Ortancalar aldım çarşıdan. Köklerine mürekkep yürümüş mavi ortancalardı. O zaman ortancalarla biz yazarların kurabileceği ilişkiyi bir kez daha düşündüm.
Mürekkep ne işe yarar sorusu da o zaman hasıl oldu.
Yazar Ursula K. Le Guin, ‘Sokrates dillerin yanlış kullanımı ruhta kötülüğe yol açar’ diye aktarmış zamanında.
Hem filozofun hem de Le Guin’in sözünü ettiği elbette dilin kuralları değildi. Tümleç ya da fill nerededir gibisinden dertlerin çok daha ötesini işaret ediyorlardı. Bahsettikleri ne olabilirdi? Hiç kuşkusuz dilin kötülük için kullanılması, bir maske haline getirilmesi, dolayısıyla anlamların savrulup gitmesinden bahsediyorlardı. Dilin yalanla dolanla var edilemeyeceğini söylüyorlardı. Sözcüklerin anlamını talan etmeye başlarsak toplum olarak nasıl da kirlenebileceğimizden söz ediyorlardı. Ve bu kirlilik hiç kuşku yok, ortancaların kökünü saran mavilikten farklı bir kirlilikti. Çeşitlilik değil, alenen kirlilik...
Bunları düşünürken bir arabanın arkasından usulca geçmeye çalışıyordum. Düz bir yolda olmamıza rağmen araba bir anda kaydı ve beni arkadaki arabayla burun buruna getirdi. Elimde ortancalar ‘ne yapıyorsun’dedim. O zaman gözlüklü şoför beni yanına çağırdı. Özür dileyecek herhalde diye düşündüm. Yüzündeki gülümseme böyle bir işaret veriyordu. Ve sonra konuşmaya başladı:
‘Bakın bu arabanın bir özelliği vardır, ileri doğru giderken biraz geriye kayar’ dedi pişmiş kelle gibi sırıtarak. O zaman bir nahoşluk olduğunu sezmeye başladım.
‘Yani?’ diye sordum. Ellerime baktım. Mavi.
‘Yani’ diye gülmeye devam etti. ‘Boş yere abartıyorsunuz.’
Çok kısa bir süre elimdeki mavi ortancalarla bakıştık. Bir yazarsanız sözcüklerin ne anlama gelebileceğini bazen diğerlerine göre çok kısa bazen de şaşırtıcı derecede uzun bir sürede algılarsınız. İnsanların ne dedikleri kadar nasıl dediklerini düşünme sarkacıdır bu. Bazen günler sürebilir. Bazen aylar. Bereket ortancalar bana o gün yardım etti ve adamı çok net anladım. Adam kötüydü. Kötü dilliydi. Kötücüldü. Yine de bir şeyler söylemek istedim. Arkamızdaki kornalar giderek şiddetlenirken:
‘Bence siz bu arabayı değiştirin’ dedim. Ve yoluma devam ettim.
Ancak kornaların sesi ardımda devam ediyordu. Adam milim kıpırdamamıştı ve bunun nedeni ‘ileri giderken ya yine kaydırırsam’ kaygısı değildi.
‘Sen kafanı değiştir! Kafanı!’ diye bağıranın o olduğunu ne yazık ki arkam dönükken bile anladım.
Arabayı kaydıran oydu. Ve mağdur olan yine oydu.
Mavi ortancalara baktım. Mürekkebi düşündüm. Dilin anlamla kurduğu ilişkiyi düşündüm. Çok kısa bir süreydi. Ancak bana asırlar kadar uzun geldiğini ifade etmeliyim.
Mavi ortancalara baktım. Ve nihayet hatırladım. Korna sesleri eşliğinde önümden geçip giden asırlara bakarken dili sürekli olarak bir mağduriyet aracı, bir yalan ve yanlışlar silsilesi olarak kullananlara denilebilecek tek bir söz vardı. Tek bir söz. Endişeyle, keyifle, zamanı aşabilecek tek bir söz. O zaman o tek söze baktım. O özgürlük vaadine. Bütün kötülüklerden arınışa.