Gaziantep’teki kıyım haberi geldiği andan itibaren önce bütün parmaklar PKK’yı işaret etti, sonra Suriye misillemesinden söz edilmeye başlandı.
PKK’nın reddetmesine rağmen, bu ihtimal sıfır değildir, Suriye’den ses çıksa da çıkmasa da Esad misillemesi ihtimali de sıfır değildir.
Hangisi olursa olsun; vaziyet, ülkemiz topraklarında savaş hâlidir.
Ülkesinin toprakları savaş alanına dönmüş insanların nasıl bir ruh hâli içinde yaşayacakları bellidir.
İnsanların savaş durumunun daha da tırmandırılması çabaları karşısında kullanıma açık hâle geleceği de sayısız tecrübeyle biliniyor.
Türkiye toprağının tırmanmaya açık bir savaş alanı hâline gelmesinden muhtelif siyasi faydalar uman güçler kuşkusuz vardır. Bu şekilde “merkezi otorite”nin çökmesine kadar gidecek bir yol daha açılmasının sonuçlarından siyasi beklentileri olanlar da vardır.
Toprağı savaş alanı olan bir ülkenin ekonomisi de pamuk ipliğine bağlı hâle gelir.
Toplumsal ilişkiler alanında da her şeyi savaşın yarattığı ruhsal çöküntüler etkiler.
Uludere’den başlayıp Gaziantep’e kadar gelen “tırmanma”nın tersine çevrilmesi tabii ki siyasi güç sahiplerinin elindedir ve bu, birinci görev olarak önlerinde duruyor.
Türk toplumu sonsuza kadar bomba yüklü araçların, nereden geleceği belli olmayan kurşunların kâbusu içinde yaşamaya mahkûm edilemez.
Bu kâbusu sona erdirmenin yolunu bulmak, Gaziantep kıyımının ardındaki parmağı tartışmaktan, şu andaki hâlimizin kime ne fayda getireceği üzerine kafa yormaktan çok daha acil bir zorunluluktur.
İster Suriye dürtmüş ve terör taşeronları yapmış olsun, ister “yerel” PKK’lılar yapmış olsun, ister merkez PKK yaptırmış olsun, isterse işin içinde akıllara gelebilecek bambaşka parmaklar olsun; sorunun özü aynıdır.
Türkiye toprağı savaş alanı olmaktan çıkarılmadıkça, bundan faydalanmak isteyen onlarca “merkez” olacaktır. Böyle ağır bir mahkûmiyetten bu ülkeyi ve bütün vatandaşlarını kurtarmak için de siyasi iradenin/iradelerin çok net bir zihin açıklığına ulaşması gerekiyor.