Bugün çok fazla yorum yapmadan dört kitaptan söz etmek istiyorum. İkisi anı. Bunlardan ilki KCK Davası’ndan tutuklanan Prof. Büşra Ersanlı’nın “Bir BDP’linin Cezaevi Tanıklığı” alt başlığını taşıyan “Bulut Falı” (Can Yayınları). Büşra Hoca, 28 Ekim 2011 sabahı başlayıp 28 Haziran 2012 gününe kadar süren yaklaşık 8 aylık tutukluluğunu gün gün kâğıda dökmüş.Malum, onun başına gelenlere bugünkü cemaat-hükümet savaşında sık sık atıfta bulunuluyor. Hükümet çevreleri onun cemaat komplosuna kurban gittiğini iddia ederken, karşı taraf da her şeyin Başbakan Erdoğan’ın bilgisi dâhilinde yaşandığında ısrarcı.“Kendi aklımla ve gözümle izlediğim ancak yanımdakilerin sözleriyle denetlemeye çalıştığım bir tanıklık” diye tanımladığı kitapta sadece kendi öyküsünü değil birlikte yattığı diğer kadınları; dışarıda kendisiyle dayanışma içinde olanları da anlatmış Prof. Ersanlı.Tahta bavulİkinci anı kitabı Mustafa Özyürek imzalı: Tahta Bavulla Çıktım Yola (Doğan Kitap). 1985 yılında Nokta Dergisi’nde gazeteciliğe başladığım zaman tanıdım Mustafa Bey’i. Gelişim Yayınları’nın patronu Ercan Arıklı’nın mali işlerdeki en güvendiği isimdi. Biz çalışanlar da bu son derece nazik yöneticimizi çok severdik.O tarihte hangi parti vardı hatırlamıyorum ama Özyürek merkez solda siyaset yapan birisiydi. Ve Deniz Baykal’a yakın olmakla bilinirdi. Hâlâ öyle. Kitabında CHP başta olmak üzere merkez sol siyasetteki 40 yılını çok ayrıntılı bir şekilde anlatıyor.Tabii bol bol yeni kurulan partiler, birleşen partiler, kulisler ve kurultaylar var kitapta.Seçimden önceSiyasetle devam edelim. Yine merkez sol siyasetin önde gelen isimlerinden Erol Tuncer, yine çok yararlı bir araştırma kitabı hazırlamış: 1923’ten Günümüze Cumhurbaşkanlığı Seçimleri. Türkiye Ekonomik Siyasal Araştırmalar Vakfı (TESAV) tarafından basılan kitapta 2007’ye kadarki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin tümü, değişik anayasaların yürürlükte olduğu dönemlere göre sistematik bir biçimde incelenmiş.Her ne kadar ülkemizde cumhurbaşkanı ilk kez halk tarafından seçilecek olsa da, bugüne kadarki seçimleri hatırlamak, özellikle bazılarının ciddi krizlere yol açtığı düşünülürse ufuk açıcı olabilir.Bir acayip sözlükSon olarak İslamcılık düşüncesi denilince akla ilk gelen isim olan Prof. İsmail Kara imzalı 530 sayfalık bir sözlükten söz etmek istiyorum. Fakat bu çalışmanın İslamcılıkla doğrudan bir ilgisi yok. Prof. Kara kendi memleketinin, Rize’nin Güneyce İlçesi’nin sözlüğünü yapmış.Aslında “Bir Doğu Karadeniz Köyünün Hafızası ve Nâtıkası” alt başlığını taşıyan Güneyce-Rize Sözlüğü (Dergâh Yayınları) yeni bir kitap değil. İlk baskısı 2001’de yapılmıştı. Ancak Prof. Kara aradan geçen süre içinde yeni kaynaklardan da yararlanarak çalışmasını genişletmiş, içine bol miktarda görsel malzeme de serpiştirmiş. Sonuçta ilkinden üç misli kalın bir kitap ortaya çıkmış.
Önce Tayyip Erdoğan - Abdullah Gül rekabeti, ardından 17 Aralık ile alenileşen Gülen cemaati - AKP hükümeti savaşı ve nihayet Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç‘ın çıkışı...Siyasi hayatımıza damga vuran bu üç olay da muhafazakâr (İslami) mahallenin içinde yaşanıyor. Ve komşu mahallelerde yaşayanlar öncelikle olup bitenleri kavramakta, buna bağlı olarak hangi tutumun daha doğru olacağını kestirmekte zorlanıyorlar.Şu ana kadar izlenen tutumları kabaca özetleyecek olursak:1) Bu kavgaları bir tür şike olarak görmek. Bu türden iktidar mücadelelerinin çok süremeyeceğini düşünmek, tarafların eninde sonunda aralarında anlaşacaklarına inanmak.2) Bu tür kavgaların kaçınılmaz olarak kendi işlerine yarayacağını sanmak. Bu nedenle “yesinler birbirlerini” diyerek yaşananlara kayıtsız kalmak, hatta bu kavgaları kızıştırmaya çalışmak.3) “Düşmanımın düşmanı dostumdur”mantığıyla çatışan taraflar arasında “en kötü”yü seçip, daha az kötü yani “ehven-i şer” olduğuna hükmettiği diğer tarafı desteklemek.Erdoğan’ın artan otoritesiBiliyoruz ki, normal şartlarda muhafazakâr yaşam tarzı ve siyasetiyle hiç alakası olmayan bazı kişi ve kurumlar her üç örnekte de “en kötü” taraf olarak Başbakan Erdoğan’ı görüp diğer taraflara açık ya da örtülü bir şekilde omuz verdi. Hiçbir şey yapmasalar bile bu kavgaların her birinin Erdoğan’ı yıpratmasını temenni ettiler.Peki arzuları gerçekleşti mi? Her ne kadar bu süreçler devam etmekte olsa da Erdoğan’ın iktidarının azaldığını söylemek pek mümkün değil, hatta arttığını söyleyenlere de yalancı diyemeyiz.Yanlış nerede?O zaman yanlışın nerde olduğunu tartışmamız şart. Hızlı birkaç tespit yapacak olursak:- Esas olarak ve hatta sıklıkla Erdoğan’ı hedef almak, doğal olarak onu daha da güçlendiriyor.- İslami camia içindeki farklı kavgalara, gerçek mahiyetlerini anlamadan (hatta anlamaya çalışmadan) dâhil olunduğunda, durduk yere bu kavgaların en fazla kaybedenleri arasına girme riski söz konusu olabiliyor.- Kendi gündem ve stratejilerini sırf bu kavgalardan istifade etme imkânı azalmasın diye geri plana itmek, yerel seçimlerde CHP’nin, Gülen cemaatinin yolsuzluk/tapeler kampanyasının peşine takılması örneğinde yaşadığımız gibi olumlu sonuç vermiyor.- Esas düşman olarak bellediğinizin (yani Erdoğan’ın) karşısındakine destek verdiğiniz zaman onun kötü mirasıyla ne yapacağınızı bilemez hâlde kalabiliyor ve tatsız sorunlar yaşayabiliyorsunuz. Örnek: CHP’nin Gülen cemaatine “sütten çıkmış ak kaşık” muamelesi yapması ya da düne kadar “daha hukukçu bile değil, nasıl AYM başkanı olur?” denilen Haşim Kılıç’ın bir konuşmayla “hukuk kahramanı” ilan edilmesi.Ne yapmalı?Bütün bu yazdıklarımdan sonra “Peki ne yapmalı?” sorusuna muhatap olmam kaçınılmaz. Kendisini solda gören bir kişi olduğum için bundan sonra yazacaklarımın esas muhatabı da kendilerini solda görenler olacaktır. Öncelikle şunu hatırlatmak isterim, 2010 yılının mart ayında İslam ve sol ilişkisi üzerine peş peşe 8 yazı kaleme almıştım. Bunlara şu bağlantılardan ulaşabilirsiniz: Birikim’den eski bir tartışmaya yeni soluklarSol İslam gerçeğini anlamak istemediYeşil ve kızıl kuşaklar“Kurtulmak yok tek başına...” dedik hiçbirimiz kurtulamadıİslam ile solun ortak arayışı: Sosyal adalet“İslami sol” mümkün mü?Solcular İslami cemaatlerle temas etmeli mi?Solculara İslam konusunda pratik önerilerO yazılarda söylediklerimi günümüze, söz konusu üç olaya uyarlayarak özetlemeye çalışacak olsam şunları önerirdim:1) Bu iktidar savaşlarını anlamaya çalışmak ama parçası olmamak.2) Kötüler arasında en iyiyi seçip desteklemek yerine, kendi gündemine, programına ve stratejilerine sahip çıkmak. Bir yandan da kötülüklerden uzak durup iyi olmaya çalışmak.3) İslami camiadaki iktidar sahipleri yerine sıradan insanlarla ilişki kurmak, onları kazanmaya çalışmak.4) Bunu yaparken dine ve dindarlara karşı her türlü ön kabul ve ön yargılardan uzak, özgürlükçü ve çoğulcu bir perspektife sahip olmak.
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç önceki günkü konuşmasıyla toplumun bir bölümünü çok sevindirirken diğer bir bölümünü de epey kızdırdı. Kuşkusuz en çok AKP karşıtları sevindi çünkü:- Daha yerel seçimlerde yaşadıkları hayal kırıklığının izlerini üzerlerinden atamamışken Kılıç, Başbakan Erdoğan ve kurmaylarının gözlerinin içine bakarak hükümete yönelik çok sert eleştiriler getirdi;- Kılıç’ın yakın bir zaman kadar AKP’ye yakın bir isim olması, onun eleştirilerinin değerini daha da artırdı;- Kılıç eleştirilerini temel hak ve özgürlükler, en çok da hukuk devleti üzerine bina ederek muhalefetle aynı dalga boyunda yer aldı;- Araya “gömlek değiştirme” gibi Erdoğan’ı fazladan rahatsız edeceği aşikâr siyasi polemikler de kattı;- Kılıç bu çıkışıyla Erdoğan ile Abdullah Gül’den başka ismin anılmadığı Cumhurbaşkanlığı seçimlerine de ister istemez yeni bir hava kattı.Gezi’nin ürettiği sloganSıraladığımız bütün bu maddeleri, AKP yanlılarının rahatsızlığının temel gerekçeleri olarak da sunmak mümkün. Gösterilen tepkilerden, Başbakan’ın, daha yerel seçimlerdeki galibiyetinin tadını tam çıkaramamışken, misafir olduğu bir ortamda, üstelik “aynı mahalle”den biri tarafından bu şekilde kıyasıya eleştirilmiş olmasının AKP yanlıları tarafından asla kabullenilemeyecek bir durum olduğunu gördük ve galiba şaşırmadık. Çünkü uzun bir süredir siyasi iktidar Başbakan Erdoğan’a indirgenmiş durumda ve destekçilerinin değişik vesilelerle ona “canlı kalkan” olduklarını görüyoruz. Dolayısıyla Gezi direnişi sürecinde geliştirilen “Tayyip Erdoğan’ı yedirmeyiz” sloganının bütün diğer slogan ve önermelerin önüne geçmiş olduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan bakıldığından Erdoğanseverlerin gözünde Kılıç’ın yaptığı onu “yemeye çalışmak”tan başka bir şey değildir.Ya “yeni Türkiye”yi övseydiDünkü ilk değerlendirmemde Kılıç’ın çıkışının Erdoğan’ı sarsmış olmakla birlikte onu yıkmasının kolay olmadığını, hatta tam tersine AKP liderinin bu krizden, kendisi için yeni bir mağduriyet çıkartma fırsatı yakalayabileceğini yazmıştım. Daha ilk andan itibaren dile getirilen “yargı vesayeti” suçlamaları bunun işaretidir.Önce şunu vurgulayalım: Başbakan ve destekçilerinin Kılıç’ı ima ederek “siyaset yapmak istiyorsa cübbesini çıkarsın” diyor olmaları, ilk bakışta haklı görünse de hiç alakası yok. Yok çünkü, öncelikle onların esas rahatsızlığı Kılıç (ve diğer yargı mensuplarının) siyasi konularla ilgili konuşmalarından değil de kendilerinin yanında yer almamalarından kaynaklanıyor. Yani şayet Kılıç dün “yeni Türkiye” övgüleri sıralasa ve bunun yanına birkaç “paralel devlet” ikazı yapsa herhalde el üstünde tutulurdu.İkinci olarak, en çok alkışlayanların bile “keşke yapmasaydı” dedikleri gömlek mevzusu gibi uç polemikler dışında, olumsuz anlamda “siyasi” olarak tanımlanabilecek bir konuşma söz konusu değil.Yeni günah keçisiDünkü yazım nedeniyle “Erdoğan her eleştiri ve itirazdan kendine mağduriyet devşiriyor diye eleştiri ve itirazdan vaz mı geçelim?” şeklinde sorulara muhatap oldum. Kuşkusuz her eleştiri ve itirazın bir değeri olduğu gibi Haşim Kılıç’ın çıkışının da bir anlam ve değeri var. Ama bunu abartmamak, sürdürülebilir olup olmadığına bakmak lazım.Evet, cübbe siyasete engel değildir, özellikle yüksek yargıda görev alan kişilerin, tarafsızlıklarını muhafaza ederek ülkenin sorunları hakkında görüş beyan etmelerinin hiçbir zararı yok, hatta çok faydası vardır. Bununla birlikte siyaset öncelikle siyasetçilerin alanıdır.Söylemeye çalıştığım şu: Eğer birileri Türkiye’deki muhalefet boşluğunu doldurma görevini AYM Başkanı’na havale etmek isterse yanlış yapmış olurlar. İlkin, Haşim Kılıç’ın böylesine zorlu bir misyonu üstlenebilecek bir profile sahip olduğuna inanmıyorum. Daha önemlisi, böylesi bir arayışın, Erdoğan’a tam da Çankaya seçimleri öncesi fazlasıyla ihtiyaç duyduğu bir fırsatı sunmak anlamına gelebileceğini düşünüyorum.
İktidara gelmesinden bir müddet sonra “AKP’nin alternatifi çıksa çıksa içinden çıkar” değerlendirmesi hızla yaygınlaşıp benimsendi. Ancak 12 yıla yaklaşan süre zarfında AKP içinde iktidar savaşlarından ziyade, iktidarın tek bir elde, Erdoğan‘da yoğunlaştığına tanık olduk. Son olarak Erdoğan’ın karşısına Cumhurbaşkanı Gül‘ü çıkartmaya yönelik plan ve projeler de bizzat Gül tarafından geçersiz kılındı. Şimdi Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşıyor ve büyük ihtimalle aday olması beklenen Erdoğan’a bir sandık yenilgisi tattırmak isteyenler, karşısına çıkacak güçlü bir aday arıyorlar. Anayasa Mahkemesi (AYM) Başkanı Haşim Kılıç‘ın dünkü konuşmasını bu bağlamda değerlendirmek hiç de yanlış olmaz, çünkü:Köşk senaryoları1) Kılıç normal olarak AKP çizgisine çok yakın bir kişi. Zaten AKP’ye kapatma kararının çıkmamasında onun kilit bir rol oynadığını da biliyoruz. Fakat Kılıç bir süredir hükümetle, özellikle de Başbakan Erdoğan ile arasını açıyor. Öyle ki Twitter kararıyla aralarında tam bir kopuş yaşanmakta olduğunu gördük. Bu durum başından itibaren Kılıç’ın Çankaya için aday olmayı düşünmesiyle irtibatlandırıldı. O da açıkça “evet” demedi ama net bir şekilde bu iddiayı tekzip de etmedi. Dün de konuşmasının ardından sorulara benzer bir cevap verdi.2) Bundan birkaç yıl önce iktidar partisinin Köşk aday adayları arasında adı geçen Kılıç için bir süredir muhalefetin (CHP+MHP) ortak adayı olabileceği yorumları yapılıyor. Dünkü konuşmanın CHP ve MHP, hatta BDP tarafından olumlu bulunması da bunun en azından teorik açıdan mümkün olduğunu gösteriyor.3) Konuşmasının omurgasını hukuk devleti savunması üzerine bina eden Kılıç’ın iktidar partisine yönelik eleştirilerinde kullandığı bazı kavram ve metaforlar onun siyasete olan ilgisini gizlemek istemediğinin işareti.AKP’nin yeni ‘düşman’ıPeki Kılıç sahiden Erdoğan’a alternatif olabilir mi? Dün konuk ettiği Başbakan dâhil, hükümet üyelerinin gözlerinin içine baka baka onlara yönelik çok can alıcı ve sert eleştiriler dile getiren AYM Başkanı’nın birçok muhalifi memnun ettiği muhakkak. Ancak bu konuşmanın ne derece sonuç alıcı olacağı ve hükümeti zor durumda bırakıp bırakmayacağı belirsiz. Çünkü:Yeni mağduriyet imkânı1) Kılıç bugün itibariyle siyasetçi değil. Onun ülkedeki siyasi muhalefet boşluğunu doldurmasını beklemek gerçekçi olmaz.2) Özellikle “Milli görüş gömleği“ne dolaylı olarak atıfta bulunması onun temel hak ve özgürlükler, hukuk devleti gibi konularda dile getirmiş olduğu yerinde tespit ve haklı eleştirileri gölgede bırakabilir.3) Erdoğan’ın “kuvvetler ayrılığı“ ilkesinden memnun olmadığını, özellikle yargıdan şikâyetçi olduğunu ve AYM’nin güç ve etkisini sınırlamak istediğini biliyoruz. Kılıç’ın bu çıkışını AYM’nin itibarını azaltmada kullanmak istemesi şaşırtıcı olmayacaktır.4) Daha önemlisi, siyaseti “düşmanlara karşı savaş” temelinde kurgulayan ve düşmansız kaldığında yaratan AKP (Erdoğan), Gülen cemaatinden sonra AYM ve Kılıç’ı da düşman ilan edecek, hatta bu iki odak arasında bağlantı olduğunu da ileri sürecektir.5) Kılıç’ın konuşmasının hemen ardından Cemil Çiçek ve Bekir Bozdağ‘ın çok sert karşılıklar verdiklerine tanık olduk. Bunun arkası kesinlikle kesilmeyecektir. Başbakan’ın daha önce de aleyhine söz söylemiş olduğu Kılıç’ı sonraki konuşmalarında hedef tahtasına iyice yerleştirmesi kimseyi şaşırtmayacak. Peki Kılıç iktidar partisinin bu muhtemel karşı propagandasına karşı ne yapabilir? Çok şansı olduğunu sanmıyorum. Sonuç olarak Erdoğan bu krizi de bir fırsata çevirme ve Kılıç’ın sözlerinden hareketle “yargı vesayeti tehdidi“ söylemini daha fazla vurgulama, kısacası kendisine yeni bir mağduriyet yaratma imkânı yakalamış durumda.
Başbakan Erdoğan’ın 1915 olaylarının arifesinde yayınladığı yazılı mesaj birçok açıdan önemli: 1) İlk kez Türkiye Ermenilerine ve dünyadaki tüm Ermenilere yönelik bir mesaj kaleme alındı.2) Mesajın tek konusu dünya Ermenileri için özel bir anlam taşıyan ve “soykırım” olarak görülen 24 Nisan olayları.3) Mesaj Doğu ve Batı Ermenicesi dâhil toplam 9 dilde yayınlandı. Keşke Kürtçe de 10. dil olsaymış!4) Mesajda 24 Nisan’ın “tarihi bir meseleye ilişkin düşüncelerin özgürce paylaşılması için değerli bir fırsat” sunduğu belirtilerek her yıl dünya çapında yaşanan soykırım anmalarının meşru görüldüğü, dolaylı da olsa kabul ediliyor.5) “Adil bir insani ve vicdani duruş, din ve etnik köken gözetmeden bu dönemde yaşanmış tüm acıları anlamayı gerekli kılar. Tabiatıyla ne bir acılar hiyerarşisi kurulması ne de acıların birbiriyle mukayese edilmesi ve yarıştırılması acının öznesi için bir anlam ifade eder” cümleleri, yakın zamana kadar hâkim olan “Asıl katliamı Ermeniler yaptı” şeklinde özetlenebilecek resmi görüşün terk edildiğini gösteriyor.6) “Türkiye’de 1915 olaylarına ilişkin farklı görüş ve düşüncelerin serbestçe ifade edilmesi; çoğulcu bir bakış açısının, demokrasi kültürünün ve çağdaşlığın gereğidir” sözleri, yaşananların soykırım olduğunu ifade etmeyi suç ve kabahat olmaktan çıkarıyor (mu?)7) Metinde dikkat çekilecek çok husus var ancak son bölümdeki “20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz” cümlesinin altını çizerek noktayı koyalım. Başbakan Erdoğan’ın bu açık taziye mesajı hiç kuşkusuz devletin Ermeni meselesindeki konumunda ciddi bir değişimin işaretidir.Ön alma çabası mı?Ne var ki Ermeni sorunu, 100. yıla bir kala kaleme alınan mesajlarla çözülemeyecek kadar ciddi ve karmaşık bir sorun. Nitekim ilk olarak akla, hükümetin bu mesajla gelecek yıl yaşanacak kampanyaların önünü almak istemiş olabileceği geliyor. Bu noktayı doğrudan dile getirdiğimde mesajın hazırlanması sürecine katılmış bir yetkili şu cevabı verdi: “Bu mesaj kesinlikle bir cevap yetiştirme çabası değil. Tam tersine 1915 gündemini Ermeni vatandaşlarımız ve dünya Ermenileriyle paylaşma çağrısı olarak görülmeli.”Başbakanlık çevreleri mesajı “insani duruş ve vicdani çağrı” olarak özetlemeyi tercih ediyor ve metindeki “adil hafıza” saptamasına özellikle dikkat çekiyorlar.Samimiyet sorunuDün bu mesaj yayınlanır yayınlanmaz sosyal medyada yoğun ve verimli bir tartışma yaşandı (Konvansiyonel medya bu tür hayati konularda maalesef özgür tartışma platformu olma özelliğini kaybedeli çok oldu). En çok Başbakan Erdoğan’ın bu metne ne derece sadık kalacağı, kalabileceği sorgulandı. Bu noktada onun “affedersiniz Ermeni, Rum...” gibi sözleri, Uludere/Roboski katliamı hakkında özür; Gezi direnişinde hayatını kaybetmiş gençlere rahmet, ailelerine başsağlığı dilememiş olması. üstelik 15 yaşındaki Berkin Elvan’ı bir terörist gibi gösterip miting meydanında annesinin yuhalanmasına zemin hazırlamış olması gibi örnekler hatırlatıldı.Bu hatırlatmalar son derece yerindedir. 100 yıllık bir insanlık dramıyla yüzleşme konusunda olumlu bir adım atmış olan Başbakan’ın kendi ülkesinde yeni dramların yaşanmaması konusunda da hassasiyet göstermesini beklemek herkesin hakkıdır. Bu bağlamda dünkü metindeki şu bölümü Başbakan Erdoğan’ın dikkatine sunmak iyi olabilir:“Zamanın ruhu, anlaşmazlıklara rağmen konuşabilmeyi; karşıdakini dinleyerek anlamaya çalışmayı; uzlaşı yolları arayışlarını değerlendirmeyi; nefreti ayıplayıp saygı ve hoşgörüyü yüceltmeyi gerektirmektedir.”
Fethullah Gülen cemaatinin AKP hükümetine, Başbakan Erdoğan’a ve bunların destekçilerine yaptığı en büyük iyilik, mücadele edecek yeni bir düşman ihtiyaçlarını karşılamak oldu. Çünkü 12 seneye yaklaşan iktidarı döneminde AKP temel stratejilerini hep bazı düşmanlarla mücadele etmek üzerine bina etti ve bu sayede hem kendi tabanını sürekli dinamik tuttu, hem de bu tabanı genişletme imkanına kavuştu. AKP’nin “düşmanla savaş” stratejisinin en net ve başarılı olanına hiç kuşkusuz Ergenekon-Balyoz süreçlerinde tanık olduk. Erdoğan’ın hükümet olmaktan devlet olmaya terfi edebilmesi için sistemin eski sahiplerini tasfiye edip her türlü vesayetten kurtulması gerekiyordu ve bu bağlamda Ergenekon-Balyoz süreçleri zaruriydi. Ve o dönemde AKP’nin en önde gelen müttefiki de Gülen cemaatiydi. Öyle ki Cemaat’in aktif desteği olmasa AKP hükümetinin askeri vesayeti etkisizleştirmesi mümkün olamazdı.Ergenekon-Balyoz süreçlerinin ardından hükümetin büyük ölçüde düşmansız kaldığını gördük. Erdoğan’ın işaret ettiği “2023” ve “dindar gençlik” gibi hedefler fazla soyut kaçtığı için çok heyecan yaratmadı. “One minute” ve Mavi Marmara olaylarıyla İsrail’e meydan okunmasını da bu bağlamda değerlendirmemiz pekala mümkün. Ama “dış” düşmanlar hiçbir zaman “iç” düşmanların yerini tam olarak dolduramadığı için Erdoğan Gezi Direnişi ile beklediği fırsatın geldiğini düşündü ve Gezicileri alabildiğine tahrik ederek kendine yeni “iç düşmanlar” yaratmaya çalıştı. Ama Gezi’nin belli bir aşamadan sonra sönmesiyle belli ölçülerde hayal kırıklığına uğradı.Krizden fırsat çıkartmakDerken 17 Aralık Erdoğan’ın imdadına yetişti. Yanlış anlaşılmasın, Başbakan’ın 17 ve 25 Aralık rüşvet/yolsuzluk soruşturmalarından ve bunların ardından gelen “tape dalgaları”ndan memnun olduğunu iddia ediyor değilim. Hatta tam tersine, 17 Aralık süreci hem AKP hükümetinin, hem Erdoğan’ın başına gelen en büyük krizdir ve bunun etkilerinden kurtulmaları çok kolay olmayacaktır. Bununla birlikte, ilk şokları atlattıktan sonra Erdoğan Cemaat’i “paralel devlet” ilan edip, Gülen ve takipçilerine en ağır suçlamaları yönelterek kendisine yepyeni bir strateji çizdi ve böylelikle en hayati sorunu olan “iç düşman yokluğu”nu da çözmüş oldu, en azından şu aşamada çözmüş gibi görünüyor.Erdoğan’ın böylesine kritik bir krizi fırsata dönüştürmesinde kendi mahareti kadar Gülen cemaatinin hataları da etkili oldu. Bunların neler olduğunu değişik yazılarda dile getirdiğim için tekrarlamak istemiyorum ancak Cemaat’in temel sorununun samimiyet ve inandırıcılık eksikliği olduğunu yeniden vurgulamanın sakıncası yok. Çünkü hükümet ve Cemaat’in yakın zamana kadar müttefik oldukları ve bu süreçte birbirlerine toz kondurmadıkları biliniyordu; Başbakan dahil iktidar partisi mensupları ve destekçileri, inandırıcı olsun ya da olmasın “Çok safmışız, Cemaat bizi kandırmış” derken, Cemaat sözcülerinden bu kadar bir özeleştiri bile gelmedi. Nereye kadar?Gülen cemaatini “baş düşman” ilan edip ülkedeki (hatta İslam dünyasındaki) tüm sıkıntıların sorumluluğunu ona yıkma stratejisi şu an için işgörüyor gözükebilir ama orta ve uzun vadede o kadar etkili olabileceğinden kuşkuluyum. Zira hükümete yakın o kadar medya kuruluşunun 4 ayı aşkın süredir yaptıkları bütün “paralelleri teşhir” yayınlarının zamanında Taraf Gazetesi’nin bir-iki haftalık yayınının yaratmış olduğu etkinin çok ama çok uzağında kaldığına tanıklık ediyoruz. Buradaki tek sorun, Tarafçıların (ki eski kadronun nerdeyse yarısı artık hükümet yanlısı) başarılı, iktidara yakın gazetecilerin de yeterince becerikli olamamaları değil. Zamanında Taraf, polis şefleri ve özel yetkili savcılarla eşgüdüm içinde çalışırdı: onlardan temin ettikleri belgeleri yayınlayarak onların operasyonlarına elverişli psikolojik ortamı hazırlar, oğerasyonlar sayesinde de haklı çıkmanın hak edilmemiş keyfini yaşarlardı.Bugünse medyanın yayınları var ama kimsenin “inler”e filan girmesi söz konusu olmayınca bütün yazılıp söylenenler buharlaşıyor ve bundan böyle yazılıp söylenenler fazla ilgi çekmiyor.
Fethullah Gülen cemaati ile AKP hükümeti arasındaki savaş, 31 Mart sabahından itibaren duraklama dönemine girdi. Aslında hiçbir şey olmuyor değil. Ama 30 Mart öncesine kadar inisiyatifi elinde tutan, saldıran tarafın (Cemaat’in) sustuğu, buna karşılık, o ana kadar büyük ölçüde, can havliyle savunma refleksi veren tarafın (hükümet) konuştuğu yeni bir dönemden geçiyoruz.Hedefine Başbakan Erdoğan’ı tasfiyeyi koymuş olan Cemaat’in, AKP liderinin yerel seçimlerden başarıyla çıkması üzerine sarsılmış olması ve savaşın bundan sonraki aşamaları için güç toplayıp yeni strateji ve taktikler üzerine kafa yorması normal. Aynı şekilde, sandığın verdiği moral üstünlükle inisiyatifi ciddi olarak ilk kez ele geçirmiş olan hükümetin de özellikle medya üzerinden düşmanının üstüne üstüne gitmesi de anlaşılır bir şey.Galip belli değilAncak Erdoğan, hep dillendirdiği “inlerine gireceğiz” sözünü bir türlü yerine getirmiyor ve bunu sürekli erteliyor. Aslında bunda tuhaf bir şey yok. Çünkü Cemaat’e yönelik, çapı ve kapsamı ne olursa olsun, ciddi bir soruşturma ve operasyon, onu tahrik edebilir ve hükümet ile Erdoğan’ı daha önce olduğu gibi yine zor duruma sokacak karşı manevralar yapmaya sevk edebilir.Sırf bu durum bile, hükümetin, yani Erdoğan’ın bu savaşın kesin galibi, Cemaat’in, yani Gülen’in de kesin mağlubu olduğu yolundaki değerlendirmelerin geçersiz olduğunu kanıtlamaya yetebilir. Zaten 40 yılı aşkın bir süreden küresel bir güç haline gelen Cemaat’in, çok uzun süre boyunca titizlikle üzerinde çalışıldığı belli olan bir savaşın ilk safhalarından birinde amacına ulaşamadığı için pes edeceğini düşünmek pek akıl kârı değil.Ak kaşık değil17 Aralık sürecinde Cemaat bir sürü hata yaptı. Örneğin kendi güçlerini abartıp Erdoğan’ı küçümsediler. Cemaat’le irtibatlı polis şefleri ve yargı mensuplarının, emekli ayrıldıktan veya kızağa çekildikten sonra güçlerini nerdeyse tümüyle kaybetmiş olmaları, “yaptığımız her şeyden Başbakan’ın haberi vardı” cümlesinin ötesinde pek bir söz edemedikleri ortada.Cemaat’in bir diğer stratejik hatası, kendisini nerdeyse “sütten çıkmış ak kaşık” gibi gösterip hafızalarda hâlâ taze olan yanlış uygulamalarıyla yüzleşmeye yanaşmamasıdır.Benzer bir şekilde, özellikle tapelerin yayınlanması hakkında hem “Bizimle ilgisi yok, var diyorsanız kanıtlayın” deyip, hem de bunları hükümete ve Erdoğan’a karşı propaganda malzemesi olarak kullanmaları da Cemaat’in samimiyeti konusunda derin şüphelere yol açtı.Son olarak, Cemaat, özellikle yerel seçimlerde, üzerine yatırım yaptığı isim ve kurumlardan beklediği verimi alamadı. Ancak sanıyorum en büyük hesap hatasını Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hakkında yaptılar. Şimdi Gül’ün siyasete vedasını ilan edip Erdoğan’ın önünü iyice açmış olmasının Cemaat’i daha da zor durumda bırakmış olduğu kesin.Bundan sonrasıBununla birlikte Erdoğan’ı önümüzdeki dönemde en fazla zorlayabilecek odağın yine Cemaat olduğunu söylemek mümkün. Çünkü Cemaat Erdoğan’ın uluslararası alandaki yalnızlaşmasının daha da derinleşmesi için elinden geleni yapıyor ve bu durumdan geniş bir şekilde istifade ediyor.Eğer Erdoğan cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde Batı dünyasıyla ilişkilerini rehabilite etmeye çalışmaz ya da edemezse Cemaat’in muhtemel yeni saldırılarına daha açık ve bunlara karşı daha kırılgan olacaktır. Çünkü, her ne kadar Türkiye topraklarında cereyan etse de çok ciddi küresel boyutları olan bir savaştan söz ediyoruz.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Bugünkü şartlar çerçevesinde benim gelecekle ilgili bir siyaset planımın olmadığını burada paylaşmak isterim” diyerek Cumhurbaşkanlığı seçimleri süreciyle ilgili tartışmaların akışını büyük ölçüde değiştirmiş oldu. Gül’ün sözlerini analiz edece olursak:- Anlam: Dün gün boyu Gül’ün bu cümlesinin ne anlama geldiği tartışıldı. Birçokları gibi ben de bu sözlerden Gül’ün ikinci kez cumhurbaşkanlığı için aday olmaya itirazı bulunmadığı, fakat Başbakan Erdoğan’ın Köşk’e çıkmak istemesi hâlinde AKP liderliğini ve Başbakanlığı düşünmediği anlamını çıkardım. Gül’ün Erdoğan’ın karşısında muhalefetin desteğini alarak cumhurbaşkanlığı yarışına girmek istemediği de aşikâr.- Neden: Yakın zamana kadar ilk akla gelen ve en makul formül olarak görünen “Erdoğan Cumhurbaşkanı, Gül Başbakan” seçeneğinin Gül’ü cezbetmediği anlaşılıyor. Bunun bir nedeni Erdoğan’ın beklenmedik bir şekilde “eş başkanlık” sistemini gündeme getirmesi olsa gerek. AKP’nin kuruluşunda en az Erdoğan kadar emeği olduğunu düşünen Gül’ün Cumhurbaşkanlığı gibi bir görevin ardından siyasete dönünce iktidarını paylaşmak istemediği anlaşılıyor. Ama daha önemli neden Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkması hâlinde de facto olarak “partili cumhurbaşkanı” kimliğine sahip çıkarak yürütmeyi, hatta yasamayı, dolayısıyla partiyi kendi otoritesine tabi kılmak isteyeceğinin işaretlerini vermekte olmasıdır. Gül “bugünkü şartlar” derken herhâlde bu durumu, yani Erdoğan’ın söz konusu niyet ve stratejisini kastediyor.- Yer: Gül önceki gün Ankara’da TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Toplantısı’nın onur konuğuydu. Orada önemli siyasi mesajlar vermesi beklenirken, dün de yazdığımız gibi “cool” bir konuşma yaparak hayal kırıklığına yol açtı. Gül’ün bu önemli siyasi açıklamayı TÜSİAD toplantısı yerine dün Kütahya’yı ziyaretinde yapmış olmasının sembolik anlamı yabana atılmamalı.- Zaman: Gül henüz Başbakan Erdoğan’la Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilgili konuşmuş değil. Eğer bu açıklamayı o buluşmanın ardından yapmış olsaydı, “istediğini elde edemediği için...” şeklinde yorumlar yapılabilirdi. Zaten Gül, değişik vesilelerle siyasi geleceği için Erdoğan’la pazarlık yaptığı yolundaki yorum ve spekülasyonlardan rahatsız olduğunu ima etmişti. Onun yine değişik vesilelerle, kendi siyasi geleceğine kendisinin karar vereceğini alenen beyan etmiş olduğunu da biliyoruz. Dolayısıyla dünkü cümlesini, Gül’ün kendi iradesine sahip çıkmasının ifadesi olarak görmek mümkün.- Bundan sonra: İlginç bir şekilde Gül bu açıklamasıyla hem kendi rahatladı, hem de Erdoğan’ın elini rahatlatmış oldu. Ne var ki kendisinin Cumhurbaşkanı adayı olması hâlinde Gül faktörünün devreden çıkacak olması AKP liderinin önüne yeni sorun ve sıkıntılar çıkartabilir. Bunların en başında parti ve hükümetin başına kendisinin ve Gül’ün yerine kim(ler)in geçeceğini belirlemek geliyor. Eğer Gül talip olsa, bu görevlerden herhangi birini, hatta her ikisini birden üstlenmesine pek bir itiraz gelmezdi. Şimdiyse AKP içinde bu görevlere talip olacak isimler arasında bir tür yarışa bile tanık olabiliriz.- Sonuç: Gül’ün kısaca “ben yokum” diye özetlenebilecek açıklamasıyla birlikte ona yatırım yapmış olan veya yapmayı düşünen kişi ve odaklarda ciddi bir hayal kırıklığı yaşanacak ve buna bağlı olarak yeni arayışlar başlayacak. Öte yandan kendi siyasi hayatlarını Gül ile irtibatlı bir şekilde kurgulamış olan, kimisi kritik görevlerdeki bazı AKP’lilerin de onunla birlikte siyasetten uzaklaşmaları beklenebilir ki bir kısmı zaten, eğer değişmezse AKP’nin üç dönem kuralına takılıyor. Peki buradan yeni bir siyasi hareketin temellerinin atılmakta olduğu sonucunu çıkarabilir miyiz? Gül’ün deyişiyle “bugünkü şartlar çerçevesinde” kesinlikle hayır. Sonrasıysa tabii ki meçhul. Erdoğan’ın Köşk’e çıkması hâlinde siyasi gelişmeleri “kenardan” izleyecek olan Gül’ün kendisi istemese bile, hep bir alternatif olarak algılanması şaşırtıcı olmaz.