Soma’dan tabii ki Gezi çıkmaz, ama...

19 Mayıs 2014

Birinci yılı yaklaşırken, iktidar partisinin ve destekçilerinin, özellikle de Başbakan Erdoğan’ın Gezi direnişine nasıl baktığı konusunda iki zıt değerlendirme dikkat çekiyor:Birinci grupta Erdoğan’ın galip çıktığını, çünkü ilk günlerdeki bocalamanın ardından durumu kendi lehine çevirdiğini, Gezi sayesinde bir yandan kendi kitle tabanında safları sıklaştırırken diğer yandan da tabanı genişlettiğini savunanlar yer alıyor. Dolayısıyla bu düşüncede olanlar, Erdoğan’ın Gezi’nin hiç bitmemesini, düşük ölçekli de olsa sürekli gündemde kalmasını tercih ettiğini ileri sürüyorlar.Benim de içinde yer aldığım ikinci gruptakilerse, kısa vadede çok somut kazanımlar elde edememiş olsa da Gezi direnişinin Erdoğan ve iktidarının kırılganlığını ilk kez alenileştirdiğini, sırf bu nedenle bile olsa kazanmış sayılabileceğini düşünüyorlar. Ki bu kadarla kalmadığı da ortada: Gezi ve onun Türkiye üzerinde salınan ruhu siyasi iktidar ve destekçilerini sürekli tedirgin ediyor; her türlü itiraz ve protestonun ardından o ruhun yeniden ortaya çıkıp topluma hâkim olacağı endişesiyle yaşıyorlar.En kolay yolSoma faciasıyla birlikte de öyle oldu. Hükümetin ülkeyi derinden sarsan bu derece büyük bir olay karşısında ilk günlerde tam anlamıyla bocalaması, kimsenin istifa etmemesi, görevden alınmaması, Başbakan Erdoğan’ın faciayı madenciliğin “fıtratı” gereği yaşanan bir kaza olarak göstermesi ve 1800 - 1900’lü yıllardan örnekler vermesi gibi olaylar kendiliğinden tepkilere yol açtı.Soma sokaklarında Erdoğan ile vatandaşları karşı karşıya getiren bu protestolar üzerine akla ilk gelen ve en kolay yola başvuruldu: Bütün bu protestoların ardında Gezi’yi yeniden canlandırmak isteyen provokatörlerin bulunduğu iddia edildi. Bu iddiayı pekiştirmek için, faciaya yol açtığı düşünülen (ki bilirkişi bunun doğru olmadığını birkaç gün sonra açıkladı) trafo patlamasının bir kaza değil sabotaj olduğu spekülasyonları yapıldı; tabii Gezicilerin yanına “paralelciler”, yani Fethullah Gülen cemaati de katılarak.Hükümette ve ona destek veren çevrelerde sahiden bu tür iddialara inananlar var mıdır? Var gibi gözüküyor. Eğer öyleyse iki temel hata yapıyorlar demektir.Geziciler o kadar saf değilÖncelikle Başbakan’ın dini telkinlerine itibar etmeyip, Soma faciasının sorumlularının hemen saptanıp en ağır bir şekilde cezalandırılmalarını talep edenlerin; bu olmadığı için tepkilerini yüksek sesle dile getirenlerin yeni bir Gezi tezgâhlamak istedikleri iddiasının pek bir inandırıcılığı yok. Kuşkusuz Soma ile ilgili gösterilerde Gezi’de yer almış birçok aktör bulunabilir ancak bunların büyük kısmının hiç de saf olmadıklarını, Gezi ve Soma arasında benzerlikten çok farklılık olduğunu kavrayacak kadar zeki olduklarını düşünüyorum.Coğrafya, sosyo-ekonomik ve kültürel koşullar, bunlara bağlı olarak yaşam tarzları, ama en önemlisi insanları protestoya sevk eden nedenler çok ama çok farklı. Az sayıdaki benzerliğin en önemlisiyse, siyasi iktidarın her iki olaydaki kibirli tutumu olsa gerek.Gereksiz korkuVelev ki “bağzı çapulcular” Soma’dan bir Gezi çıkartmak istemiş olsunlar, ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar bunun mümkün olmadığını herhâlde en iyi AKP’liler biliyordur. Peki o zaman neden Soma’dan Gezi çıkartılmak istendiğine dair onca yazı yazıldı, söz söylendi?Öncelikle Gezi, 17 Aralık gibi kritik süreçlerde kayıtsız şartsız destek oldukları hükümetin Soma ile ilgili müdahalelerinden memnun olmayan kişileri yeniden kazanmak için Gezi’yi bir “umacı” olarak devreye sokmak istediklerini düşünebiliriz. Ama daha önemlisi, Gezi’den, orada ortaya çıkan ve kolay kolay yok olacağa benzemeyen direniş ruhundan korktukları için.Toparlayacak olursak: Soma’dan Gezi çıkartmak isteyenlerden çok, Soma’dan Gezi çıkar mı diye korkanlar var. Boşuna korkuyorlar çünkü Soma’dan yeni bir Gezi çıkmaz. Ama hükümet ve Başbakan yanlışlarında ısrar ederse Soma’dan, Gezi’den çok ama çok farklı, daha büyük ve daha etkili bir direniş çıkabilir.

Devamını Oku

Devlet-toplum ilişkisinden hareketle Soma üzerine 6 not

18 Mayıs 2014

- Tahammül: Başbakan Erdoğan’ın “bu ülkenin başbakanına nasıl...” diye başlayan cümleler kurmasına alışmıştık ama bunu Soma’da, kendisini yuhalayan bazı vatandaşlara karşı tekrarlamasını herhâlde beklemiyorduk. Halbuki toplumu derinden sarsan böylesi facialarda bir siyasetçi sıcağı sıcağına olay yerine gidiyorsa her türlü tepkiyi göze almalı, bunlara hazırlıklı olmalıdır. Eğer tepkilere tahammül gösteremeyecek bir fıtrattaysa ya gitmemeli ya da programını vatandaşlarla olabildiğince az karşılaşacağı şekilde organize etmelidir. Ne var ki, eleştirilere fazla tahammüllü olmadığını zaten bildiğimiz Erdoğan böyle yapmadı. Hem vatandaşla doğrudan muhatap oldu, hem de tepkileri duymazdan gelme, anlayışla karşılama yerine, vatandaşın kendisine (ve iktidarına) hoşgörü, hatta minnetle yaklaşmasını bekledi. Böyle olmayınca da hiddetlendi.- İktidar: Erdoğan’ın bu ruh hâlinin Soma’ya özgü olmadığı, Gezi ile başlayıp 17 Aralık süreciyle tırmandığı açık. Gezi’ye kadarki süreçte siyasi iktidarı olabildiğince kendisinde toplamak isteyen bir Erdoğan söz konusuydu. Gezi ve özellikle kendisini tasfiyeyi hedef alan 17 Aralık’tan sonra iktidarını kaybetme endişesi taşımaya başladı. Yani özgüven ile güvensizliğin aynı anda var olduğu karmaşık bir durum söz konusu. Kendilerini Erdoğan’ın iktidarına endekslemiş olan kişilerde de bu karmaşık durumun versiyonlarına tanık oluyoruz. İçlerinden bol miktarda kraldan çok kralcı çıkıyor ve işler daha fazla içinden çıkılmaz bir hâl alıyor.- Yeme/yedirtmeme: Şu ana kadar Soma faciasıyla ilgili olarak, tabii protestocuları ve bazı şirket yöneticilerini saymazsak, kimse gözaltına alınmadı; kimse görevden alınmadı ve kimse istifa etmedi. Bunların olabileceğine dair herhangi bir işaret de yok. Bunun esas nedeni, Başbakan’ın, daha önceki birçok olayda karşımıza çıkan “birileri istedi diye adamlarımı yedirtmem” yaklaşımı olsa gerek. Ama yedirmeme inadının orta ve uzun vadede çok olumsuz sonuçları olacağı kesin. Kaldı ki 17 Aralık sürecinde bu inat işe yaramamış, 4 bakan birden koltuğunu kaybetmek durumunda kalmıştı.- Maden işletmecileri: Başbakan’ın kimseyi yedirtmeme tutumundan en kârlı çıkanlar kuşkusuz Soma Holding’in sahip ve yöneticileri oldu. Dünkü gözaltıların durumu değiştireceği ihtimalini ise fazla yüksek görmüyorum. Eğer Soma’daki basın toplantısında Erdoğan işletmecilerin kusur, ihmal ve sorumluluklarından söz etse, bunların altını kalın bir şekilde çizse toplumsal atmosfer bambaşka olabilirdi. Onun yerine faciayı normal gibi göstermeye kalktı ve kendi tabanında da derin hayal kırıklıklarına yol açtı. Birkaç gün sonra durumun vahameti fark edilip hükümete yakın medya tarafından holding hedefe konuldu ama toparlama mümkün olmadı.- Şehir efsaneleri: Resmi açıklamalara göre Soma’da 300’ü aşkın kayıp verildi ve yerin altında kimse kalmadı. Ama hükümetin söylediklerinin kamuoyunun belli bir bölümünü tatmin etmediği açık ve bu son derece normal bir durum. Ne var ki bu sayı başlı başına çok büyük bir felakete işaret ederken, yer altında yüzlerce işçinin kaldığı, üzerlerine beton döküleceği gibi spekülasyonları; yakınlarının akıbetini merak eden o kadar aile çıkmayınca, bu kişilerin Suriyeli ve hatta çocuk olduklarına çevirmeyi anlamak mümkün değil. Soma’da ilk andan itibaren çok sayıda gazeteci görev yapıyor. Her duyduklarını kendi gazete ve kanallarında haberleştiremeseler bile sosyal medya üzerinden dolaşıma sokuyorlar. Ayrıca çok sayıda gönüllü avukat, STK temsilcisi bölgede halkla temas hâlinde. Bunların hiçbir şekilde duymadığı Suriyeli çocuk işçi varlığından, İstanbul’da kendisine gelen e-postalarla haberdar olduğunu söyleyenlerin yaptıkları ise en hafif deyimiyle sorumsuzluktur.- “Dış mihraklar”: 1999 Marmara depreminde bu ülkenin insanları olağanüstü bir dayanışma göstermiş ve gelecek için umutlanmamıza neden olmuştu. Tabii muazzam bir uluslararası yardım kampanyasıyla “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” sözünün de asılsız olduğu ortaya çıkmıştı. Fakat AKP döneminde benzer olaylarda, “her şey kontrol altında”, “devletten başka kimseye ihtiyaç yok” gibi yaklaşımlarla dış yardımlara onay verilmedi, üstelik başka bölgelerden vatandaşların yardım amacıyla olay bölgesine gitmelerine hep zorluklar çıkartıldı. Çok anlamsız.Siyasi iktidarın ilk günden itibaren dile getirdiği “Somalı olanlar/olmayanlar” ayrımının, hiç dillerinden düşürmedikleri “birlik ve beraberlik” çağrılarıyla taban tabana zıt olduğu aşikârdır.Somalıların sadece devlete muhtaç olmadıklarını, bu ülkenin diğer insanlarının da yanlarında olduğunu bilmeleri tüm Türkiye’nin yararınadır.

Devamını Oku

Boşuna umutlanmayın, Diyanet hep aynı Diyanet

16 Mayıs 2014

Soma faciasına karşı siyasi iktidarın tutumunun üç ayağı bulunuyor: 1) Her yönüyle bir “iş cinayeti“ olduğu aşikâr olan, resmi rakamlarla yaklaşık 300 kişinin hayatına mal olması nedeniyle pekâlâ “katliam“ olarak niteleyebileceğimiz bu faciayı bir “kaza“, buna bağlı olarak da takdir-i ilahi olarak görüp göstermek; 2) Facianın hesaplaşmasını da büyük ölçüde öbür dünyaya havale etmek; 3) Tüm ülkenin bu faciayı tevekkülle karşılamasını temin etmek için dini faaliyetleri ön plana çıkarmak.Dün ülke çapında kılınan gıyabi cenaze namazları ve tüm camilerde okutulan Soma ile ilgili cuma hutbesi bu stratejinin önemli birer parçasıydı. Galiba fazla safım: Diyanet İşleri Başkanlığı’nın faciayı bütün yönleriyle Allah’a havale etme yaklaşımına isyan olmasa bile itiraz etmesini bekliyordum. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, hükümetin bu stratejisinin dindar insanları da fazlasıyla tedirgin etmiş olduğunu mutlaka görmüştür diye düşünüyordum.Hayal kırıklığıDün Soma’daydım. Beşiktaş Başkanı Fikret Orman ve Beşiktaş Belediye Başkanı Murat Hazinedar’ın facianın yaralarının sarılmasına katkıda bulunma amacıyla yaptıkları temasları izledim. Bu vesileyle kısa süreliğine de olsa kentteki o acı atmosferi soluma, Somalılarla ve ilk andan itibaren orada bulunan meslektaşlarımla sohbet etme imkânım oldu.Bu nedenle cuma hutbesini canlı dinleme imkânı bulamadım, ancak sağduyusuna güvendiğim bir dindarın cuma namazının hemen ardından sosyal medyadan yaptığı şu değerlendirme umduğumun değil korktuğumun gerçekleştiğini gösteriyordu: “Fevkalade bir cuma hutbesiydi. İşçi çalıştıran, yöneten kimse rahatsız edilmedi. ‘Ölüyorlarsa Allah öldürmüştür’ hutbesiydi. ‘Dua edersiniz de duanız kabul edilmez’ diyor (Hz. Muhammed) SAV böylesi durumlarda.“Bunun üzerine Diyanet’in internet sitesinden hutbe metnini bulup okudum. Tabii ki ve maalesef beklentilerimin boşuna olduğunu, hükümetler ve başkanlar değişse de Diyanet’in aynı Diyanet olarak yollarına devam ettiklerini bir kez daha gördüm.Acı derslerden ibretHaksızlık etmeyelim, müminlere sabır, tevekkül, kardeşlik, diğerkâmlık, fedakârlık, yardımlaşma, dayanışma ve sükûnet telkin eden hutbenin sonlarına doğru şöyle deniyor: “Kader ve ecel, insanoğlunun ihmal ve sorumluluklarını asla ortadan kaldırmaz. Takdir, insanoğlunun tedbir sorumluluğunu ortadan kaldırmaz.“Ancak bu sözlerin “acı hadiselerden ders ve ibret alma“ babında söylenmiş olduğunu da unutmayalım. Zaten hutbede “müminler, bilhassa insan sağlığı ve hayatı açısından risk oluşturacak işlerde, hiçbir şekilde tedbirsizlik zaafı içine düşmezler. Sevgili Peygamberimiz’in ifadesiyle müminler, yaptıkları her türlü işi ‘en güzel ve en sağlam’ şekilde yaparlar” deniliyor ve hemen ardından şöyle nokta konuluyor: “Sonra da Allah’a tevekkül ederler.”Kimseye, hele Diyanet yöneticilerine İslamiyet’i öğretmeye kalktığım yok. Başta da belirttiğim gibi camilerde Diyanet aracılığıyla bir “sivil İslam isyanı” bekliyor da değilim. Ancak Soma’daki facianın sorumlularının tespitinin ve cezalandırılmasının öneminin altını çizmek yerine öncelikle sabrı, tevekkülü telkin etmeleri, yani resmi söylemin peşine bu kadar takılmaları ne Türkiye’nin, ne siyasi iktidarın, ne de Diyanet’in hayrınadır.Anlaşılan Soma faciasının her geçen gün bu ülkenin dindarları için de bir milat hâline gelmekte olduğunu görmüyor ya da görmek istemiyorlar.

Devamını Oku

Hâlâ Kürtlerin nerede olduğunu merak eden var mı?

15 Mayıs 2014

Mevzuat: Sağlık sorunları nedeniyle Soma’ya gitmesinin mümkün olmadığı açıklanan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, basın toplantısında, facianın yaşandığı madende denetimlerin düzenli yapılmış ve her şeyin mevzuata uygun olduğunun saptandığını söyledi. Ama çok önemli bir hususu, yani mevzuatın bu tür faciaları önlemede yeterli olup olmadığı konusunu atladı.Sorumluluk: Kabineden herhangi bir istifa veya görevden alma haberi yine gelmedi. Görüldüğü kadarıyla değil bakan, herhangi bir bürokrata bile dokunulmuş değil. Üstüne, maden işletmecisine yönelik herhangi bir ciddi suçlama da getirilmediği için facia tamamen kader ile açıklanmaya çalışılıyor. Olayın üstünün dini argümanlarla örtülmek istenmesi en çok, sorumluların bir an önce bulunup tatminkâr bir şekilde cezalandırılmalarını bekleyen dindar insanları rahatsız ediyor.Medya: Başbakan önceki günkü basın toplantısında önce “sorumlu yayıncılık”ları nedeniyle medyaya teşekkür etmiş, ardından ihmal ihtimaliyle ilgili ilk soruyu soran El Cezire muhabirini azarlamıştı. Gerçekten de ana akım medyanın büyük ölçüde olayı sorgulamamaya dikkat ettiğini görüyoruz. Bununla birlikte facia yok sayılamayacak kadar büyük olduğu için bu boşluk bol hamaset, duygusallık ve bol sayıdaki ‘uzmanın’ laf kalabalıklarıyla doldurulmak isteniyor. Ama ilk üç günde bir kez daha tanık olduk ki, iktidar konvansiyonel medyayı ne kadar denetim altında tutarsa tutsun, haberler ve eleştirel yorumlar alternatif mecralardan kanallar bulabiliyor.İmaj: Dünkü yazımda, gerek Başbakan Erdoğan’dan önce giden bakanların, gerekse kendisinin Soma’da verdiği görüntülerin de ayrıca hayal kırıklığı yaratmış olduğunu yazmıştım. Yazı çıktıktan sonra sosyal medyaya düşen yeni görüntülerle durum daha da ciddi ve vahim bir hâl aldı. Önce Başbakanlık Özel Kalem Müdür Yardımcısı Yusuf Yerkel’i, bir genci hiddetle tekmelerken gösteren fotoğrafla şoke olduk. Sosyal medyada Yerkel’i savunma amaçlı dolaştırılan açıklamalarda, yerdeki kişinin Somalı olmadığı, provokatör olduğu, İzmir’den geldiği, küfrettiği gibi iddialar yer alıyordu. İnandırıcı değil. Velev ki bu iddialar doğru olsun, hiç ama hiçbir şey bu genç bürokratın söz konusu hareketini kesinlikle meşrulaştıramaz. Nitekim Yerkel de dün akşam saatlerinde “Hadise, beni derinden üzmüştür. O gün yaşadığım bütün provokasyonlara, maruz kaldığım hakaret ve saldırılara rağmen sükunetimi muhafaza edemediğimden dolayı üzgünüm” şeklinde bir açıklama yaptı.Ardından Başbakan’ın görüntüleri düştü internete. Önce Soma sokaklarında kendisini protesto edenlerin üzerine “Hadi bir de benim yanımda yuh çekin” diye yürüdüğünü, ardından bir markete girdiğini, orada da bir arbede yaşandığını gördük. Bu görüntülerde Başbakan’ın bir kişiye yumruk attığı iddia edildi. Daha sonra Kanal D ana haber bültenine canlı yayınına çıkan Taner Kuruca adlı genç Somalı canlı yayınına, o kişinin kendisi olduğunu, Erdoğan’ın kendisine “istem dışı tokat attığını” anlattı ve özür beklediğini söyledi. Bu yazıyı yazdığımız ana kadar Başbakanlık’tan herhangi bir resmi açıklama yapılmamıştı.Kürtler: Dün Diyarbakır, Batman başta olmak üzere birçok yerleşim biriminde Kürt siyasi hareketinin inisiyatifiyle Soma ile ilgili protestolar düzenlendi. Bu gösteriler, 28 Haziran 2013 günü Lice’de kalekol inşaatını protesto ederken asker kurşunuyla öldürülen Medeni Yıldırım için ülkenin Batı kentlerinde yapılan dayanışma eylemlerini akıllara getirdi. Tabii bu arada, çözüm sürecine halel gelmemesi için Kürtlerin ülkede yaşanan olumsuzluklara bilinçli olarak sessiz kaldığını ileri sürenlerin son günlerde sık sık ortaya attığı “Kürtler nerede?” sorusuna da esaslı bir cevap oldu. Dün, “Gezi ile ilk kez karşımıza çıkan, ardından Berkin Elvan’ın cenazesi, Ali İsmail’in mahkemesi gibi olaylarda tekrarlanan ‘vicdan koalisyonu’ yeni katılımlarla yoluna devam eder” diye yazmıştım, Kürtler zaten öteden beri bu koalisyonun en önemli parçası olduklarını böylece görmek istemeyenlere de göstermiş oldular.Milat: Soma’da yaşanan “iş cinayeti”ni daha uzun bir süre konuşacağa benzeriz, konuşmalıyız da. Bu facianın ülkemizde siyasi hayatı çok ciddi olarak etkileme, hatta köklü değişikliklere yol açabilme ihtimalini hiç yabana atmamak lazım. Zira geçen süre zarfında siyasi iktidar, facianın çapına denk gelecek adımlar atmadı, genel kamuoyunun beklentilerini büyük ölçüde karşılamadı. Eğer hükümet ve Başbakan ilk üç gündeki çizgilerini sürdürürlerse Gezi ve 17 Aralık süreçlerinden daha da ağır yaralar alabilirler. Bu bağlamda, Soma faciası yeni bir milat olabilir.

Devamını Oku

Vicdan koalisyonu genişliyor

14 Mayıs 2014

23 Ekim 2011 günü öğleden sonra saat 2’ye doğru Van’da deprem oldu. Tesadüf eseri Hüseyin Yayman ve Burak Kara ile birlikte Hakkari’den Van’a dönüyorduk, Yüksekova’ya yaklaşırken depremi hissettik. Hemen önce Van’a, ardından Erciş’e geçtik. Aynı gün gece yarısına doğru Başbakan Tayyip Erdoğan Erciş’e geldi. Gelmeseydi şaşırırdım, şaşırırdık. Çünkü Erdoğan böylesine insani durumlara hızlı ve insani tepki vermesiyle bilinen bir siyasetçidir ve bu özelliği onun siyasi tırmanışına epey yardımcı olmuştur.FıtratDün de Erdoğan bütün ülkeyi yasa boğan facianın ardından, Van depremindeki kadar hızlı olmasa da, 24 saat dolmadan Soma’ya gitti. Ama yaptığı basın toplantısında söyledikleri derin bir hayal kırıklığı yarattı. Erdoğan ile yollarını çoktan ayırmış, onu bir an önce tasfiye edilmesi gereken bir düşman olarak görenlerin tepkilerini kastetmiyorum. Gezi, 17 Aralık gibi süreçlerde kendisine tavizsiz şekilde sahip çıkan, ona kalkan olan pek çok kişi, öncelikle, Erdoğan’ın bu bariz “iş cinayeti”ni, İslami söyleme başvurup (örneğin kazaların madenciliğin “fıtratında” olduğunu söyledi), normal bir şeymiş gibi göstermeye çalışmasından rahatsız oldu. Hele Soma faciasının 1800’lü yıllar İngiltere’sindeki maden kazalarıyla karşılaştırılmasına kimse anlam veremedi.Ne istifa ne azilİkinci şikâyet konusu, Başbakan’ın onca canın kaybına yol açan bariz ihmal ve sorumsuzluklar zincirinin aydınlatılıp sorumluların cezalandırılacağına dair inandırıcı, hatta en azından gönül alıcı sözler etmemiş olması. Bu tutum, kadere ve kazaya olduğu kadar sorumluluğa da inananları, bu ölümlerin hesabının sorulmasını isteyenleri yaraladı.Sonuç olarak, yolsuzluk iddiaları üzerine bir günde 4 bakanının görevi bırakmasına onay vermek durumunda kalan Erdoğan, herhangi bir görevden alma veya azil imasında bulunmadı.Hükümet adına konuşan herkesin, madeni işleten özel şirkete toz kondurmama yolundaki gayretleri de ayrıca dikkat çekti.İmajGerek Erdoğan’dan önce giden bakanların, gerekse kendisinin Soma’da verdiği görüntülerin de ayrıca hayal kırıklığı yaratmış olduğu ortada. Önce bakanların birbirlerine omuz vererek yürümeye çalışan maden işçilerine uzaktan bakmalarının fotoğrafları düştü medyaya. Ardından Başbakan ile halk arasına asker ve polislerden kocaman barikatlar örülmüş olmasının. Ve nihayet basın toplantısında daha ilk soruda Erdoğan’ın (yine) gazeteci azarladığına tanık olduk.VicdanSoma faciası duyulur duyulmaz, bazı kişiler, buradan Gezi’deki gibi bir hareketin çıkarılmak istenebileceği endişesine kapıldılar. Hatta işi daha ileri götürüp bu facianın bu amaca yönelik bir sabotaj olabileceği spekülasyonu bile yaptılar.Bunlar deli saçması iddialar; gördüğüm kadarıyla hükümete destek verenlerin çoğu da bu tür komplo teorilerini ciddiye almıyor. Ne var ki eğer Soma’daki facianın insani boyutu ıskalanır ve olayın sorumlularının peşine düşülmeyip her şey sadece Allah’a havale edilirse, Roboski sonrası yaşananlar tekrarlanmaz, toplum bu sefer sessiz kalmaz.Ve Gezi ile ilk kez karşımıza çıkan, ardından Berkin Elvan’ın cenazesi, Ali İsmail Korkmaz’ın mahkemesi gibi olaylarda tekrarlanan “vicdan koalisyonu“ yeni katılımlarla yoluna devam eder.Eğer birileri bu durumdan rahatsızsa yapacakları şey çok basit: Vicdansızlığı bırakmak. Çünkü insan fıtratı bu kadar vicdansızlığı kaldırmaz.Çünkü hayatta her şey iktidardan ibaret değil.

Devamını Oku

Öcalan hidayete mi erdi?

12 Mayıs 2014

Bundan tam 20 yıl önce, 1994’ün haziran ayında, Almanya’nın başkenti Berlin’de “Kürdistan Sorunu ve İslami Çözüm” başlıklı iki günlük bir toplantının son gününü izleme fırsatım olmuştu. PKK’nın yan kuruluşu “Kürdistan İslam Hareketi” tarafından bir düğün salonunda yapılan toplantıya Abdülmelik Fırat, Altan Tan, İslami çizgideki Kürtçe Nubihar dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Sabah Kara, DEP’li Milletvekili Nizamettin Toğuç, Abdurrahman Dürre, PKK’nın Avrupa’daki üst düzey yöneticilerinden Mustafa Karasu gibi isimler katılmıştı.Abdullah Öcalan toplantıya kendi sesinden özel mesaj yollamıştı. Şu sözler onundu: “Kemalizm, birçok saygın din âliminin de belirttiği gibi Deccal rejimidir (Deccal: Kıyametten önce ortaya çıkacak, Hazreti İsa’nın öldüreceği yalancı ve zararlı kişi. Yalancı peygamber), onunla işbirliği yapan Müslümanlar münafık, hatta kâfirdir.”Öcalan konuşmasında sık sık “gerçek İslam”ı ve “İslam enternasyonalizmi” adını verdiği ümmetçiliği övdü. “Gerçek dindarları” PKK’yla “ortak savaşıma”, en azından PKK’ya “karşı çıkmamaya” çağırdı ve şöyle konuştu:“PKK’nın getirdiği açıklık kesinlikle İslamidir. Bugün PKK savaşçılarıyla gerçek İslam mücahitleri arasında sadece kelime farklılığı vardır, yoksa ikisinin de özü aynıdır. Bugün bizim yürüttüğümüz mücadele İslam’ın ortaya çıktığı zamanlardaki mücadele kadar önemlidir. Bizim mücadelemiz sonucunda bütün Müslümanların özlediği Asr-ı Saadet’e (Hz. Muhammed ve Dört Halife dönemi) yakın bir biçim ortaya çıkabilir. Orta Doğu’da Kürt sorununu çözmek, ‘Kürdistan’ı İslam enternasyonalizminin beşiği yapmak’ anlamına gelir. Biz İslam’a en yakın hareketiz. İslam’ın gerçekleştirilmesinde iddialıyız. İslami kurtuluşun bu çerçevede gerçekleşeceğine eminiz.”20 yılda değişenGörüldüğü gibi Öcalan’ın hafta sonu Diyarbakır’da düzenlenen Demokratik İslam Kongresi’ne yolladığı mesajla 20 yıl önce söyledikleri arasında pek bir fark yok. Lakin ortada çok ciddi bir farklılık söz konusu: 20 yıl önce Öcalan’ın sözleri “gönül alma” olarak görülüyordu ki ne sözünü ettiğim toplantı fazla bir yankı uyandırdı ne de Kürt siyasi hareketi (KSH) Öcalan’ın o sözlerine uygun değişikliklere gitti. Bugünse gerek Öcalan’ın İslamiyet üzerine sözlerinin, gerek Diyarbakır’daki toplantının hayatta çok ciddi karşılıkları var.Geri dönüş neden mümkün değilDün KSH ve Öcalan’ın İslamiyet ve dindarlarla aralarındaki mesafeyi kapatma kararının çok stratejik olduğunu ve geri dönüşün mümkün olmadığını ileri sürmüştüm. Bugün neden böyle olduğu sorusunu ele almak istiyorum.Öncelikle, KSH’nin bu açılımını değersizleştirmek için Öcalan’ın hidayete erdiği, hatta İmralı’da namaza başladığı şeklindeki spekülasyonlara itibar etmemek lazım. Çünkü mutlaka etkisi olur ancak onun İslamiyet ile bireysel olarak nasıl bir ilişki kurduğuyla açıklanamayacak kadar karmaşık siyasal bir olgudan söz ediyoruz. Bana göre bu adımların altında şunlar yatıyor:1) Ulusal kimlik inşasında İslamiyeti daha fazla dışarıda tutma ısrarının iyice anlamsızlaşması.2) Çözüm sürecindeki esas muhatap olan AKP’nin muhafazakâr kimliğiyle belli ölçülerde yakınlaşma ihtiyacı. Buna bağlı olarak çözüm konusunda hayli tereddütlü olan seküler kesimlerle belli bir mesafe koyma arzusu.3) Kürt olmayan kesimlerle diyalog geliştirmede İslamiyet’in sunabileceği imkânlar.4) Irak, İran ve Suriye’deki Kürtlerle ilişkileri geliştirmede İslamiyet’in sunabileceği imkânlar.5) Başta Gülen cemaati olmak üzere İslami yapılanmaların Kürtler içindeki etkisini azaltma arayışı.6) Hizbullah’a ek olarak El Kaide çizgisindeki Selefi yaklaşımların Kürt gençleri arasında belli ölçülerde taban bulabilmesinden duyulan tedirginlik.Dün ve bugün yazdıklarımdan KSH’nin İslami, hatta İslamcı bir harekete dönüşmekte olduğu çıkarılmamalı. Nasılsa bu konuyu sık sık ele alacağımız için şimdilik noktayı koyalım.*****Vicdan koalisyonuDün Kayseri’de, Ali İsmail Korkmaz‘ın linç edilerek öldürülmesinin duruşması yapıldı. Çok sayıda avukat gönüllü oldu, kendi hâlinde insanlar Ali İsmail’in ailesinin yanında olmak için kendi imkânlarıyla Kayseri’ye gitti; içlerinden çoğu duruşmanın her türlü ayrıntısını anında sosyal medyadan aktararak bizleri haberdar ettiler. En önemlisi, çok sayıda vatandaş korkmadan, zanlıların gözlerinin içine bakarak tanıklık yaptı.Bunlar Gezi direnişinden bu yana Türkiye’de vicdan sahibi insanların korkmadan birbirleriyle dayanışmayı öğrendiklerini bizlere gösteriyor. Kayıplarımız çok ama bu vicdan koalisyonu Türkiye için çok büyük bir kazanç.

Devamını Oku

Öcalan’ın İslamiyet ile ilgisi

11 Mayıs 2014

Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla hafta sonu Diyarbakır’da Demokratik İslam Kongresi’nin toplanması, Öcalan’ın yolladığı mesajda katılımcılara “Mümin kardeşlerim” diye seslenip İslamiyet hakkında son derece olumlu ve “içeriden” tespitlerde bulunması farklı tepkilere yol açtı. Bu tepkileri ele almadan önce bazı hatırlatmalarda bulunalım:1) Zaten dinsel anlamda muhafazakâr bir ülke olan Türkiye’de Kürtlerin dindarlığı lülke ortalamasının üzerindedir;2) Cemaat, grup ve partiler Kürtler arasında hep güçlü olmuştur ve bunlar üzerinden kısmi de olsa sistemle bağ kuran dindar Kürtler rejim(ler)in sigortası olmuştur;3) PKK’nın başını çektiği Kürt siyasi hareketi (KSH), önce İslamiyet ile arasına bariz bir mesafe koymuş ardından o mesafeyi kapatıp dindarlara ulaşmakta epey zorluk çekmiştir.Bu durumun, özellikle ilk demokratik açılım döneminden itibaren bariz bir şekilde değişmeye başladığına, KSH’nin İslamiyet ve dindarlarla arasındaki mesafeyi sistemli ve hızlı bir şekilde kapatmakta olduğuna tanık oluyoruz. Bunun zirvesi Öcalan’ın 2013 Newroz mesajı olmuştu. Dolayısıyla Diyarbakır toplantısını ve Öcalan’ın mesajını buradaki strateji bağlamında değerlendirmek gerekiyor. Tepkilere gelince, karşımıza kabaca üç grup çıkıyor:Memnunlar: İlkin KSH ve Öcalan’ın İslamiyet açılımını baştan beri olumlu bulan, destekleyen ve teşvik eden Kürt dindarların bu gelişmelerden çok memnun olduklarını görüyoruz. İktidar partisinin ise, Kürtler arasındaki desteğini azaltabileceği için durumdan rahatsız olduğunu, buna karşılık, KSH’nin İslamiyet ile sorunlarını gidermesinin çözüm sürecini ülkenin batısında savunmayı kolaylaştıracağı için kısmen memnun olduğunu varsayabiliriz .Gayrimemnunlar: KSH içinde yer alan ve/veya ona dışarıdan destek veren sosyalist solla irtibatlı bazı kişilerin İslamiyet ile bu kadar içli dışlı olunmasından hiç de memnun olmadıkları ortada. Hele AKP ve Erdoğan’ı durdurmak için KSH’ye başvurmayı hesaplayanlar, Öcalan’ın hareketlerini “dini-laik ikilemi” dışında tanımlama ısrarı ve “otoriter laikçi milliyetçilik” diye bir düşman tanımı yapması nedeniyle tam bir hayal kırıklığı yaşıyor olsalar gerek. Gayrimemnunlara, KSH ile aralarına belli bir mesafe koymuş olan her türden İslamcı cemaat, hareket ve grubu da dâhil etmek gerekir. Çünkü PKK ve Öcalan’ın “dinsiz, ateist, materyalist vb.” olduğu yolundaki propagandaları bir süredir işe yaramıyor.Kuşkucular: Son olarak bu tür adımların samimiyetinden kuşkulananlar var ki, bunlarla birbirinden farklı kesimlerde karşılaşmak mümkün. Öcalan ve KSH’nin gerçekten inandıkları için bu adımları atmadıklarına, hâl böyle olunca bu stratejiyi sonuna kadar sürdürmenin imkânsız olduğuna, dilin bu şekilde, kısmi de olsa dinselleştirilmesinin eninde sonunda İslami cemaat ve hareketlerin işine yarayacağına inanıyorlar.Geri dönüş imkânsızKürt siyasi hareketinin İslamiyet ve dindarlarla arasındaki mesafeyi azaltıyor olmasını olumlu ya da olumsuz buluyor olabilirsiniz, fakat bu aşamadan sonra o stratejiyi samimiyet üzerinden değerlendirmenin hiçbir anlamı kalmadığı kanısındayım. Çünkü KSH bir süredir bir “ulusal kimlik inşa süreci” yürütüyor ve din (İslamiyet) bu kimliğin olmazsa olmaz, hatta belki de en temel parçalarından biri. Mutlaka içeriden ve dışarıdan direnenler, bu adımları engellemek isteyenler çıkacaktır ancak KSH’nin, dolayısıyla Öcalan’ın, artık bu yoldan dönmesinin mümkün olmayacağını düşünüyorum.Dolayısıyla, sorgulanması gereken samimiyet değil, bu mesafenin kapanmasına bağlı olarak Kürt hareketinde hem dil, hem siyasi program, hem kadrolar bağlamında ne tür değişikliklerin yaşanacağıdır.Sonuç olarak, KSH’de, hemen olmasa bile orta vadede ciddi değişim, hatta dönüşümler beklemek yanlış olmaz.

Devamını Oku

‘Çatı aday’ önerisine 9 itiraz

10 Mayıs 2014

Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli tarafından geliştirilen, Recep Tayyip Erdoğan’ın Köşk’e çıkmasını engellemek için muhalefet partilerinin birleşmesini öngören “çatı aday” önerisinin iyi bir fikir olmadığına ve başarı şansının da düşük olduğuna inanıyorum. Çünkü:1) 27 Mart 1994 yerel seçimlerinden bu yana önce Refah Partisi (RP), ardından AKP’nin sandıktan galip çıkmaması için bu tür öneriler ortaya atıldı, kampanyalar düzenlendi ama bunların hemen hepsi tam tersi sonuç verdi.2) Bu kampanyaların temel sloganının “aman oylar bölünmesin” olduğunu söyleyebiliriz. Ancak oyların bölünmemesi için bir bütünlük arz etmeleri gerekiyor ama ne dün böyleydi, ne bugün böyle. Örneğin 1994 yerel, 1995 genel seçimlerinde merkez sağda ANAP ve DYP arasında ciddi ihtilaflar vardı. Zaten olmasaydı tek bir partide birleşmeleri gerekirdi. Bugün de MHP ve CHP seçmenlerinin köklerini tarihten alan farklılıklarını yok saymak fazla gerçekçi değil.3) Ne zaman “oylar bölünmesin” denildiyse oyların iyice dağıldığını, dahası toparlanmanın esas olarak karşı tarafta yaşandığını gördük. Çünkü daha baştan “aman oylar bölünmesin” dediğinizde rakibinizin (dün RP/FP, bugün AKP) çok güçlü olduğunu, kendinizin de zayıf olduğunu kabul etmiş oluyorsunuz. Seçmenin güçlü olana eğilimi olduğunu düşündüğümüzde bu yüzden rakibiniz daha yolun başında fazladan avantaj sahibi oluyor.4) Kampanyanın “oylar bölünmesin” stratejisi üzerine inşa edilmesi, seçimlere siyasi değil ideolojik anlam yüklemek anlamına geliyor ki bunun ne derece yanlış olduğunu birçok örnekte gördük. Dünü geride bırakıp önümüze bakacak olursak, 11 yıldır bu ülkenin başbakanı olan ve bu süre zarfında genel olarak oylarını istikrarlı bir şekilde artıran bir siyasetçinin cumhurbaşkanı seçilme ihtimalini “cumhuriyetin sonu” gibi bir felaket olarak sunmak ne derece inandırıcı olur? Sırf bu türden çıkışların bile Erdoğan’ı daha da güçlendirdiğini görmemek, kavramamak mümkün mü?5) Seçimler öncesi dün RP/FP, bugün AKP karşısında laiklik temelli cepheler oluşturmaya kalkıldığında, karşı taraf “bunlar bizden sırf dindar olduğumuz için korkuyor” diyerek, normalde başka partileri tercih edebilecek bir kısım seçmenin oylarını da kazanmayı bildiler. Bahçeli “çatı adayı”nın muhafazakâr olmasını şart koşmasının bu algıyı ne derece kırabileceği şüpheli.6) Çankaya seçimlerinin kaderinde HDP/BDP seçmeninin önemli bir rol oynayacağı muhakkak. Buna karşılık Bahçeli’nin “çatı adayı” için şart koştuğu niteliklerin hiçbiri doğrudan Kürt seçmenlerin beklentilerini karşılayabilecek gibi değil.7) “Çatı adayı” önerilerinin en büyük zaafı, partilerin ilk tercihleri olmayan isimleri aday göstermesinin, seçmenin büyük kısmının da, çok içlerine sinmemekle birlikte bu adaylara oy vermesinin bir zaruret olarak kabul edilmesidir. 30 Mart yerel seçimlerinde sosyal medyada seslendirilen o sakil “tatava yapma, bas geç” çağrısı durumun vahametini gösteriyor. Ortada şöyle bir tablo var: Bir yanda inanmadıklarına, sevmediklerine oy verenler, diğer tarafta inandıklarına, sevdiklerine oy verenler.8) Çankaya seçimleri için şu ana kadar adları ortaya atılan “çatı aday adayları”ndan hiçbirinin, Bahçeli’nin deyimiyle “Bunu nerden bulmuşlar!” duygusu yaşatmamış olması ülkedeki insan kıtlığından ziyade bu formülün sahici olmaması yüzünden.9) Türkiye’de ilk kez cumhurbaşkanı halk tarafından seçilecek. Erdoğan ya da Abdullah Gül AKP’nin adayı olursa ülkenin dört bir yanında mitingler yapacaklarını, hatta yurtdışındaki seçmenlerin ayağına kadar gideceklerini tahmin edebiliriz. Siyasetin gereği de bu zaten. Buna karşılık, “çatı adayı” arayışındaki bazı kişiler, zamanında TBMM’nin seçtiği Ahmet Necdet Sezer profilinin kıyılarında dolaşıyor, bize CV’leri parlak, iyi ve akil olduğunu düşündükleri isimleri öneriyorlar. Hoşlanılmayan deneyimli bir siyasetçiyi alt etmenin yegane yolu olarak karşısına siyasetle fazla ilgisi olmayan “iyi ve akil bir insan” çıkarma stratejisinin bir meydan okumadan ziyade seçeneksizlik göstergesi olduğu kanısındayım.Türkiye’nin 27 Mart 1994 yerel seçimlerinden bu yana her seçimi “dünyanın sonu” gibi yaşama stresinden bir an önce kurtulması şart.

Devamını Oku