Başkanlık sistemiyle ilgili tartışmaların yoğunlaştığı dönemlerde yapılan kamuoyu araştırmalarında olumlu görüş bildirenlerin oranı yüzde 35-40 dolayında görünüyordu.Buradan çıkarılan sonuç da, Tayyip Erdoğan’ın açık tavır ve tercih göstermesine rağmen, AKP’ye oy veren seçmende de başkanlık sistemiyle ilgili kuşkular bulunduğu şeklindeydi.MAK tarafından yapılan son araştırmada ise başkanlık sistemine destek verenlerin oranı ilk kez yüzde 55’e çıktı.Aslında bu desteğin büyük ağırlığının “kişi” ile ilgili olduğu, fikri sorulanların cevabının “Tayyip Erdoğan yetkili başkan olsun” olduğuna kuşku yoktur.AKP’nin önereceği başkanlık sisteminin birçok ayrıntısına henüz vakıf olmadığımıza göre, bu araştırmada tercih bildirenler de vakıf değildir, ama net bir cevap vermektedirler.Yüzde 55’lik bir oran tartışmaların bu aşamasında oldukça yüksek bir orandır ve esasen Tayyip Erdoğan’a destek oranıdır.Bu oran üzerinden gidersek, AKP’ye oy veren ya da verme eğilimindeki seçmenin bu konuda kararının açık olduğunu görebiliriz. Ama dikkat çekmesi gereken bir başka nokta da AKP’ye oy vermeyen bir kısım seçmenin de başkanlık sistemine destek olmasıdır.Bu kesimin daha önce MHP ve SP’ye oy vermiş seçmen olması çok büyük olasılıktır. CHP ve HDP seçmeninden böyle bir hareket olmayacağına göre de tek olasılık MHP ve SP seçmenindeki harekettir.Bundan çıkabilecek bir başka sonuç da Erdoğan’ı başkanlık için destekleyen seçmenin bir kısmının 7 Haziran genel seçimlerinde AKP’ye yönelme ihtimalidir.Cumhurbaşkanı Erdoğan, seçim kampanyası başlamadan önce 7 Haziran seçiminin ana maddesinin yeni anayasa ve başkanlık sistemi olacağını ilan etmişti.Bu da halkın yeni ve sivil anayasaya destek verirken başkanlık sistemi ve bir kez daha Tayyip Erdoğan için oy kullanması anlamına gelmektedir.Son araştırmanın sonuçlarını başka araştırmalar da teyit ederse bu kez de seçim döneminin nasıl geçeceğini ve sonuçlarını erkenden, bayağı erkenden görebiliriz.
Cumhurbaşkanı ile Başbakan ve Hükümet arasında sürekli “gedik” arayanlar için Hakan Fidan olayı bir kurcalama alanı yaratmış görünüyor.Cumhurbaşkanı, MİT başkanının aktif siyasete girmesine sıcak bakmadığını, karşı çıktığını herkesin önünde açıkça söyleyince ortaya türlü çeşitli spekülasyon çıkması kaçınılmazdı. Bunlar bir süre daha devam edecektir.Erdoğan, Fidan ile ilgili görüşünü açıkça söyleyerek bu spekülasyonlardan çekinmediğini göstermiş ve üst yönetimle ilgili önemli bir tercihle ilgili fikrini kamuoyuyla paylaşmakta da bir sakınca görmemiştir.Bu tavırdan öncelikle çıkarılabilecek siyasi bir sonuç var. Bu da ülke yönetiminin en tepesinde “tak şak” durumu olmadığıdır.“Tak diye söylüyor şak diye yapıyoruz” lafını zamanın genelkurmay başkanı zamanın başbakanı Çiller için kullanmıştı. Başbakan ile genelkurmay başkanı arasında “tak şak” ilişkisi doğaldır ama siyasette bu ilişkinin böyle bir emir komuta zinciri içinde olması doğal değildir.Siyasi ilişkiler askeri emir komuta zinciri veya bürokratik hiyerarşi ilişkisi olmadığı sürece siyasette dinamizm ve canlılık sağlanabilir.Hakan Fidan hangi saiklerle bu kararı vermiş ve Başbakan Davutoğlu ile anlaşmış olursa olsun önemli bir siyasi tercih yapmıştır.MİT müsteşarlarının görev süreleri sona erdikten sonra emeklilikte gözden kaybolmaları alışılmış bir durumdu. İki isim ise MİT başkanlığından sonra büyükelçilik yapmış, sonra emekli olmuşlardı.Hakan Fidan ise mesleğinin zirvesinde sayılacak bir konumda aktif siyasete geçmiştir ve kuşkusuz bu tercihte daha önemli görevlerin beklentisi vardır.Görevinin büyük bölümünde barış süreciyle ilgili en önemli sorumluluğu taşımış olan Fidan’ın siyasi sorumluluk alanında yine barış sürecinin tamamına erdirilmesi olması da doğaldır.Cumhurbaşkanının Fidan için kullandığı “sır küpü” sıfatı, Fidan’a olan güveninin en kuvvetli ifadesi olmuştur. Başbakan Davutoğlu’nun, Cumhurbaşkanı’nın karşı çıkmasına rağmen Fidan’ı yanında istemesi de aynı kuvvetli güveni göstermektedir.Bu tartışmanın ortasında, İmralı’dan da “güven” ifadesinin gelmesi Fidan’ın taşıdığı ve taşıyacağı sorumluluğun büyüklüğünü göstermektedir.
Haziran 2015 seçiminin iki heyecanlı tartışma konusu var. Biri seçimi kazanması kesin olan AKP’nin 367 milletvekiline ulaşıp ulaşamayacağı. İkinci de HDP’nin yüzde 10 barajı aşıp aşamayacağı.HDP’nin barajı aşıp aşmamasının siyasi sonuçları bir yana, bu sıçramayı yapmasını siyasi odakların hiç birisi istemiyor.AKP istemiyor, çünkü HDP barajın altında kalırsa, bu partinin alması gereken vekilliklerin hemen tümü AKP’nin olacaktır. Bu da anayasayı tek başına değiştirecek Meclis çoğunluğuna ulaşması demektir.AKP’de, Meclis dışı kalarak eli zayıflamış bir HDP ile barış sürecinin yürütülmesinin daha kolay olacağını düşünenler de kuşkusuz vardır. Bu ayrı bir tartışma konusudur ve AKP’nin bu durumun artı ve eksilerini iyi değerlendirmesi gerekir.HDP’nin yüzde 10 barajı aşarak Meclis’e gelmesini CHP de istemiyor. Çünkü HDP’nin barajı aşmasını sağlayacak oyların bir kısmı, hatta önemli bir kısmı CHP’den HDP’ye gidecek oylardır.HDP, eğer 70 dolayında milletvekili sayısıyla Meclis’e gelirse, bu rüzgarın siyasi sonuçlarından biri fiili ana muhalefet partisi olmasıdır.Hem barış sürecinde hem yeni anayasada en önemli ikinci aktörün HDP olması gelecek dört yılın CHP için aşırı zor olacağının habercisidir.MHP asla HDP’nin Meclis’e kuvvetli bir şekilde gelmesini isteyemez. Kürt meselesinin bambaşka bir aşamaya gelmesi MHP’nin varlık nedenlerinin sorgulanması, sarsılması demektir.MHP’ye yakın bir milletvekili sayısıyla Meclis’te temsil edilecek bir HDP’nin varlığı, MHP’nin yarım yüzyıllık hattındaki en büyük sarsıntı olarak görülecektir.Soldaki CHP ve Kemalist etkiler altındaki küçük partiler de HDP’nin yüzde 10 barajı aşmasını istemezler. Çünkü bu başarı kuvvetli bir Siriza çağrışımı yaparak bu kanattaki rüzgarın büyümesini sağlayacak, Kemalist vesayetten çıkamayan, çıkmayan bu partilerin kimlik sorunları büyüyecektir.HDP’nin barajı aşmasını, şu anda kendisinden başka milse istemiyor olabilir. Ama Türk demokrasisinin var olan topallığı açısından bakanlar, burada farklı bir demokrasi rüzgarı göreceklerdir.
MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın milletvekili adayı olmak için görevinden ayrılmasının yarattığı tepkiler arasında şaşkınlık ağır bastı.MİT gibi bir kurumun başından ayrılarak milletvekili olmak, ilk anda kolay tercih edilir bir durum olarak görülmüyor. Ama Fidan’ın yolu, yeni hükümetin üst düzeyleri olunca bu, kaçınılacak bir görev olmuyor.Fidan ilk kez dönemin Cumhurbaşkanı Gül tarafından danışmanlığa atanmış, daha sonra başbakanlık danışmanı, adından da MİT başkanı olmuştu. Bu zaten, yukarısı açık bir siyasi sürecin göstergesidir. AKP, 7 Haziran seçimine bütün kurucu kadrolarını, üç dönem kuralı dolayısıyla en tecrübeli kadrolarını kaybetmiş olarak girecek.Erdoğan’ın söylediği gibi, siyasette gerçekten ustalık mertebesine yükselmiş bir çok isim artık AKP’nin ve Hükümetin yönetiminde olmayacak.Bunun diğer adı da, AKP’nin yenilenmesidir ve yenilenme ile ilgili ilk önemli adım da Hakan Fidan olmuştur.AKP’nin yenilenmesinin sadece ana hatlarını değil, ayrıntısını da aslında milletvekili aday listeleri gösterecek.Bu isimler tespit edilirken, halen görevde olacak kurucu kadronun ağırlığını son göstereceği alan da bu olacak. Birinci kuşak AKP yöneticileri, yeni kuşak AKP yöneticileri belirlenirken son kez söz haklarını, ağırlıklarını kullanacaklar.Hakan Fidan örneğinde olduğu gibi, kuşkusuz her ayrıntı için de Cumhurbaşkanı Erdoğan’a danışılacaktır. Erdoğan’ın bakacağı da AKP’nin yenilenmesinin, anayasayı tek başına değiştirme hedefini yerine getirebilecek bir kadro olup olmayacağıdır.AKP yenilenirken, toplumsal talepler ve beklentilerin, daha kuvvetli olarak siyasi iktidar alanına taşınması da yenilenmenin dinamiğini oluşturabilir.Toplumsal barış ve ekonominin öne çıktığı bir döneme geçilirken bütün ana ayarların yeni anayasayla yapılması kolay bir sürece değil, tam tersine zahmetli süreçlere işaret ediyor.AKP’nin yenilenmesi de sadece basit bir görev ya da nöbet değişiminin çok ötesinde bir yapılanma olmak durumundadır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, AKP’nin önüne, siyasi tarihimizin en yüksek çıtasını koydu. İstediği milletvekili sayısını 400 olarak telaffuz etti ve hedefin AKP’nin tek başına anayasa yapması olduğunu ilan etti.Tek başına anayasa yapmanın içinde başkanlık sisteminin olduğunu da bir kez daha açıkça ifade etti.Tek başına anayasa yapmak ve başkanlık sistemine referanduma gerek kalmadan geçmek için gereken milletvekili sayısı 367 olduğuna göre 400 rakamı bir tür bolluk payı diye anlaşılabilir.400 rakamına yaklaşabilmek için AKP’nin yüzde 54-55 oranında bir oy alması gerekiyor. Sonuçta 31 siyasi partinin gireceği bir seçimden söz ediyoruz ve bu sayı da çıtanın ne kadar yüksek olduğunu gösteriyor.AKP dışında kendisine ciddi ve yüksek bir çıta koyarak seçime girecek olan ikinci siyasi parti de HDP’dir. HDP’nin hedefi de yüzde 10 barajını aşarak, 60-70 milletvekili ile ana muhalefet partisi konumuna gelmektir.Şu andaki üç büyük muhalefet partisinin oyları toplandığında, CHP yüzde 25, MHP yüzde 15 ve HDP yüzde 10 ile ortaya yüzde 50 oranı çıkmaktadır. Bunlara 27 küçük partinin toplam yüzde 5 oyu eklendiğinde ise AKP’ye yüzde 45 kaldığı söylenebilir.Kağıt üzerinde böyle bir hesap yapılabilir, ama henüz kağıt üzerine geçmeyen ve rakamsal sonuçları tam hesaplanamayan bazı unsurların hesaba katılması gerekiyor.CHP kağıt üzerinde yüzde 25 görünmektedir, ama bu partinin içindeki sol hassasiyet sahiplerinden HDP’ye oy kayması çok muhtemeldir ve HDP aslında barajı bununla aşacaktır.MHP’de de erozyon hali devam etmektedir, CHP ile seçim işbirlikleri MHP tabanından AKP’ye yönelen bir dalganın işaretini epey önce vermiştir. MHP örgütü ve tabanı bir süredir sessizdir ve iç dalgalanmaların pek azı dışa yansımaktadır.Seçim aritmetiğine bu açıdan baktığımız zaman da AKP’nin yukarı ilerleme potansiyelini kolayca tespit edebiliriz.Sadece bu seçim açısından HDP ile ilgili tahmin ve tahlil yapanlar, barajı aşmama ihtimalini de sıfır olarak görmemektedir.Bu anlamı da basit ve nettir: HDP yüzde 10 barajı aşamadığı zaman alamadığı milletvekilliklerinin hemen tümü AKP’nin olacaktır. Yani AKP hedefi olan 367’yi yakalayacaktır.
Son dönemde Gülen Cemaatinin siyasi olaylarda oynadığı rollere bakıldı zaman sık sık gündeme gelen soru ‘Bu kadar gücü nasıl elde ettiler’ şeklinde ortaya çıkıyor.Aslında bu kadar güçleri var mıydı, yoksa siyaseten onlara olduğundan fazla güç mü atfedildi sorusu da tartışma noktalarından biri oldu.Cemaatin siyasi macerasına bakıldığında ilk kez ‘siyasi içerik’ taşıyan tavırlarının 1990’larda ve ağırlıklı olarak 28 Şubat döneminde ortaya çıktığı görülüyor.Cemaat, okullarıyla, yurtlarıyla, finans kuruluşları ve bankasıyla dikkatleri üzerinde toplarken, açıkça deklare edilmeden ama çeşitli yollarla hissettirilerek, Tansu Çiller’in DYP’sinin yanında olduğu duyuruluyordu.28 Şubat öncesinden başlayarak ülke en çalkantılı dönemlerinden birine girerken Gülen Cemaati de doğrudan hedef olmamaya özen gösteriyordu.28 Şubat, iki ana tehlikeyi irtica ve bölücülük olarak ilan ederek, ‘Bin yıl sürecek bir mücadele’ haberini verirken Cemaat, doğrudan Gülen tarafından okullarını devlete devretmeyi önerdi. Bu, 28 Şubat’ın ‘irtica’ listesinde olmama iradesi ve ‘uzlaşma’ niyeti olarak kayda geçti.28 Şubat’ın ‘bölücülük’ tanımları ve bu alandaki ‘düşman’ nitelemeleriyle Cemaat’in herhangi bir fikir ayrılığı olmadığını da o dönemin yayınlarını tarayan herkes görebilir.28 Şubatta sütre gerisi yapan Cemaat Kürt meselesinde gayet cesur ve müesses nizamla aynı paralelde hareket etti, düzenli yayınlar yaptı.1980 darbesinin siyasi ve sosyal projelerinden biri, solcu olan, anarşist ve bölücü olan gençliğin yerine ‘mütedeyyin’ bir gençlik yetiştirilmesiydi. 1980’lerde, mütedeyyin gençlik yetiştiren okullar ve yurtlar kurmak, bunu yurt dışına da yaymak 12 Eylül’ün projesiyle tam uyuşan bir icraattı.Sad-i Kürdi’den hiç hoşlanmamış, cenazesini de yok etmiş olan ‘devlet’ onun yerini, devlete bağlı bir Said-i Türki’nin almasına sıcak bakıyordu.Gülen Cemaatinin ‘adliyede mülkiyede’, yargıda ve devlette bu kadar sağlam örgütlenmesini anlamaya çalışırken bu byutlar üzerinde düşünmek gerekiyor,28 Şubat operasyonunu planlayan ve yönetenler “Bin yıl sürecek” derken, bu mücadeleyi kolay bırakmayacaklarını, hatta hiç bırakmayacaklarını anlatıyorlardı.Gülen Cemaati’nin nereden nereye geldiğini anlamaya çalışırken, 28 Şubat parantezinin de 2002 seçimiyle kapanmadığını düşündüğümüz zaman Cemaati yerli yerine oturtabiliriz.
Başkanlık sistemiyle ilgili tartışma, alışageldiğimiz gibi esas üzerinden yürümüyor. Şu anda tartışan hemen herkesin açısı yakın siyasi gelecek ve Tayyip Erdoğan’dır.Başkanlık konusuna gelişimizi de hatırlayarak tartışabilirsek, belki yeni açılar getirebiliriz.2007 yılında AKP’li bir cumhurbaşkanı seçilmesine engel olmak isteyen asker ve “zinde kuvvetler” birkaç tema üzerinden ilerlediler. Cumhurbaşkanının eşinin başörtülü olması sembolik bir müdahale alanıydı. Ama esas amaç “Köşk vesayeti” sisteminin bozulmamasıydı.‘Köşk vesayeti’, 1961 ve 1971’de oluşturulmuş, 1982 anayasasıyla perçinlenmiş vesayet sisteminin, cumhurbaşkanı katında kurulmuş ‘ana kale’si olarak görülüyordu.Cumhurbaşkanlarının, sivil siyasetin ve seçimle gelmiş sivil iktidarların üzerinde bir ‘devletçi denetim’ oluşturması, bazı küçük ‘gedikler’ dışında kırk küsur yıldır başarıyla yürümüştür.2007 yılında AKP, ‘zinde kuvvetler’in baskısı karşısında geri adım atmadı, partinin kurucularından bir cumhurbaşkanı seçti ve başka bir karşı hamle yaptı.Bu hamle, cumhurbaşkanlarının doğrudan halk tarafından seçilmesine ilişkin anaya değişikliğiydi ve halk bunu referandumda kuvvetle ve coşkuyla onayladı.Cumhurbaşkanı katının, sivil siyaset ve seçilmişler üzerinde bir vesayet unsuru olmaktan tümüyle çıkması için yapılabilecek bir diğer hamle, cumhurbaşkanı yetkilerinin daraltılması ve bu makamın kümüyle temsil makamı haline getirilmesiydi.AKP’nin şu andaki tercihi aslında, sonuç olarak aynı noktaya gelen, kuvvetli başbakan yerine halk tarafından doğrudan seçilen kuvvetli başkan sistemidir.En kısa yoldan tarifiyle, başbakanın elindeki yetkiler de başkana geçecek, eski cumhurbaşkanı katı yok olacaktır.Şu anda en fazla sorulan soru “Buradan diktatörlük çıkar mı” şeklindedir ve aslında bunun cevabı da yoktur. Geçen yüzyılın siyasi tarihinde iyi işleyen demokratik sistemlerin içinden diktatörlüklerin çıktığı da görülmüştür, kör topal işleyen demokrasilerin daha sağlam zeminli demokrasilere dönüştüğü de görülmüştür.‘Kuvvetli lider’ meselesi de hem siyasi hem toplumsal bir gerçektir ve her kuvvetli lideri ‘potansiyel diktatör’ olarak görmek de halka güvenmemenin yarattığı hastalıklardan biridir.