı olacaktır.AKP Baykal’dan razıGülen cemaati konusundaki tartışmayı sürdürmeyi ileriki yazılara erteleyip Baykal’ın doğrudan hükümeti suçlamasını ele almak gerekiyor. Öncelikle şunu vurgulayayım: AKP hükümetinin, özellikle bunun en üst temsilcilerinin Baykal’a yönelik komplodan önceden haberdar olduklarını, hele bunu bizzat tezgahladıklarını hiç sanmıyorum. İlk olarak şurası çok açık: Birçok yorumcunun da altını çizmiş olduğu gibi, Erdoğan ve arkadaşları Baykal liderliğindeki bir CHP’yi hep tercih ettiler, bundan sonra da tercih edeceklerdir. Her şey bir yana Baykal’lı bir CHP son derece “öngörülebilir” bir muhalefet partisidir. Baykal’ın gerçekten çekilmesi durumunda CHP’nin derin bir kriz içine düşme ihtimali kadar, iyice silkinip iktidar alternatifi olma ihtimali de pekala söz konusudur. Örneğin Alparslan Türkeş’in ölümünden sonra MHP’nin başına geçen Devlet Bahçeli, konjonktürün de etkisiyle, Başbuğ’un yüzde 10’un altına düşürmüş olduğu MHP’yi ilk seçimde ikinci parti yapabilmişti. Bir diğer nokta da parti tabanlarını ve seçmenlerini yıllardır Baykal antipatisiyle motive etmeye alışmış olan AKP yöneticileri yeni ve sahici bir liderin ortaya çıkması durumunda en azından bir süre bocalayacaklardır.AKP’nin endişesiAKP’nin bu komploda parmağı olmadığı iddiamın bir diğer dayanağı da, siyasette bu tür belaltı yöntemleri meşrulaşması durumunda bunun en büyük mağdurlarından birinin iktidar partisinin kendisi olacağı açıktır. Çünkü 8 yıla yakın bir süredir ülkeyi tek başına yöneten AKP’nin içinde, devletin bir takım imkanlarını kendi kişisel çıkar ve zevkleri için kullanan isimler bulunduğunu tahmin edebiliriz. Eğer gerçekten herkes herkesi fişliyor, dinliyor ve kaydediyorsa; üstelik bu yasadışı izleme ve kayıtların siyasi amaçlar için kullanımı neredeyse serbest bırakılıyorsa, bu durumdan iktidar partisinin epey zarar göreceği de ortadadır.Baykal’ın önceki gün hükümeti suçlamasının yanlış, en azından çok erken olduğunu düşünüyorum. Eğer onun söylediği gibi, komployla Gülen cemaatinin bir ilişkisi yoksa ve iddiasının aksine hükümet de bu işten habersizse, o zaman bu komployu tezgahlayanların yakalanmasının çok kuvvetli bir ihtimal olduğunu söyleyebiliriz. İşte o zaman önceki günkü çıkışı CHP liderine pahalıya patlayabilir.
Baykal’a daha ilk günden yapılan istifa çağrıları ve baskıları yanlıştı, CHP Lideri’nin ister bu baskılardan bunaldığı için, isterse başka bir nedenle olsun genel başkanlıktan istifası da aynı ölçüde yanlış olmuştur. Eğer ortada Baykal’ın da söylediği gibi “alçakça bir komplo” varsa -ki kesinlikle doğru bir tespit- bununla mücadele etmenin yolu, komplocuların ilk hedeflerinden biri olduğunu kestirmekte zorlanmayacağımız, istifa değildi, olmamalıydı. Ama oldu. Sonuçta istifa tek taraflı bir olgudur ve Baykal eğer istifa ettiyse, kararına saygı duymaktan başka bir şey yapmanın anlamı olamaz. Peki bundan sonra ne olacak? Gün boyu televizyonlarda yapılan yorumlara kulak kabarttığımızda kabaca üç öngörü öne çıkıyor:1 “Baykal’ın istifası uzun sürmez. Kongrede, tabandan gelen ısrarlara daha fazla direnemeyip yeniden aday olur ve daha güçlü bir şekilde CHP’yi yönetmeye devam eder” diyenler;2 “Kongreden bir ‘emanetçi’ genel başkan çıkar ve ilk fırsatta, bu kişi bir bahaneyle görevini Baykal’a devreder, daha doğrusu iade eder” diyenler;3 “Kongreden çıkacak olan ‘emanetçi’ genel başkan götürebildiği kadar bu görevi sürdürür ama partinin gerçek lideri hep Baykal olarak kalır” diyenler.Geri döner mi?İlk iki eğilimin ağır bastığı muhakkak. Hatta iktidar partisinin Baykalsız bir CHP’yi arzulamadığını, onun istifasını geri almasını arzuladığını ileri sürebilir; buradan hareketle Başbakan Erdoğan’ın, Baykal’ın suçlamalarına verdiği aşırı sert cevabı, AKP Lideri’nin rakibini minderde tutma gayreti olarak da yorumlayabiliriz. Erdoğan’ın çıtayı beklentinin ötesinde yükselttiği, bu amaca uygun olarak Baykal’ın kasetteki görüntüleri “yalanlamadığını”, daha ileri giderek “yalanlayamadığını” söylemiş olduğu hesaba katılırsa Baykal’ın onunla eşit şartlarda mücadele edebilmesinin ilk akla gelen yolunun, genel başkanlığı bırakmamak olduğu söylenebilir.Gerek kendi partisi, gerekse iktidar partisinden gelen doğrudan ve dolaylı baskılara rağmen Baykal’ın istifasını geri alacağını düşünmüyorum. Ne var ki bu istifanın, Baykal için genel başkanlığa veda anlamına gelmekle birlikte siyasetten çekileceği anlamına gelmediği kanısındayım. İstifadan şu ya da bu nedenle, şu ya da bu şekilde geri dönmenin doğurabileceği derin hasar yüzünden Baykal ve kurmaylarının CHP’de yeni bir dönemin kaçınılmaz olduğunu kabullenmeleri ve buna uygun yeni düzenlemelere gitmeleri gerekiyor.“Emanetçi genel başkan” daha önce başka partiler tarafından denenmiş ve yararsız, hatta zararlı olduğu kanıtlanmış bir yöntem. “İlk fırsatta yerini Baykal’a iade edecek düşük profilli genel başkan” da CHP’ye zaman, enerji ve ümit tüketimine yol açacağı için uygun bir yöntem olmayacaktır.Geçiş dönemi formülüO zaman geriye hangi seçenek kalıyor? Açıkçası şu ana kadar böylesi bir “altın formül” ortada gözükmüyor. CHP’nin önümüzdeki kongreden Baykal’ın işaret edeceği, en azından onaylayacağı bir isimin genel başkanlığıyla çıkacağı kesindir. Yeni genel başkanın, hem Baykal’ın gölgesinde kalacağı, hem de eskisine göre daha güçlenmiş bir genel merkezle çalışmak durumunda olacağı da muhakkaktır. Ancak açık olan bir başka husus, bu kongrenin CHP için bir “geçiş kongresi” olacağıdır. Belki de zamanından çok önce yapılacak ikinci bir kongreyle CHP’nin gerçek yeni çehresine kavuşabileceğini öngörebiliriz. Bu yüzden CHP liderliğinde gönlü olan ve buna ulaşma şansı bulunan isimlerden herhangi birinin şu aşamada ileri atılıp kendi önünü kapatmasını beklemek doğru olamayacaktır. Fakat “geçiş dönemi” formülünün de çok ciddi bir kusuru var. Söz konusu geçiş döneminde en azından Anayasa paketi referandumu ve belki de bir genel seçim yaşayabilir Türkiye. Bu yüzden CHP’nin (ve tabii Baykal’ın) elini çabuk tutup bu partiyi belli bir süre sahiden yönetecek kadroyu bir an önce belirlemesi gerekiyor.
Cumartesi günü Basın Enstitüsü Derneği ile Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti Diyarbakır’da “Medya, Empati, Barış” başlıklı bir çalıştay düzenledi. İstanbul ve Ankara’dan, önde gelen medya kuruluşlarından gazeteciler ve onların Güneydoğu’da görev yapan meslektaşlarına ek olarak akademisyenler, bölgeden iş adamları, siyasetçiler ve hatta bürokratların da katıldığı çalıştay, hiç tartışmasız bir şekilde, son derece başarılı geçti.Normal şartlarda çalıştaya katılanlar öğle yemeklerini yerken Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök’ü dinleyeceklerdi. Fakat Özkök son anda gelmekten vazgeçti ve bunun nedenlerini, katılsaydı neler söyleyeceğini Cumartesi günü köşesinde anlattı. Onun gelmeyeceği anlaşılınca düzenleyiciler, benden söz konusu konuşmayı yapmamı rica ettiler. İşte o konuşmada, Kürt sorunu söz konusu olduğunda ülkemizde iki farklı kamuoyunun oluştuğunu ve bunların arasındaki makasın giderek açıldığını anlattım ve Habur örneğini verdim: Bölge insanı için bir “kavuşma” yaşanıyordu, bu nedenle gelenleri şenlikle karşıladılar. Ama ülkenin Batısında aynı görüntüler bir meydan okuma, zafer kutlaması vb. olarak algılandı ve öfkeye yol açtı. Ve bu öfke sonucunda hükümet Kürt açılımını durdurmak zorunda kaldı.Hayati bir formülBöylesi bir durumda medyaya bu iki farklı kamuoyu arasında bir köprü işlevi görmek ve yaşanan çatışmayı yumuşatıp bir “savaş”a dönüşmesinin engellenmesine katkıda bulunmak gibi zorlu bir görev düşüyor. Peki bu nasıl mümkün olabilir? Bu noktada, birçok konuda olduğu gibi Kürt sorununda da tam bir “akil adam” profili çizen dostum Osman Bostan’dan bir formülü ödünç aldım: “Türklerin kaygıları ile Kürtlerin haysiyeti arasında bir denge kurmak” zorunluluğu. Kürt sorunuyla ilgili aklınıza gelen her gelişmenin medya tarafından nasıl işlendiğini, bu “kaygılar/haysiyet” ikileminde tahlil ettiğimizde, “Türklerin kaygıları”nın tartışmasız bir biçimde ön planda tutulduğunu, bu uğurda Kürtlerin haysiyetlerinin kolaylıkla göz ardı edilebildiğini görürüz. Kimileri bu durumu esas olarak, hatta kimi durumda sadece devlet üzerinden açıklamaya çalışıyor. Kuşkusuz devletin rolü önemlidir fakat gerek ülkemizdeki medya sahipleri, gerekse de medya çalışanları arasında Kürt kökenlilerin sayısının hayli az olduğunun altını da muhakkak çizmeliyiz. Buna ek olarak, siyasi yelpazede kendilerine uygun gördükleri yer ne olursa olsun, medya çalışanları, yazar, yorumcu ve yöneticilerinin çoğunun “Türklerin kaygıları”nı öne çıkardıkları da açıktır.Dolayısıyla konuşmamda, medyanın bugünkü yapısıyla Kürt sorununun çözümüne katkıda bulunmasının çok zor olduğunu vurguladım ve “şu an yapabileceğimiz, ancak medyanın bu sorunu daha da derinleştirmemesini sağlamaya çalışmak olabilir” dedim. Güzel olaylarBereket Diyarbakır’da tanık olduğum birçok güzel olay Kürt sorunu konusunda çok fazla kötümser olmamak gerektiğini gösterdi. Örneğin Leyla Zana, kısa bir ara dışında çalıştayı sonuna kadar izledi. Diyarbakır Valisi Hüseyin Avni Mutlu ise son bölümüne katıldı. Arada Zana ile samimi bir şekilde sohbet etti. Çalıştayın sonunda Diyarbakırlı gençlerden oluşan bir yaylı çalgılar topluluğu kısa bir klasik müzik dinletisi sundu.Vali Mutlu biz gazetecileri akşam yemeğinde de yalnız bırakmadı. Masasında Leyla Zana’ya ek olarak Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir de bulunuyordu. Kürt sorununun bir türlü çözülememesinde mülki amirlerin, halkın seçtiği temsilcileri muhatap almamaları, hatta onları alenen dışlamalarının katkısı büyük olmuştur. Bu tutumda ısrar eden çok sayıda yönetici yine haberlerde karşımıza çıkıyor. Ne mutlu ki Mutlu gibi olumlu örnekler giderek daha fazla öne çıkıyor ve bizleri çözüm konusunda umutlandırıyor.Leyla Zana, çalıştayın son bölümüne katılan Diyarbakır Valisi Hüseyin Avni Mutlu ile sohbet etti. Sohbete Güneydoğu Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Faruk Balıkçı da katıldı.
İlginçtir, BDP İstanbul Milletvekili Ufuk Uras’ın, partili diğer milletvekillerinin aksine Anayasa paketi oylamasının Salı günkü bölümüne katılıp 16. ve 17. maddeler lehine oy kullanması, nerdeyse, bir gün önce AKP’den 8 ila 12 milletvekilinin fire vermesi kadar etki yarattı. Neden böyle olduğu sorusunun yanıtını öncelikle siyasi iktidar-medya ilişkilerinde aramak lazım. Şöyle ki iktidar partisi Pazartesi akşamından itibaren 8. maddenin düşmesinin esas sorumlusu olarak BDP’yi ve BDP’lileri gösterdi ve kendi içindeki rahatsızlıkların çok fazla deşilmesini istemedi. Erdoğan’a yakın AKP Milletvekili Faruk Koca’nın listesi usta foto muhabirleri tarafından görüntülenmemiş olsaydı belki de AKP’li firecileri hiç konuşmayacaktık. Bu fotoğrafa, kulislerde yaşanan onca öfkeli itiraz ve kapışmaya rağmen fire meselesi büyük ölçüde kapanır gibi oldu. Tabii burada, oylamanın devam ediyor olması da birinci derecede etkili olmuştur. İşte bu noktada Uras’ın göstere göstere oyunu kullanması ve tavrını “Ergenekon’un sevinç çığlıklarını duydum” diyerek gerekçelendirmesi iktidar partisi için bir tür can simidi oldu.Sanıyorum bu oylama sürecinde en zor durumda kalan isimlerin başında Ufuk Uras geliyor. Çünkü o sol hareket içinde “paket eksik, bu yüzden desteklenmeyi hak etmiyor” diyenlere karşı “paket eksik ama yine de desteklememiz lazım” diyen grup içinde yer alıyor. Kendisinin, “paketin düşmesi Ergenekon’un zaferi olur” sözü zaten durumunu çok iyi özetliyor. Öte yandan Uras, AKP’nin pakete yönelik eleştirileri pek ciddiye almadığını, hele BDP’den gelen önerileri kategorik olarak elinin tersiyle ittiğini de çok iyi biliyor ve iktidar partisinin bu “herkes konuşsun ama benim dediğim olur” tavrından hayli şikayetçi.Kendisiyle ikinci turun hemen öncesinde konuştuğumda işte bu tavır nedeniyle BDP’nin kararının doğru olduğunu söylemiş ve olağanüstü bir değişiklik olmazsa oylamaya katılmayacağını söylemişti. Nitekim öyle oldu: Pazar ve Pazartesi günleri oy kullanmadı, fakat Salı o meşhur poz eşliğinde, sol kökenli Ertuğrul Günay ve Mehmet Domaç’ın alkışlarıyla oyunu kullandı. Daha sonra yaptığı açıklamadaysa paketin tümüne “hayır” oyu vereceğini söyledi.İniş çıkışlı grafikKendisi tutumunun istikrarlı olduğunu söylese de, Uras’ın oylama sürecinde inişli çıkışlı bir grafik izlediği açıktır. Ama haksızlık yapmayalım, dört bir yandan gelen farklı baskılar nedeniyle durumunun hiç de kolay olmadığını kabul edelim. İşe Uras’ın BDP ile ilişkisini iredeleyerek başlayabiliriz. Bizim evdeki iki oy da Uras’a gitti. Ama kendisini TBMM’ye ben ve eşim Müge gibi seçmenlerden ziyade, DTP çizgisindeki vatandaşların göndermiş olduğu muhakkaktır. Nitekim Baskın Oran, aynı bölgede DTP kökenli bir bağımsız aday olduğu için yeterli oyu kazanamadı.Uras seçildikten sonra DTP’lilerden, bir süre sonra da ÖDP’den ayrıldı ve yeni bir sol partinin kuruluş sürecine dahil oldu. Ne var ki DTP kapatılıp Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk yasaklı olunca, grup oluşturabilmeleri için BDP’ye katıldı. Uras’ın birçok konuda BDP ile farklı düşündüğünü biliyor ya da tahmin ediyoruz. Bunlardan biri de son Anayasa paketi. Uras’ın gönlünün, eleştiriyi bir an bile kesmeden paketi desteklemekten yana olduğunu kestirmek zor olmayacaktır. Ancak AKP’nin “BDP ile birlikte Anayasa’yı değiştiriyorlar” imajı yaratmamak için BDP’ye karşı onur kırıcı bir üslup takınmış olması sürecin doğal mecrasında akmasına engel oldu. BDP içinde Uras gibi paketi desteklemek gerektiğini savunanlar iyice zor durumda kaldı.Kaygı ve haysiyet ikilemiBaşlıktaki soruya dönecek olursak, kafamda bunun yanıtı pek yok. Şu kadarını söyleyebilirim: Uras 8. maddenin düşmesi nedeniyle “Ergenekon’un zafer çığlıkları” nı duymuş olabilir, ama bu sırada AKP’lilerin ve onu destekleyenlerin, kendi içlerindeki firelerin üstünü örtüp BDP’yi tek sorumlu olarak gösterdiklerini ve onları “Ergenekoncu” ilan ettiklerini atlamış olmalı. Uras’tan, en azından, iktidar partisinin Türklerin kaygılarını gözetip Kürtlerin haysiyetini göz ardı etmiş olmasını hesaba katmasını beklerdim.Son bir söz: Uras eğer, Salı değil de Pazartesi günü 8. madde için evet oyu vermiş olsa muhtemelen bu kadar yoğun tartışmalara neden olmayacaktı.
Anayasa paketindeki 8. maddenin düşmesine neden olan AKP’lilerin kimler olduğu sorusu daha uzun bir süre gündemimizden düşmeyeceğe benzer. Ortalıkta, daha oylama olmadan önce bazı milletvekillerinin isimleri “muhtemel fireciler” olarak dolaşıyordu. Başbakan’a en yakın milletvekillerinden Faruk Koca’nın kameralara yakalan listesinde de bir-iki yeni isim sayılmazsa, aynı “olağan şüpheliler” bulunuyordu.Kendileri alenen ifşa etmedikleri müddetçe kimlerin ret oyu verdiğini bilmemiz imkansız. Bu nedenle söz konusu “olağan şüphelileri” hiçbir delile dayanmadan “fire” olarak ilan etmemiz ve bunun nedenlerini aramamız büyük haksızlık ve yanlış olur. Ancak şu soruyu pekala sorabilir, bunun etrafında verimli bir tartışma başlatabiliriz: Neden Kürşad Tüzmen, Vahit Erdem, Sadık Yakut, Murat Başesgioğlu, Köksal Toptan, Reha Çamuroğlu gibi isimler belli bir süredir AKP’nin “sorunlu milletvekilleri” olarak görülüyor ve patlak veren veya vermesi muhtemel herhangi bir arızada hemen kendilerinden şüpheleniliyor.Bu sorunun cevabı ilk bakışta kolay gözüküyor: Bu isimlerin hemen tamamı, daha önce ANAP, DYP, MHP gibi başka partilerde siyaset yapmış kişiler. Tek istisna Tüzmen ki o da AKP’ye geçmeden önce “ülkücü” kimliğiyle temayüz etmiş bir yüksek bürokrattı.Fakat “olağan şüpheliler”in nerdeyse tamamının “transfer” isimler olması bu soruyu cevaplamamıza yeterli olacağa benzemiyor. Çünkü AKP’de her transfer isim “şüpheli” olarak görülmüyor. Örneğin Ertuğrul Günay, Erdal Kalkan, Ayşe Nur Bahçekapılı, Haluk Özdalga gibi soldan transferler Anayasa paketinin en sert savunucuları arasında yer aldılar.Bu noktada Sadık Yakut’a özel olarak değinmek gerekiyor: AKP’nin kuruluş aşamasında başka partilerden gelen çok az milletvekili vardı. Bunlardan sadece DYP’den transfer Hüseyin Çelik ile MHP’den gelmiş olan Yakut günümüze kadar AKP’de kaldı. Çelik ne kadar AKP ile özdeşleşmişse, Yakut’un da o kadar AKP’den “gidici” olduğu düşünüldü. Bu intibanın doğmasında Yakut’la birlikte AKP’ye katılmış olan, DYP’li ama ülkücü kökenli Meral Akşener’in hemen ayrılmış olmasının da etkisi olmuştur. Fakat Yakut bunca süre zarfında ne ülkücü geçmişini reddetti, ne de AKP kimliğinden aleni rahatsızlık beyan etti. Hiçbir yere gitmedi ama hakkındaki imajı da silemedi.“Olağan şüpheliler”in bir kısmının bir diğer ortak özelliği, AKP içinde ya istedikleri mevkilere gelememi ya da gelmiş oldukları mevkilerde uzun süre kalamamış olmalarıdır. Hızla bir göz atalım: Bakanlıktan sonra TBMM Başkanlığı’na geçen Toptan ikinci kez seçilemedi; Başesgioğlu 2007 Ağustos ayından beri bakan değil; Tüzmen önce bakanlığı, hemen ardından AKP Genel Başkan Yardımcılığı’nı kaybetti; her yeni kabine ve kabine değişikliğinde adı geçmesine rağmen Erdem bakan olamadı; Çamuroğlu başlatmış olduğu “Alevi açılımı”ndan dışlandı... Koca tarafından yazılan listede yer alan isimlerden sadece birinin, yani Hilmi Güler’in “transfer” olmadığını, ama onun da uzun süre yürüttüğü Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nı 2007 Ağustos sonunda kaybetmiş olduğunu da not olarak düşelim.Sonuçta “olağan şüpheliler”in “küskünlük” ortak paydasında bir ölçüde birleştiklerini söyleyebiliriz ama onlardan şüphe duyulmasının tek, hatta ana nedeninin bu olduğunu ileri sürmek hem kendilerine haksızlık, hem de yanlış olacaktır. Çünkü iktidar partisinde mevki bekleyen veya mevkisinden olmuş, kısacası “küskün” denebilecek daha çok milletvekili var ve bunlardan olur olmaz şüphelenilmiyor. Sorunun temelinde AKP’nin onca zaman geçmiş olmasına rağmen bir türlü Batılı anlamda bir “kitle partisi” olamaması yatmaktadır. Kısacası bir kez daha karşımıza çıkan “olağan şüpheliler” olgusu, AKP’nin kuruluşundan itibaren yapılan, özellikle seçim arifelerinde iyice hız kazanan transferlerin hatırı sayılır bir bölümünün bir vitrin düzenlemesinden öteye geçemediğini bizlere gösteriyor.‘Olağan Şüpheliler’ film afişinden photoshop yapılmıştır.
AKP yöneticilerinin ve Anayasa paketinde iktidar partisine kayıtsız şartsız destek verenlerin, parti kapatmayla ilgili 8. maddenin düşmesinden BDP’yi sorumlu tutmasının anlaşılır bir tarafı yok. Hatırlayalım: CHP ve MHP baştan kapılarını kapatırken BDP sonuna kadar açmış ancak AKP’den herhangi bir olumlu tepki alamamıştı. Buna rağmen BDP’liler 8. maddenin ilk tur oylamasına katılarak iyi niyetlerini bir kez daha gösterip ikinci tur oylama için müzakereye açık olduklarını vurgulamışlardı. Uzatılan elleri yine karşılık bulmadı. Üstelik gerek AKP yöneticileri, gerekse AKP destekçileri, BDP’lilerin “aksi takdirde oylamaya katılmayız” restine karşılık onları CHP-MHP çizgisine dahil olmakla, hatta daha ileri giderek “Ergenekonculuk” la suçladılar. Kişisel gözlemlerime dayanarak söyleyebilirim ki, bu türden küçük düşürücü baskılar, BDP içinde “her şeye rağmen destek olalım” diyen kişi ve çevrelerin de direncinin kırılmasına ve partinin paketten iyice soğumasına yol açtı. AKP hiç kuşkusuz “BDP ile ortak paket geçiriyor” imajı vermekten ürkmüştü. Böylesi bir imaj ilk aşamada AKP içindeki Türk milliyetçiliğine yakın isimlerin; ardından muhtemel bir referandumda milliyetçi-muhafazakâr seçmenin hatırı sayılır bir bölümünün oylarını riske atabilirdi. İktidar partisi böyle bir imaj vermekten öylesine ürktü ki, kapalı kapılar ardında pazarlıklara da yönelmedi. Bu arada, daha önce sözünü ettiğimiz gibi, BDP aleyhine sert suçlamaları peş peşe sıraladı.Öcalan faktörüŞimdi AKP’liler BDP’yi, Öcalan’ın “AKP’ye destek olmak ahlaksızlıktır” açıklamasını bir talimat gibi kabul etmekle suçluyorlar. Muhtemelen BDP’nin tavrını belirlemesinde Öcalan’ın talimatları birinci derecede etkili olmuştur ama bunda şaşıracak ve yadırganacak bir şey yok. Eğer BDP’liler (dün DTP’liler, DEHAP’lılar, HADEP’liler...) Öcalan’a rağmen siyaset yapmaya yönelmiş olsalardı bugün bambaşka bir Kürt siyasi hareketiyle karşı karşıya olurduk. Herhalde Öcalan’a tavır alan parti Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmazdı ancak “tabanımız PKK ile aynı” dediklerini de hesaba katarsak hızla marjinalleşip belki kendi kendilerini kapatırlardı.Sonuçta 8. maddenin, AKP yönetiminin “Türk milliyetçisi” reflekslerden korkup “Kürt milliyetçisi” refleksleri önemsememesi yüzünden yeterli oyu alamayıp düştü. İşin çarpıcı yanı, AKP’nin ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamamış olmasıdır. BDP’lileri dışlayıcı üslubu bu partiyi oylamaya katılmaktan uzak tutmakla birlikte, kendi içindeki Türk milliyetçiliği refleksleriyle hareket eden milletvekillerini tatmin edemedi ve bildiğimiz hüsran yaşandı.Peki AKP, iki milliyetçilik arasında denge kurmak isterken dengesini kaybetmiş olmaktan ders çıkartabildi mi? İlk işaretler çıkaramadığı yönünde. Maddenin düşmesiyle birlikte BDP’lilere yüklenmeye devam eden AKP yönetimi, daha sonraki maddelerin başına benzer şeyler gelmemesi için kendi içindeki fireleri görmezden gelmeye çalışıyor. Fakat burada da karşısında medya engeli çıktı. Erdoğan’a yakınlığıyla bilinen Faruk Koca’nın çıkardığı listenin başta Vatan olmak üzere medya tarafından görüntülenmesi iktidar partisinde zaten bozuk olan sinirleri iyice altüst etti. Ve yapılan açıklamaların atmosferini yatıştırabildiği söylenemez.İkinci 1 Mart değilMurat Yetkin Radikal’de dün, 3 Mayıs 2010’u, yani 8. maddenin düşmesini 1 Mart 2003’e,ü yani tezkerenin reddine benzetti. Evet her iki oylamada da bir kısım AKP milletvekili Erdoğan’a rağmen oy kullandılar ve iktidar partisine büyük krizler yaşattılar. Ancak tezkereyle 8. maddeye karşı çıkış motivasyonlarının birbirine hiç benzemediği de muhakkaktır. Kendi şahsıma şöyle bir karşılaştırma yapabilirim: 1 Mart beni çok ama çok sevindirmişti. Murat’ıysa üzdüğünü çok iyi biliyorum. Önceki günkü oylama hakkında Murat kişisel olarak ne düşünüyor bilmem şahsen ama bu sefer mutlu olduğumu söyleyemem. Eğer daha fazla demokrasi istiyorsak siyasi partilerin kapatılmasının zorlaştırılmasını istemek kadar doğal bir şey olamaz.Neyse olan oldu. Bari AKP yönetimi, uzlaşma yolunda çaba göstermeyip “ben yaptım oldu” mantığıyla Anayasa değiştirmenin sandıkları kadar kolay olmadığını anlayabilmiş olsalar.