‘Herkes bize düşman’ diyordu kadın. Bir gömlek almak için uğradığı dükkânda arka arkaya sıraladığı onca tutarsız cümleden buraya nasıl vardığı konusu ise başta Tuncelili dükkan sahibi olmak üzere dükkândaki diğer müşteriler için meçhullüğünü koruyorken o paldır küldür başka bir cümleye atlamıştı bile: ‘Hepsini asacaksın, hepsini!’***Levent Gültekin’in Diken’deki umut aşılayan yazısı bugünkü gidişata yönelik tek ve gerçek bir rakipten bahsediyor. Türkiye’nin hemen her kesimine sızmış olan değişim talebinden! Bu değişim talebinin başında yolsuzluk, talan ve hırsızlıkla değil, hak ve hukukla yönetilen bir Türkiye geliyor. Sanata, bilime, insan haklarına, geleceğe inanan bir Türkiye. Er ya da geç. ‘Er ya da geç’in hangi zamana denk düşeceğini sanırım hiçbirimiz, şu aşamada tahmin edemiyoruz. Esasen, değişimin insan var olduğu müddetçe insana tanıklık eden en önemli gerçek olduğunu hatırladığımızda sürenin çok da fazla bir önemi yok. Ancak ‘şu ahir ömrümüzde’ meselesi elbette hüsran dolu başlıklardan biri. Sorulardan en kallavisi de şu: Şu ahir ömrümüzde bu ülkeyi ne zaman hemen her cephede makul bir olgunlukta göreceğiz?Toplumun değişmesi ve ıslah edilmesi konusunda idam cezasının yeniden gündeme gelmesini de bu anlamda okumak mümkün. Bilen bilir, idam cezası konusu yazma derslerinin vazgeçilmez başlıklarından biridir. Sadece muhafazakâr insanların muhafazakâr düşünce tohumlarında değil en demokrat (gibi) görünen insanlarda bile tuhaf algılarla karşılık bulabilecek bu konu, kanımca bir toplumun insan hak ve özgürlükleri konusunda değişime nasıl direndiğinin en canlı kanıtlarındandır aynı zamanda.İdamın caydırıcı olma konusunda hemfikir olanlar şuna ısrarla bağlı: Bir musibet bin nasihatten iyidir... Ancak şunun nedense farkında değiller (ya da işlerine gelmiyor): Şiddet bir çözüm olsaydı bugün dünyadaki bütün savaşların dibine darı ekilir ve dünyaya özlendiği farz edilen barış çoktan gelirdi. Oysa işin rengi çok farklı. Değil barışmak, karşılıklı konuşmayı bile beceremediğimiz günlerden geçerken şiddet konusundaki karartıcı tablo konusunda yeise kapılmamak mümkün değil.İdamın terörden cinsel istismara kadar hemen her şeyi kökten çözeceğine inananlar, yazımın başında bahsettiğim gömlek almaya gelen şu kadın gibi ayakları gaz pedalında gitme hayalleri kurmaktan bir an için vazgeçebilseler, o zaman yola koyulmak nedir onu düşünebilmek mümkün olacak. Kısacası adına ister terör ister cinsel istismar diyelim, bu kör kuyuları yaratanın gerçek nedenlerini ‘kurutmak’ çabası yerine kuyuya kezzap atmanın sadece o anlık bir anı olacağını fark edebilseler... Toplumdaki cinsel açlığın, toplumdaki adaletsizliğin, toplumdaki eşitsizliğin gerçek anlamda giderilemediği müddetçe o kuyunun mikrop üretmeye devam edeceğini ve hepimizi zehirleyeceğini fark edebilseler...Demeden geçmeyelim: Bu anlamda olup bitenler için idam cezasını istemek gaz pedalıyla frene aynı anda basmaktan öte bir şey değildir. Böyle gidilmez, böyle gitmez.Yinelemekte fayda görüyorum: Türkiye’nin değişim talebinin bu olmadığını bilmek en büyük umudum. Bu umudun bir gün hayata geçeceğine inanmaksa en büyük hayallerimden biri. Er ya da geç.
Ortancalar aldım çarşıdan. Köklerine mürekkep yürümüş mavi ortancalardı. O zaman ortancalarla biz yazarların kurabileceği ilişkiyi bir kez daha düşündüm.Mürekkep ne işe yarar sorusu da o zaman hasıl oldu.Yazar Ursula K. Le Guin, ‘Sokrates dillerin yanlış kullanımı ruhta kötülüğe yol açar’ diye aktarmış zamanında.Hem filozofun hem de Le Guin’in sözünü ettiği elbette dilin kuralları değildi. Tümleç ya da fill nerededir gibisinden dertlerin çok daha ötesini işaret ediyorlardı. Bahsettikleri ne olabilirdi? Hiç kuşkusuz dilin kötülük için kullanılması, bir maske haline getirilmesi, dolayısıyla anlamların savrulup gitmesinden bahsediyorlardı. Dilin yalanla dolanla var edilemeyeceğini söylüyorlardı. Sözcüklerin anlamını talan etmeye başlarsak toplum olarak nasıl da kirlenebileceğimizden söz ediyorlardı. Ve bu kirlilik hiç kuşku yok, ortancaların kökünü saran mavilikten farklı bir kirlilikti. Çeşitlilik değil, alenen kirlilik...Bunları düşünürken bir arabanın arkasından usulca geçmeye çalışıyordum. Düz bir yolda olmamıza rağmen araba bir anda kaydı ve beni arkadaki arabayla burun buruna getirdi. Elimde ortancalar ‘ne yapıyorsun’dedim. O zaman gözlüklü şoför beni yanına çağırdı. Özür dileyecek herhalde diye düşündüm. Yüzündeki gülümseme böyle bir işaret veriyordu. Ve sonra konuşmaya başladı:‘Bakın bu arabanın bir özelliği vardır, ileri doğru giderken biraz geriye kayar’ dedi pişmiş kelle gibi sırıtarak. O zaman bir nahoşluk olduğunu sezmeye başladım.‘Yani?’ diye sordum. Ellerime baktım. Mavi.‘Yani’ diye gülmeye devam etti. ‘Boş yere abartıyorsunuz.’Çok kısa bir süre elimdeki mavi ortancalarla bakıştık. Bir yazarsanız sözcüklerin ne anlama gelebileceğini bazen diğerlerine göre çok kısa bazen de şaşırtıcı derecede uzun bir sürede algılarsınız. İnsanların ne dedikleri kadar nasıl dediklerini düşünme sarkacıdır bu. Bazen günler sürebilir. Bazen aylar. Bereket ortancalar bana o gün yardım etti ve adamı çok net anladım. Adam kötüydü. Kötü dilliydi. Kötücüldü. Yine de bir şeyler söylemek istedim. Arkamızdaki kornalar giderek şiddetlenirken:‘Bence siz bu arabayı değiştirin’ dedim. Ve yoluma devam ettim.Ancak kornaların sesi ardımda devam ediyordu. Adam milim kıpırdamamıştı ve bunun nedeni ‘ileri giderken ya yine kaydırırsam’ kaygısı değildi.‘Sen kafanı değiştir! Kafanı!’ diye bağıranın o olduğunu ne yazık ki arkam dönükken bile anladım.Arabayı kaydıran oydu. Ve mağdur olan yine oydu.Mavi ortancalara baktım. Mürekkebi düşündüm. Dilin anlamla kurduğu ilişkiyi düşündüm. Çok kısa bir süreydi. Ancak bana asırlar kadar uzun geldiğini ifade etmeliyim.Mavi ortancalara baktım. Ve nihayet hatırladım. Korna sesleri eşliğinde önümden geçip giden asırlara bakarken dili sürekli olarak bir mağduriyet aracı, bir yalan ve yanlışlar silsilesi olarak kullananlara denilebilecek tek bir söz vardı. Tek bir söz. Endişeyle, keyifle, zamanı aşabilecek tek bir söz. O zaman o tek söze baktım. O özgürlük vaadine. Bütün kötülüklerden arınışa.
‘Ağlayan sustu; ve ortalıkta –sessizlikten daha korkunç daha ürkütücü-sazlara, yapraklara, toprağa inen yağmurun hışırtılı sesi kaldı. Karanlık yavaş yavaş, uzaktaki çingene çergenlerini, hareketsiz düşünen at gölgesini sildi... Ve yağmur yağdı, yağdı, yağdı.’Sedat Gani’nin ‘Yollarda’ öyküsünden.***Son dolu mesajı geldiğinde arabalara sarınan battaniyelerin eşliğinde bir kadının feryadını duydum:‘Abi, bu dünya insanları istemiyor artık!’Abi ise battaniyeyi katlamaktan yorulmuş, yaptığı işin manasızlığına anbean biraz daha inanmış ve bezmiş bir halde hüzünle gülümsedi ona. Bu dünyanın insanları istemediğinden o da emindi.Battaniyeler arabalara sarıldı, muşambalar arızalı şekilsizlikleriyle kaportaları kapladı, bazaların üstünü kaplayan elyaflar yandan destekli ipleriyle arabaların dış dikiz aynalarına iliştirildi, balonlu naylonlar ön ve arka camları örtüverdi. Tüm bunlar olurken abinin haylaz köpeği Kurabiye, arabalarına abanmış insanların telaşına bir anlam veremiyor, o sıralarda park mafyasının cebine giren paranın hesabını iyi ki tutamıyor, neşe içinde sağa sola sevecen ve makul havlamalar saçıp duruyordu.Sonra dolu gelmedi, yağmur bir yağdı bir yağmadı. Elyaflar, battaniyeler, balonlu naylonlar arabalara dolandı kaldı. Bu esnada pazarcının patates ve soğan fiyatları gerilemedi. ‘Ama niye böyle oldu?’ sorusunu soranlara pazarcı, Kurabiye’nin tavrıyla gülümsedi, onunkine benzer, neden ve kimden yana olduğu belli olmayan tuhaf ve anlaşılmaz sesler çıkardı.Yağmur bir yağdı bir yağmadı. O esnada neler oldu neler. Çoğu insan Kurabiye’ye dönüştü. Kurabiye gibi olamayanlar arabalarını battaniyelere, elyaflara sarar gibi, ruhlarını kabuk bağlamış anılarına ve ezberlerine doladı.Dolu yağmadı. Şimdilik. Dolar düştü. Şimdilik.***Yaşadığımız küresel facia senaryosunun son olmadığını biliyoruz. Bu konuda Greenpeace’in bir mesajı var. Aktarmakta fayda görüyorum:‘Türkiye’nin en kalabalık ili İstanbul bir hafta boyunca dolu nöbeti tuttu, şehirde herkes ne zaman bir sağanak yağış olacak, sel olacak mı diye tetikte bekledi. Meteorolojik doğal afetler gündemimizi belirlemeye başladı.Bunlar olurken Meteoroloji Genel Müdürlüğü 2018 yılı ilkbahar aylarındaki (Mart, Nisan ve Mayıs) sıcaklık derecesinin 1981-2010 yılları arası ilkbahar mevsim sıcaklıklarının 3.0°C üzerinde olduğunu tespit etti.MGM’nin hesaplarına göre 1981-2010 yılları arasında ilkbahar mevsiminin ortalama sıcaklığı 12.0°C iken 2018’in ilkbahar ortalama sıcaklığı 15.0°C oldu.İklim değişikliğinin etkileri ile mücadele için kentlerimizin altyapısını güçlendirmeli, yeşil alanları korumalı bir yandan da iklim değişikliğine sebep olan sera gazı emisyonlarının en büyük nedeni olan fosil yakıtlardan acilen kurtulmalıyız. İklim değişikliği artık günlük hayatımızda sık sık karşılaştığımız bir kriz. Bu havalar normalimiz olmasın, mevsimler altüst olmasın diye hemen adım atmalıyız.’Bu önemli adım için Greenpeace bir imza kampanyası başlatmış durumda. Buna destek vermemiz neyi değiştirir sorusu içinse bir lüksümüz kalmadığı ortada. Aşağıdaki link’ten bu kampanyaya destek verebilirsiniz.https://act.greenpeace.org/page/26251/action/1?locale=tr-TR*Sedat Gani’yi ve ‘çergen’i merak edenler için: 1927 doğumlu bir yazarımız. Değeri bilinemeyenlerdendi. Şöyle bir şiiri de var: ‘Dünya dümdüz, bütün yollar yürünmüş/ Bir hayal bile kalmamış kurulmadık.’Çergen: uçurtma
Özlem Akıncı’nın Notos Kitap’tan çıkan yeni öykü kitabının adı bu! Sadece mevsimine denk geldiğimiz için değil, belki denize yatkın bir coğrafyanın insanlarından olduğumuz için de ayrı bir güzelliği var. Deniz güzel, öyküler güzel. (Seçimler? Göreceğiz, pek yakında!) Hele ‘Sonra Derya’ diye bir öykü var ki, mutlaka okumanızı isterim. Özellikle ilk paragrafa yoğunlaşarak okumanızı:‘Cesur olmayan kadınlar, derdi. Korkak kadınlar yani, derdik bir ağızdan. Hayır, derdi. Söylediğim kesinlikle başka, cesur olmayan kadınlar.’Cesur olmakla korkak olmayan arasındaki farkı konuştuk Özlem’le. Reklamlara girer mi girmez mi duygusundan azade bir biçimde linkini de paylaşayım:http://medyascope.tv/2018/06/22/zeytin-dali-ozlem-akinci-ile-deniz-bize-iyi-gelecek/Cesur olsanız bile korkunuzun size emanet kaldığı durumlar mevcuttur. O korkudan beslendiğiniz durumlar da. Sizi olumlu olarak besliyorsa neden olmasın diye düşünmek isterim burada. Birazcık stresin kimseye zararı olmaz, hayatı anlamlı kılar gibisinden de düşünülebilir bu. İş ki korkular hayatınızı ele geçirmesin! Yeter ki sizden önce giden gölgeniz olmasın. Hatta dahası da düşünülebilir: Korku varsa cesaret de var! Belki de korku olduğu için cesaretle tanışabiliyoruz. Alın size yaşamın güzel çelişkilerinden biri.Tam da burada başka bir kitap önereceğim. Paloma Yayınevi’nden Regina Wong’un kaleminden çıkma ‘Hayata Yer Aç’ adlı kitap bu. Bunca işin ortasında ‘bir sadeleşme rehberi’ni ne diye bize öneriyorsun diyenler çıkacaktır. Kimseye ukalalık etmek istemem (ki bazıları hak ediyor, ama boş verin şimdi onları!). Bu kitabı seçim ateşinde, liderler oradan oraya koşturup dururken, miting meydanlarında halka seslenirken onları cümle cümle takip etmeye çalışırken okudum. Ve hayata yer açmanın aslında insanın kendisine yer açmak olduğunu bir kez daha fark ettim. Kendi hayatına sahip çıkabilen insanların oluşturabileceği bir toplumun ne anlama gelebileceğini tekrar tekrar düşündüm. Bu arada Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda okuyan bir öğrencinin ‘ezber iyidir, bize milli değerlerimizi öğretir’ diyen bir öğrencinin dediklerini de düşünerek. Ezberi seven, ezbere yatkın bir toplumun hayata dair nasıl bir yer açabileceğini bir kez daha anlamaya çalışarak. Ya da kısaca o cümleleri kurarak: Al sana ezber! Ezber varsa ne korku vardır ne cesaret. Bolca istismar edilirsiniz. Talan edilirsiniz. Hayat sizin değil başkalarının hayatıdır artık. Başkalarının hayatını yaşaya yaşaya ölür, ölürken de gelecek nesillere yine o rezil kalıpları teslim edersiniz.Neyse. Tüm Türkiye gibi ben de seçim sonuçlarını bekliyorum. Türkiye’nin her koşulda kazanacağı bir eşikte olmayı temenni ederek. Hayatın çelişkileriyle büyüyerek; korku ve cesareti harmanlamaktan korkmaksızın; genişleyerek, ezberi kapı dışarı etmenin mümkün olduğu ufuklara yüzümüz dönük.... Denizlerin bize anlattığı gibi.
Ziyaret saati bitmeden, herkes evine gitmeden önce küçük odadaki televizyonda Salih Bey’in anlayamadığı görüntüler akıyordu. Damatları, ‘işte bu’ diyorlardı. ‘Kural tanımayacaksın. Bak Peder Bey bu üçüncü havaalanı! Bak Peder Bey bu AVM! Bak Peder Bey bu köprü var ya bu köprü!’ Kızları ise yanı başında ama yine çok meşguldüler. İşte tam da o zaman derinden ama çok derinden bir iç geçirdi ve ‘Çok tuhaf’ dedi Salih Bey. Bir şey bildiğinden ya da anladığından değil.Ama olan olmuştu. Bayram ziyaret saati bitmek üzereyken, üstelik o gün Babalar Günü’ydü de, televizyondaki seçim tanıtımlarına bakıp, ‘Çok tuhaf’ diyen Salih Bey birden dikkatleri üzerine topladı. İşin aslı bunu ekrandaki ‘algı inşaat faaliyeti’ için söyleyip söylemediği bile belli değildi. Yine de, bu son ‘çok tuhaf’ ile odadaki herkes, hatta whatsapp mesajları yüzünden kafalarını telefon ekranlarından kaldıramayan kızları bile, ona dönüp dönüp baktı ve hemen birbirleriyle mesajlaştılar: ‘Yani bu babam da az değil...’ Hava buz gibi oldu. Oysa yaz mevsiminin boğucu günlerinden biriydi. Tam olarak anlayamasa da üzerinde gezinen bu acayip bakışlardan ötürü Salih Bey’in elleri üşüdü, ayakları buz kesiverdi.Oysa şaşıracak hiçbir şey yoktu. Salih Bey, nicedir, nerede yaşadığından habersiz, belleği onu terk ettikten sonra olup bitenlere hep bu şekilde karşılık veriyordu. Özellikle son on aydır sürekli olarak bu iki sözcüğü tekrarladığını bilemez haldeydi. Uzun yıllar dokumacılık sektöründe çalışmış, namus ve ahlak dendiğinde esnaf arasında ilk sırada gösterilenlerden biri olmuştu. ‘Cumadan sonra gel’ lafı onun için tercih edilecek bir cümle değildi. Bilenler böyle derdi. Dini, işine alet etmezdi Salih Bey. Gelgelelim muhafazakâr biriydi, bunu da kimseden saklamamış, kızlarını görücü usulü evlendirmiş, şimdi onu hem maddi hem de manevi anlamda yerin dibine batırmakla meşgul olan damatlarını neredeyse oğlu yerine koymuştu. Doğrusu, şu haldeyken bu ayrımı bile yapacak halde değildi.Ancak özellikle damatlar, Salih Bey’in televizyonda gördüklerine ‘çok tuhaf’ demesini o dakikadan itibaren çok imalı buldu, çok alındı ve ona hemen haddini bildirmek istedi.‘Peder Bey’ dedi bir tanesi. ‘Vatan hainleri gibi konuşma. Sen ne dediğini biliyor musun?’ Ardından cep telefonunu yaşlı adamın burnuna dayadı. ‘Bak! Bak işte hepsi burada... Bu icraata sen nasıl çok tuhaf dersin? Terörist misin nesin?’Salih Bey, zenginliğin elindeki telefona -esası Salih Bey’den, ivmesi damadından kaynaklı telefona- bakıp bakıp duruyordu. Züppe telefon ekranında hâlâ tam olarak anlayamadığı tuhaf çirkin binalar boy gösteriyor, savaş uçakları uçup uçup duruyordu.Sonra diğer damat devreye girdi. Tuhaf tuhaf sayılar tekrarlıyor, Salih Bey’in kopuk anılarının içinde ‘kimdir bu görgüsüz’ düşüncesini yer yer kanırtıyordu. Kanırtıyordu kanırtmasına da, tüm bunlara karşın Salih Bey’in bunları cümleye dökecek takati falan yoktu. O bildiği yoldan şaşmayan edebiyle, beyaz ve ifadesiz odadaki Babalar Günü hediyesi çiçek demetine bakıp bakıp ‘Çok tuhaf’ dedi. Sadece ‘Çok tuhaf.’
Akdeniz’in denizi dik kesen kıyılarından birinde bir ikindiyi akşama çevirirken, uzakların çok da uzak olmadığının hissedildiği bir sırada yaşlı olanı daha az yaşlı olanına bir hikaye anlattı. Tahmin edebileceğiniz gibi hikayede bir sürü şey vardı. Ancak benim kulak misafiri olup duyabildiklerim buraya taşıyabileceklerim kadardı: Geçmişe özlem. Ancak yine de sizi yanıltmak istemem, konuları geçmiş olsa da şimdiki zamandan vazgeçmeye hiç ama hiç niyetleri yoktu.Karıkoca oldukları ve olur olmaz her şeye yenilmedikleri için büyük kopuşların salınımına kapılmamış ve devam edebilmiş bir halleri vardı. Devam edebildikleri için mi böyleydiler, böyle oldukları için mi devam edebildiler çıkarsaması içinse gereksiz bir zamandı. Öyle ya da böyle birlikte yaşlanmışlardı. Kadın hâlâ albeniliydi ama besbelli bacaklarından şikayetçiydi; erkekse, rütbeli bir asker eskisi kıvamında çakı gibi ve bal gibi yakışıklıydı. Aşağıda, kumsalda, ilkbaharın habercisi dingin havaya kanıp gelmiş sayısız martı ve tek tük insanın cılız sesleri arasına sığıştırdığı piposunun dumanını takip ederek anlatmaya devam ederken birden susuverdi.‘Ne oldu?’ diye sordu kadın.‘Şunu gördün mü Selime?’ diye yankılandı adamın cümlesi.Aralarındaki rüzgârın nedeni Akdeniz değil, adamın kaygılı sesiydi.‘Neyi?’ diye titredi kadının buruşuk ve endamlı akik taşlı boynu. Yıllardır birbirini tanıyan insanların, birbirlerinin seslerinde buldukları o hava boşluklarının içine, yine, haliyle, birlikte düşmüşlerdi.Hepimiz ona baktık; o hava boşluğuna. Zeytin ağaçları, sağa sola serpiştirilmiş müşteriler, geveze yaşlı garsonlar, sessiz ve genç olan birileri daha. Hatta çayhanenin muhabbet kuşu bile. Ayrıca, aşağıda, kumsalda hayatı umursamadan gezinen insanlarla aşık atan martılar da.Adam çakı gibi yerinden kalktı o zaman.‘Resmen hayvana eziyet ediyor bu, onu öldürecek!’Hava boşluğu devam ederken, üstelik hepimiz o hava boşluğunu takip etmekte kararlıyken, kaçınılmaz olarak onu gördük. Aşağıda, kumsalda bir adam yavru bir köpeği öldüresiye dövüyordu. Üstelik dahası da vardı. Köpeğin, uzakta bir nokta halinde denizin ufkuna karışan kuyruğu, adamın elindeki kara belanın yanında bir hiçti. O zaman gözleri daha net seçenler, gözleri daha az seçenlere kıyasla gerçeği biraz daha net anladı. Adamın elinde bir bıçak, hatta bir satır vardı. Yapacak hiçbir şey yoktu. Tıpkı tanık olduğumuz ve tanık olmaya devam edeceğimiz tüm insanlık ayıpları gibi... Büyük bir sessizlik vardı. Sadece utandığımızdan değil, korkularımızdan ötürü de. Neyin korkusu diye sorsalar çoğunlukla cevapsız bırakacağımız, tarif etmeye yeltenenlerimizinse iki üç cümlede yetim bırakacağı tanımların korkularıydı bunlar. Buna rağmen hemen her şeyi şekillendiren, hayatımıza meydan okuyan o dipsiz vesveseler, o tuhaf endişelerdi.Bundan sonrasına, bir bayram günü yazısı olduğu için şöyle devam etmek istedim:Sonra tok bir ses duyuldu. Lüle taşı piponun turuncu masaya bırakılma sesiydi bu.Kıyıdaki adam, kıyasıya öldürmeye giriştiği o köpekle haşır neşirken, yaşlı adam, geride bıraktığı yaşlı güzel kadın Selime’nin dilinde ‘Mesut yapma, Allah aşkına karışma!’ sözcükleriyle birlikte aşağıya doğru koşmaya başlamıştı bile. Koşarken ise bir çizgi roman kahramanı gibi eğime uygun biçimde her dem biraz daha zırhlanarak, Batman, Tarkan, Örümcek Adam, Kara Murat karışımı bir gölgeye dönüşüvermişti. En azından olayı yukardan bir film gibi seyretmekle yetinen bizlere öyle geldi. Şaşkın ve yutkunamaz haldeydik. Muhabbet kuşu sıfırlamıştı zaten, o da hemen hepimiz gibi çıtını çıkaramıyordu.Müteakiben mutlu son geldi. Mesut Bey bir bayram şenliği gibi yavru köpeği eline aldığında hak eden hak ettiğini bulmuştu. Mesut Bey, anlayabildiğimiz kadarıyla şu insan müsveddesine kırk katır mı kırk satır mı diye sormaya tenezzül bile etmemiş, ‘senin ve seni yetiştirenlerin acilen tedaviye ihtiyacı var’ diyerek satırlının hatırı sayılır bir ruh kliniğine yatırılması konusunda emniyet güçlerine, belediye zabıtasına, ruh ve sinir hastalıkları uzmanlarına, dönemin başbakanına, muhalefet liderlerine, cumhurbaşkanına ve elbette kainata gerekli talimatları vermişti.Başta Mesut Bey olmak üzere, o ve onun gibilerin ‘Babalar Günü’ kutlu olsun!
Size bir diziden bahsetmek istiyorum bugün. Çukur, Tohum Otizm Vakfı ve Show TV iş birliğiyle gerçekleştirilen sosyal sorumluluk projesine destek veren bir dizi. Dizideki Aliço karakteri otizm konusunda farkındalığın artmasına destek oldu.Dahası da var. Yayınlanacak büyük sezon finalini ‘Çukur Otizmin Farkında’ sloganı altında Haliç Kongre Merkezi’nde oyuncular izleyicilerle birlikte seyredecek. Çukur Sezon Finali Gala Gecesi biletlerinden elde edilecek gelirin tamamı ise Tohum Otizm Vakfı’na aktarılacak.Ya diğer hususlar?Hemen belirteyim: Bu tür dizilerin sosyal sorumluluk projelerine yol açmasını son derece önemsiyorum. Darısı, kişi başına günlük kitap okuma süresi 60 saniyeye düşen gerçeğimize ışık tutulmasının ‘başına’ diyelim! Evet son veriler doğrultusunda Türkiye’deki insanların günlük kitap okuma zamanı bu kadarcık. Umarım bu gerçeğin hemen hepimizin ‘feci’ gerçeği olduğunu, özellikle popüler kültür piyasasının içerisindeki vicdanlı yapımcılar ARTIK fark eder ve akşam televizyonun başına kilitledikleri kitleyi birazcık da bu yönde etkilemeye çalışır. Çok değil, hemen her bölümde sevilen bir kahramanın eline bir kitap tutuşturulsa, o kahramanın dilinden dökülen cümlelere iki tane kitap okumaya dair cümle eklense, kitap farkındalığı konusunda iki arpa boyu yol kat edebilme şansımız olur-du. Böylelikle sadece erkeklerin varlığını sürdürebildiği kıraathanelerden çoğulluğu temsil eden kütüphanelere dair düşüncelerimiz, toplum olarak ‘acaba mı’ diye sekteye uğramaz, zamanında kıymetlimiz Adile Naşit’in yaptığı gibi çocuklara okumayı, masalı, düş gücünü sevdiren programların varlığının yerini alan ‘cinler toz alır mı’ gibisinden söylemlerin fink attığı programların program sayılamayacağı tartışılmazdı bile.Bu arada kadınların işini kolaylaştırması anlamında cinlerin toz alması fikrine karşı olmadığımı da ifade etmem lazım. Zira son yapılan çalışmalardan yansıyan veriler gösteriyor ki Türkiye’deki erkeklerin ev işi konusunda hâlâ salata yapmayı ev işi saymak gibisinden bir eğilimleri var. Yine burada dizi yapımcılarına seslenmek boynumun borcudur: Gündelik hayatı romantize etmek yerine birazcık sahici mesajlar verilebilse toplumdaki cinsiyet rolleri anlamında da epey yol alabilmemiz mümkün olabilir-di. 21. yüzyılda kadın cinayetleri ve aile içi şiddet konusunda yaşadığımız açmazlar belki bu sayede biraz farkındalık yaratabilir, kadını yok sayarak varlığını sürdüren partilere en yoğun oylar yine kadınlardan gitmezdi.Tekrar kitaplara ve kütüphanelere dönecek olursak, Bergama Belediyesi’ne buradan özel olarak teşekkür etmek istiyorum. 2 yıl 4 dönemdir yaptıkları bir çalışma var. Bu, ‘Karne Hediyesi Kütüphaneden, Karneni Getir Kitabını Götür’ çalışması. 13 Haziran’a kadar öğrenciler Bergama Belediyesi Bergama Araştırma Kütüphanesi’nden hediye kitaplarını alabilecekler. Uzak köylerdeki öğrencilerin kitapları ise kitap talep eden muhtarlar üzerinden dağıtılıyor.Dünkü yazımda 600 yıldan bahsettim. Doğayı korumak üzerine bir yazıydı. Günlük kişi başına düşen 60 saniye okuma süresini toplum olarak aşamazsak, kültürel dönüşüm ve kalıcılık anlamında, değil 600 yıl, 60 yıllık bir süreden bile bahsetmemiz mümkün olamayacak.
‘Kamyonet çınar ağaçlı sokağa hızla girer. Şoför penceresinden oldubittiyle asfalta bırakılan plastik şişe, kamyonetin o anki adı ve sesi olur. Kamyonet çeker gider. Geride bir pet şişe, o anlık sokağın sessizliğinde insanlığın plastik izi olarak kalır. Ne iz ama!’***Bu seçimlerin sonucunda demokrasiyi, hak ve hukuku tercih edip etmediğimiz net bir biçimde anlaşılacak. Umarım Türkiye olarak yaşadıklarımızdan sağlıklı dersler çıkarırız. Şimdi olmasa da 600 yıl sonra olur temennim ise bakın neye dayanıyor:Seçim meydanlarında çok az vurgu yapılan bir konu var: Doğa. O kadar çok fire var ki ona sıra gelmiyor noktasında hemfikirim. Ancak 600 yıl sonra bizlerden yani bugünkü insanlardan eser kalmazken doğaya iyi bakarsak onun kalacağı aşikâr. Bunu neden anlamak istemiyoruz sorusu ise sanırım insanlığın varoluşsal sorusu. Bu derin hususu şimdilik bir yana bırakıp somut bir gerçeğin altını çizmek istiyorum.Plastik atık hallerimizDünya Koruma Vakfı, Dünya Okyanus Günü’nde bir rapor açıkladı. Bu rapor, geleceğimizin çocuklarına bırakacağımız plastik atık gerçeğinin iç burkan sinyalleriyle dolu. Türkiye olarak ise üzülmemizi, en azından düşünmemizi gerektiren acil bir nokta var. Maalesef Akdeniz’i plastiğe boğan ülkelerin en başında geliyoruz.Rapor, dünyanın en çok ziyaret edilen bölgelerinden biri olan Akdeniz’in aşırı plastik kullanımı, yetersiz atık yönetimi ve yoğun kitle turizmi nedeni ile ciddi risklerle karşı karşıya olduğunu belirtiyor. Plastik maddeler ise bu atıkların yüzde 95’ini oluşturuyor. Büyük plastik atıkların en çok fok ve deniz kaplumbağası gibi büyük canlıları yaraladığı hatta boğduğu belirtiliyor. Bu atıkların yüzde 65’ini ise bilin bakalım ne oluşturuyor: Denize bırakılan misinalar.Ya diğer atıklar? Torbalar, sigara izmaritleri, balonlar, şişeler, şişe kapakları hatta pipetler, vb. Kısaca yaşamımızın plastik boyutları. Büyük parçalardan oluşan bu atıklar plastik kirliliğin gözle görünen kısımlarını oluşturuyor. Bir de işin gözle görünmeyen bölümü var. Mikro plastik denilen ve 5 milimetreden küçük bu suni canavarların daha da büyük bir tehlike saçtığı ortada! Neden mi? Çünkü bunları deniz canlıları yiyor ve bizler bunları tüketiyoruz; böylece ava giden avlanır sözünün eşliğinde plastik cehennemlerimizi kendi dünyalarımızda yeniden yaratmaya muktedir hale geliyoruz.Elbette dahası da var. Plastik atıkların büyük çoğunluğu çözünür olmadığı için çevreye bırakılanları yıllarca ‘orada ve ortada’ kalıyor. Örneğin bir fiskeyle denize fırlatılan sigara izmariti denizde 5 yıl süreyle çözünmeden kalıyor. Bu süre, plastik torba için tam 20 yıl. Plastik bardak içinse 50 yıldan bahsedebiliriz. Ya misinalar? Misina için verilen süre ise tam 600 yıl. Evet tam 600 yıl!Kim öle kim kala... En iyi tahminle iki plastik bardak çözünürlüğüne denk düşen biçare insan yaşamına karşı doğanın görkemli kalıcılığını düşünme zamanı. Ya da...(Bu arada seçim meydanlarındaki harareti dengelemesi anlamında İz Tv’nin yayınlarını takip etmenizi öneririm. Doğaya saygı geçidi.)***Erdoğan Bey’i kaybetmenin üzüntüsünü yaşıyorum. Kendisiyle bir-iki defa sohbet etme şansım olmuştu. Onu, nezaketi ve resim tutkusuyla hatırlayacağım.