Başka bir ihtimal yoktu, hiç olmadı. Toplumsal olaylarda da, insani olaylarda da esas süreçler suyun yolunu bulması gibidir.
Marquez bir kişisini şöyle konuşturmuştu: “Bunu yaparsan pişman olabilirsin, ama yapmazsan ömrünün her anında pişman olacaksın.”
Tayyip Erdoğan‘ın siyasi hayatının net bir çizgisi var. Dünyanın en hızlı değiştiği bir dönemde siyasetin her basamağında oldu ve girdiği her seçimi kazandı.
Karşısında büyük bir öfke yumağı oluşturacak kadar açık siyaset yaptı. Karşısındaki öfke yumağının bu tarafında da ondan daha kuvvetli bir sevgi ve bağlılık duvarı oluşturmayı başardı.
Titiz çalışmanın ürünü
Bu duvar sadece duygularla oluşmadı, adaylığının açıklandığı toplantı bile titiz ve ayrıntılı bir çalışmanın ürünü. Müziğinden logosuna kadar bütün unsurlar kazanma azmini, kararlılığını gösteriyor.
Konuşma metninin üzerinde de uzun çalışıldığı çok belli. Nasıl bir cumhurbaşkanı olacağı da anlatılıyor, büyük hedefleri de anlatılıyor, güncel siyasi tavırlar da terk edilmiyor.
Çankaya devletin tepesiydi, sivil siyasilere, bunların yanlışları ve aymazlıklarının yol açacağı her türlü tehlikeye karşı devletin en tepedeki güvencesiydi. Kötülükler sivil siyasetten gelirdi, cumhurbaşkanının görevi de bunları gidermekti. Konumlama böyleydi ve bu “siyaset üstü” diye yutturulmuştu. En kaba devletçi ve otoriter siyasetin adına bütün ülkeyi kucaklamak deniyordu.
Erdoğan kendisinin seçilmesiyle her türlü vesayet döneminin sona ereceğini söyledi.
“Vesayet”in ölüm günü
Daha önce de “vesayet”in istemediği cumhurbaşkanları oldu. Celal Bayar hapse atıldı, idamdan zor kurtuldu. Turgut Özal’a suikast yapıldı.
Abdullah Gül de “vesayet”in karşı koymasına rağmen siyasetin sağlam durmasıyla seçildi, yedi yıllık görevine tartışmasız bir başarıyla imza attı.
Şimdi “vesayet”in hapse attığı, “muhtar bile olamaz” diye sevindiği bir kişi halkın oylarıyla cumhurbaşkanı olacak.
Bu “vesayet”in ölümüdür. Ölüm döşeğindeki “vesayet” belki son bir çılgınlık yapabilir ama 10 Ağustos kaçınılmaz ölüm günüdür.