Yerel seçimlere yaklaşık 6 ay kaldı. Partileri ve hamleleri konuşmaya başladık. Yavaş yavaş araştırmalar da elimize ulaşıyor. Yerel yönetimler konusunda tecrübeli bir ekibin ilk anketi bazı ilginç tespitler içeriyor. Ankara’da kurulan Mahalli İdareler Araştırma ve Geliştirme Merkezi (MİARGEM) “Genel Seçimlerin Yerel Seçimlere Etkisi” başlıklı araştırma raporunu yayınladı. Araştırma 19-26 Temmuz tarihleri arasında Türkiye genelinde 2012 kişi üzerinde yapılmış.Öncelikle “olası bir milletvekilliği seçiminde kime oy verirsiniz?” sorusu irdelenmiş. Partilerin büyük oranda oylarını koruduğu, Ak Parti (43,7) ve MHP’nin (12,6) oylarındaki küçük artışa karşın HDP (10,5) ve İyi Parti’de (8,6) benzer oranda bir gerileme dikkat çekiyor. CHP ise 22,9.Yerel seçimler tablosuna gelince ilginç bulgular var. Seçmen yerel seçimde oy verirken sırasıyla lidere (93,4) sonra parti görüşüne (90,4) ve ardından belediye başkanı adayına (90,3) bakacağını söylüyor.“Mart 2019 Büyükşehir Belediye Seçimlerinde kime oy verirsiniz?” sorusuna ise geçerli oylar üzerinden AKP %47, CHP %22,5, MHP %12,4, HDP %9,8, İyi Parti %7,3 oranında destek görüyor.Ankete katılanlara “24 Haziran Genel Seçimlerinde olduğu gibi Mart 2019 yerel seçimlerinde de ittifak yapılmalı mı?” sorusu yönetildiğinde %22,4 “Evet” demiş. Bu kısmın %63,8’i “AKP+MHP yapmalı” derken %22,4’ü “CHP+İyi Parti yapmalı” görüşünü paylaşmış.Raporda en çarpıcı tespit Ak Parti ve MHP arasındaki ittifakın etkileri. Öyle ki Ak Parti’nin belediye başkanı adayının beğenilmesi durumunda MHP’li seçmenin %66.2’si, benzer şekilde MHP adayının beğenilmesi durumunda Ak Parti seçmenin %58’i oy verebileceğini belirtiyor.Adayın beğenilmesi durumunda bu yönelimin CHP-HDP ve CHP-İyi Parti arasında da olduğu anlaşılıyor. Zira CHP’li belediye başkanı adayının beğenilmesi durumunda, HDP’li seçmenin %41,8’i, İyi Parti’li seçmenin %52,7’si “oy veririm” diyor. İyi Parti’nin adayının beğenilmesi durumunda CHP seçmeninin %52,8’i oy verebileceğini söylüyor.Bu anketten elde edilen bulgular araştırmaların doğası gereği kısmi bir bakış açısı ortaya koyabilir. Önümüzdeki dönemdeki çalışmalarla test edilmeli. Fakat öyle görülüyor ki yerel seçimler yaklaşırken Ak Parti-MHP ittifakının sürüp sürmeyeceği ve bunun nasıl olabileceği seçimin kaderini etkileyecek.
Son günlerde tartışılan ya da toplumun tartışıldığına inandığı yegane mesele CHP ve İyi Parti’de yaşananlar... Muhakkak ki önemsiz değil. Ancak insanlar 24 Haziran sonrası bu durumdan o kadar bunalmış ki gerçek hayatta yaşadıklarıyla ilinti kurmakta zorlanıyor.Bence tartışmamız gereken asıl şey bu partilerdeki sorunları besleyen unsurlardır.Çünkü demokrasi en basit haliyle yönetenlerin yönetilenlerce hür ve serbest bir seçim yoluyla belirlenmesi sürecidir. Günümüz demokrasilerinde bu sürecin en önemli halkası siyasal partilerdir. Millet-parlamento ve seçmen- milletvekili etkileşiminde hızla genişleme eğilimi olan siyasal partiler tartışmasız yerini almıştır. Burada çok açıktır ki milletin temsilcileri milletin tümü tarafından belirlenmemekte ve bilhassa kimlerin seçileceği bu partilerce hükmolunmaktadır. Yani bir anlamda seçilecek milletvekilleri sadece seçmenlerden değil kendilerini seçmenin huzuruna çıkarak partilerden de vekalet almaktadır.İşte esaslı soru şudur: Partinin verdiği vekalet mi yoksa seçmenlerin verdiği vekalet mi daha önemli ve öncelikli olmaktadır?Burada iki belirleyici öne çıkmaktadır. Paraşütle inilme ölçüsü ve seçim çevresinin büyüklüğü.“Paraşütçülük” ünlü siyaset bilimci Duverger’in geliştirdiği bir kavram. Seçim bölgesinde terlemeden hatta gözükmeden o bölgeden seçilen kişileri ifade ediyor. Bunun bir de aday gösterilirken parti içinde paraşütle indiğini dikkate alırsak adeta “elimizle koymuş gibi vekil olmak” desek yersiz olmaz. Geçmişten bugüne pek çok siyasal parti bu yöntemin bir zımni teamül haline gelmesi sebebiyle liyakatli insanların mezarlığı haline dönüşmektedir. Böyle bir kısırdöngüyü aşabilen siyasetçiler var mıdır? Elbette olmaktadır. Fakat bir ülkenin demokrasisini bu tarz tesellilerle geleceğe taşımak hayli güçtür. Ancak yine de belirtmek gerekir ki genel merkeze tanınan kontenjan ölçüsünde kısmi sayıda ve bilgisine/uzmanlığına geniş çevrelerce inanılan kişilerin özellikle büyükşehirlerde seçmene sunulması istisnai bir durumdur.Bir diğer belirleyici seçim çevresinin, yani seçilecek milletvekilinin ne kadar geniş bir coğrafi parça veya fazla seçmen tarafından belirlendiğidir. Yine Duverger’e göre seçim çevresi genişledikçe partilerin paraşütle aday belirleme yetkisi artmaktadır. Çünkü toprak küçüldükçe ya da seçmen sayısı azaldıkça adayın birebir tanınma beklentisi artmaktadır. Hal böyle olunca adaylar ne kadar paraşütle inerse insin mutlaka seçmenin görüşünü dikkate almak sorumluluğunu artırmaktadır.Dolayısıyla bu sistemi tartışmadan ve değiştirmeden gündemimizi doğru bir mecraya taşımak mümkün değildir.
Trump yönetiminin İçişleri ve Adalet Bakanlarına yönelik “yaptırım” kararı gündemdeki yerini korurken karşı karşıya olduğumuz fotoğrafın bir suçlunun serbest bırakılması talebinin ötesinde gerçeklerle örüldüğünü kavramak gerekiyor.Stratejik ya da taktiksel hatalar yapıldı mı?Evet. Ama Türk-Amerikan ilişkilerinin yöneldiği kriz iklimi, salt ABD ile bir yönetsel uyuşmazlık olarak kabul edilmemeli. Trump yaklaşımının öngörülemezliği, ABD-Rusya ilişkilerinin seyri ve Ortadoğu’da istenen yeni model hem Türkiye’yi belirli bir güzergaha sokmayı hem de diğer belirleyici ülkelere dolaylı etki edebilme hedefini taşıyor. Böyle bakıldığında Atatürk sonrası dönemden, NATO’ya üye olduğumuz tarihe kadar geçen sürede bazı örnek olaylar hatırlanmayı hak ediyor.Hatırlayalım o halde…Ortadoğu coğrafyası özellikle 2.Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD dış politikası için hammadde kaynağı oldu. Hem politika üretimi hem de sınanması, bu topraklara ağır bedeller ödetti. Ancak SSCB’nin dağılmasının ardından dünya kutbunun ABD ile anılması ve 2001 sonrası Putin odaklı Rusya’nın yeniden bu kutbun karşısında konumlanma çabası Türkiye açısından fırsat ve tehditleri beraberinde getirdi.Türkiye her ne kadar ABD tarafında konumlansa da 2.Dünya Savaşına fiilen katılmama yönünde bir duruş gösterdi. Bu duruş belirli bir süre Sovyet tehlikesi karşısında yalnız kalmasına neden oldu. Ta ki ABD-Rusya soğuk savaş dönemi başlayana kadar. ABD bu dönemde Sovyetlerin Ortadoğu’da nüfuz oluşturmasını önlemek için hem Türkiye ile ilişki geliştirdi hem de Sovyet sahasını çevrelemeye çalıştı. Türkiye savaş öncesinde “etkin tarafsızlık” politikası uyguladı. Örneğin 1945’te Boğazların kullanımı hakkında ABD’nin verdiği nota ve Türkiye’nin karşı notası ABD-Sovyetler mücadelesinde denge kurmaya yönelikti. ABD Montre Sözleşmesinin yeniden düzenlenmesini esas alan 4 maddelik bir teklif göndermişti. Genel olarak Türkiye’nin güvenliğini tehlikeye atan maddeler olsa bile Sovyet bloğunun bu öneriyi engelleyeceği ihtimali çok yüksek gözüktüğü için ABD’nin teklifine sıcak bakıldığı izlenimi verildi. Nitekim gelişmeler Türkiye’nin istediği gibi gerçekleşti. Ancak bu kısa döneme rağmen NATO’ya üyeliği getiren iki önemli sebep vardı. Birincisi ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarları ikincisi Türkiye’nin iki kutuplu dünya düzeninde kendisini Batının yanında konumlamasıydı.Şimdilerde ise “Türkiye’nin yeri NATO mu yoksa Avrasya/Şanghay mı?” şeklinde tartışmalar bile yapılıyor. Fakat bu noktada asıl mesele şudur: Günümüz Rusya’sı Türkiye için bir tehdit midir? Eğer bu tehdit sürüyorsa ya da sürmesine dönük zemin güçlüyse Türkiye yeniden “etkin tarafsızlık” modeline dönebilir mi? Yok eğer sürmüyorsa, Rusya tarihi emellerinden vazgeçmiş veya bunu ciddi bir süreç ötelemişse Türkiye NATO’da kalarak Rusya bloğu ile ne ölçüde işlevsel ve kalıcı ilişkiler geliştirebilecektir?Elbette bunlar sadece Türkiye’nin karar ve hamleleriyle sonuca ulaşması güç değerlendirmelerdir. Zira bugün Suriye’de bir bölgede Türkiye-Rusya tam mutabakat görüntüsü verirken, bir başka noktada ABD ile Türkiye’nin görünür işbirliği gündeme gelmektedir. Üstelik İsrail-İran mücadelesinin bir savaşa doğru evrileceği de dikkate alınırsa Türkiye’nin dış politika seçenekleri hayli karışık ve riskli bir hal almaktadır.Bu gerekçelerle ABD’nin bilinçli bir şekilde çekebileceği Türkiye’yi yalnızlaştırma alanına karşı temkinli olmakta fayda vardır.
Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan El Cezire televizyonuna yaptığı açıklamada “Ermenistan ile sınırları kapatan Türkiye. Bizim taraftan sınır her zaman açık” dedi ve ekledi: “Türkiye ile ön koşulsuz olarak dipl omatik ilişkileri kurmaya hazırız…”Paşinyan bununla da kalmadı. Diyor ki “bölgesel sorunların barışçıl araçlar ve müzak ereler yoluyla çözülebilir.”Bu açıklamalar sadece kendi mecrasında irdelenirse kimileri tarafından ciddi ve olumlu bir adım olarak sunulabilir. Ancak bu mesele göründüğü kadar masum ve şeffaf değil.Bakınız olayın bizim açımızdan 3 önemli boyutu var.BİRİNCİSİ Azerbaycan’ın işgal edilmiş topraklarının geleceğidir. Dağlık Karabağ bölgesi 1992 yılında Ermenistan tarafından işgal edilirken yüzlerce masum insan katledilmiş, 1 milyondan fazla insan yerinden/yurdundan (“Kaçkınlar”) edilmiştir. Türkiye 1993’te kapıları kapatmıştır. BM kararları ve sonrasında AGİT Minsk Grubu’nun barış çabalarında rağmen Ermenistan bu kararları sürüncemede bırakmış ve uluslararası hukuku hiçe saymıştır. Hatırlarsanız Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde Türkiye’nin adımları ile ilişkilerde yumuşama olmuş ve “Türkiye sınır kapısını açacak mı?” değerlendirmesi yükselmişti. Sayın Gül, Ermenistan’ı ziyaret eden ilk Cumhurbaşkanı olmuştu. Doğrusu o dönemin koşullarında yanlış bulduğum bu adım Ermeniler için ciddi bir fırsattı. 2009 yılındaki protokolle sınır kapısının açılması bir takvime bağlanmıştı. Fakat kendi parlamentoları reddetmekteyken Türkiye’den TBMM’nin onay vermesini bekleyerek işi çözümsüzlüğe sürüklediler. Dolayısıyla ön koşulsuz bir süreç istemeleri, “işgal ettiğimiz toprakları bu sürecin bir parçası görmek istemiyoruz” düşüncesinin bir yansımasıdır.İKİNCİSİ , bu meselenin tarihsel zemininde Rusya’nın belirleyici konumudur. İşgal öncesi Ermeniler’e en büyük desteği Ruslar vermiştir. Ardından yaşanan diplomasi süreçlerinde de Ermenistan’a yönelik öncelikli tutumlarını korumaya çalışmışlardır. Ermenistan’ın halen Avrasya Ekonomik Birliği’ne üye olması Rusya’nın “öncülük” konumunun bir işareti olarak kabul edilebilir. İşte böyle bir süreçte Rusya nasıl bir çözüm önerecek ya da Türkiye’nin Azerbaycan hassasiyetine karşı ciddi bir adım atılmasına izin verecek midir?İşin ÜÇÜNCÜ boyutu da Ermeni diasporası ve Ermenistan’daki bazı örgütlenmelerin PKK terör örgütü ile tarihsel işbirliğidir. Ermenistan’ın barış karşıtı güçleri terör örgütünün varlığı ile kendi emellerini eşzamanlı olarak yöneltmiş ve Türkiye’nin bu emeller karşısında zayıf düşürülmesinin bir yolu olarak görmüşlerdir. Aynı yaklaşım terör örgütü cephesinde de farklı değildir. Sözde çözüm sürecinin dağılmasından hemen önce, 2015 yılı Ocak ayında teröristbaşı Öcalan, yazdığı bir mektupta “Ermenilere soykırım yapıldığı” iddiasında bulunmuş ve “Kürtlerin özgürlük mücadelesi ile Ermeni halkının eşit yurttaşlar olarak yaşama mücadelesi iç içe geçmiştir” diyerek Kürt ve Ermeni sorunu olarak belirtilen alanda iş birliği içerisinde hareket edilmesi gerektiğini işaret etmişti.Tüm bunlar bir arada değerlendirildiğinde Türkiye’nin Azerbaycan ile belirli bir mutabakata varmadan sürece yönelik adım atması hayli riskli gözükmektedir. Görünen köyün kılavuz istemediğini Ermenistan Dışişleri Bakanı Tigran Balayan’ın şu sözleriyle vurgulamak mümkündür:“Türkiye Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanı, Bakü’yü ziyaret ediyor ve orada olumsuz açıklamalar yapıyor. Şu an itibarıyla Türkiye’nin Ermenistan’la ilişkileri normalleştirmeye hazır olduğunu görmüyoruz”…
Bugün devletin ve bilhassa ekonomi yönetiminin çözüm üretmesi gereken problemlerle karşı karşıya olduğu görülüyor. Bizlere de bireysel ve toplumsal görevler düşüyor.Bu gereklilikle beraber keşfetmemiz ya da yeniden irdelememiz gereken kavramın adı Sosyal Sermaye...Ülkemizde artık bu tür konuları, tartışmaları göremiyoruz!Öyle ki sosyal sermayenin ekonomik büyümeye ve her sektördeki verimlilik artışına olumlu etki yaptığı araştırmalarla kanıtlanmış durumda.Peki nedir bu?Bir ülkenin Sosyal sermayesi 3 unsurdan oluşuyor. Biri toplumsal güven, bir diğeri duyarlı vatandaşlar topluluğu ve üçüncüsü vatandaşların sivil kuruluşlar/örgütlenmeler arasında serbestçe girip dolaşabilmeleri...Yani başka bir deyişle; önce devletin aldığı kararlara/uygulamalara karşı aktif katılımcı olacağız, sadece seçimden seçime oy kullanmak dışında, girişimci, sivil toplum örgütlerine üye olabilen, kısaca daha geniş bir katılım sağlayacağız. Sonra birbirimize karşı daha saygılı, toleranslı ve karşı tarafın da hakları olduğunu düşünerek yaşayacağız. Ve nihayet kendi çıkarlarımızın yanında kamunun da çıkar ve yararını gözeterek hareket edeceğiz...Eminim ki “Bu ülkede nasıl olacak?” diye soranlar çoğunluktadır.Fakat başka bir yolumuz yok. Dünün davranış ve karar alma biçimleriyle yeni dünya düzeninde yükselebilmek mümkün değil.Sosyal sermaye o kadar değerli ki ekonomideki bütünsel etkisinin yanı sıra bölgeler arası ekonomik farklılıkların açıklanmasında da kullanılıyor. Sosyal sermaye kavramının öncülerinden Robert Putnam İtalya’da 20 bölgenin farklılıklarını araştırırken ülkenin kuzeyinde daha gelişmiş bir demokrasi olduğunu ve bunun arkasında sosyal sermaye değerlerinin yattığını tespit etmiş. ABD’den Pipa Norris çeşitli düzeylerde demokrasiye sahip 47 ülkeyi incelemiş ve sosyal sermayesi yüksek ülkelerin daha demokratik ve gelişmiş olduğunu bulmuş. Türkiye bu araştırmada güven düzeyinin en düşük olduğu ülkeler arasında.Aynı şekilde T.İnal Çekiç “Türkiye’de Sosyal Sermeye ve Sivil Toplumun Bölgesel Yapısı” adlı çalışmasında sosyal sermayenin unsurlarından biri olan toplumsal güven duygusunun ülke genelinde çok düşük olduğunu teyit ediyor. “İnsanlara güvenirim” diyenlerin oranı %6,5. Hatta bu oran büyük metropollerde daha da düşüyor.Anlaşılıyor ki sermaye sadece para, makine, bina değil. Belki de onlardan da önemlisi sosyal sermaye. Üzerinde çalışılmaya değer...
Bir kaç gündür Kazakistan’ın Türkistan şehrindeyim. Daha doğrusu Türkistan Bölgesi...Geçtiğimiz ay alınan kararla ülkenin 14 bölgesinden biri olan Güney Kazakistan’ın adı artıkTürkistan...“Ne var bunda?” diyenler olabilir...Yıllarını bu coğrafyaya vermiş birisi olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki gerçekten muazzam bir dönüşüm başlıyor. Çok değil bundan 30 yıl önce bağımsızlığın özlemiyle yoğrulan bu topraklar şimdilerde büyük bir şahlanışa, bir büyük inşa sürecine adım atıyor.Oteller, hastaneler, okullar, yollar ve daha pek çok eksikliklerin kısa sürede tamamlanması planlanıyor. 1998 yılında başkentin Almatı’dan Astana’ya taşınma kararıyla sıfırdan bir şehri ortaya çıkaran Kazakistan için bu bir sürpriz değil. Çünkü modern ve geleneksel mimarisi ile artık dünyanın gözünü çevirdiği bir başkentleri var.İşte Türkistan’da aynı anlayışla bir turizm ve bilim merkezi olmaya aday...Bu vesileyle Türkistan Valisi Canseyit Tuymebayev’i makamında ziyaret ettim. Kendisini Türkiye’den çok iyi tanıyorum. Pek çoğumuz unutmuş olabilir; Türkiye ile Rusya arasındaki uçak krizinin çözülmesinde Cumhurbaşkanı Nazarbayev’in büyük katkısı olmuştu. O dönem Ankara Büyükelçisi olan Tuymebayev, yoğun ve riskli diplomasi trafiğini başarıyla yöneten kişiydi.Vali Tuymebayev Cumhurbaşkanı Nazarbayev’in talimatıyla çalışmalara çoktan başladıklarını ve Türkiye’nin de bu projede büyük rol oynayacağının altını çizdi.Devlet kurumları yıl sonuna kadar Türkistan şehrine taşınıyormuş. Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığının Türkistan’a gelmesi buranın İslam dünyası için önemiyle alakalı. “Mekke’de Muhammed, Türkistan’da Hoca Ahmet” sözü bu önemi çok iyi anlatıyor. Başka önemli uluslarası kuruluşlar da buraya taşınabilirmiş...Ahmet Yesevi’nin türbesi şehrin en yüksek yapıtı konumunda. Valilik onun etrafını tarihsel mirasına uygun bir mimari ile çevrelemeyi planlıyor. Kale surları, sembolik binalar, dev maketler, panolar ile sadece Türkistan değil tüm Türk dünyasının kendisini gösterebileceği alanlar oluşturulmak isteniyor. Bu kapsamda Türkiye’nin de kendisine ait bir cadde yapması beklentiler arasında.Sanırım ilk inşaat havalimanı olacak.Türkiye başta olmak üzere pek çok ülkeden doğrudan uçuşlar başlayacak. Uçak fiyatlarının düşmesi için havalimanı kadar önemlisi hedef ülkelerde tur operatörlerinin hızla konuşlanması. İlk aşamada firmaların da kar oranlarından fedakarlık etmesi kültürel bağların artması için anlamlı olur. Geçen yıl Türkistan’a 1 milyon 100 Binin üzerinde turist gelmiş. Ulaşım ve altyapı sorunlarına rağmen az bir rakam değil.Kısacası şimdiden hazırlıkları yapın. Türkistan sizleri çağırıyor.
Türkiye’de cemaat/cemiyet ilişkisi ve dönüşümü yaşadığımız acı tecrübelerle birlikte salt din merkezli irdelenmekte, sorgulanmaktadır.Günümüzde karşımıza gelen örnekler ve yansıyan hukuksuzluklar öylesine vahimdir ki “tarikat”, “dergah”, “cemaat” kavramına yüklediğimiz anlam haliyle olumsuzdur.İnsanların milli/dini hassasiyetlerini kullanarak gösteriş ve aşırılık içinde yüzenlerin adı ne gerçek bir dergahtır, ne de insanlığın bir yansımasıdır. Orada ne İslam vardır ne de onun değerler sistemi... Orada bireyi robotlaştıran, iradesine ipotek koyan bir servet inşaatı vardır. Bu inşaat bir tür akıl tutulması ile harç olunur.Suç örgütü haline gelmiş böylesi yapıların meşru görünürlük sağlamak için üst kavram ve sembollerimizi kullandığını unutmayalım. Örneğin Adnan Oktar kendisini savunurken “Atatürkçüyüm, milliyetçiyim...” diyor.Peki bu işleri kurgulayanlar neden ilk fırsatta bu iki kavrama sığınıyorlar?Çünkü Atatürk’ün Cumhuriyeti kurarken ve modern bir cemiyeti tasarlarken devraldığı Osmanlı fotoğrafında tarikatlar, cemaatler bir gerçekti. Atatürk çağdaş bir medeniyet ülküsünün adımlarını atıyordu. Milliyetçilik de aynı form ve istikamettedir. Mesela grup haklarına yönelen etnik ayrımcılık milliyetçiliğin düşmanıdır. Gerçek milliyetçilik birey haklarını ve birey özgürlüğünü esas alır. Atatürk’ün 1925 yılında Tekke ve Zaviyelerin kaldırılması kararı ise maalesef bir takım çevrelerce yanlış ve yanlı sunulmaya devam etmektedir. Atatürk’ün aynı süreçte Diyanet İşleri’ni, Türk Tarih Kurumunu, Türk Dil Kurumunu kurduğunu, örneğin Harf İnkılabını gerçekleştirdiği dikkate alınmıyor.Ne diyor Atatürk?“Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen mutabıktır.” İlaveten “Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinimize, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum” sözlerini unutmayalımBu noktada Türkistan coğrafyasındaki en iyi örnek Hoca Ahmet Yesevi’nin yaklaşımıdır. 13. Yüzyılda, Güney Kazakistan’da filizlenen Yesevi düşüncesi, Peygamberimizden o güne taşınan Allah ve insan sevgisinin merkezi konumundadır. Ahmet Yesevi, Yahya Kemal’in ifadesiyle “milliyetimizi borçlu olduğumuz insandır.” Çünkü sadece Kuran ve sünneti yaymakla kalmamış aynı zamanda Türkçe yazıp, söylemiştir. Divan-ı Hikmet adlı eserinde öyle hayata dönük meseleler vardır ki; örneğin emeğin kutsallığı, örneğin kadına saygı gibi...Ve sıkı durun! Bugün Kabe’den sonra Müslümanların en çok ziyaret ettiği yerlerden biri olan Ahmet Yesevi (türbesi) kendisinin yaptığı tahta kepçe/kaşıkları satarak geçimini sağlamıştır. Belki de bazılarının Ahmet Yesevi söz konusu olduğunda burun kıvırması, kulak tıkaması bu yüzdendir.Ancak tüm bunlarla birlikte belirtilmesi gereken önemli bir nokta daha vardır. Bu gerçeğimizi sosyal sistem bakımından irdelemek ve olması gereken mecrasına taşıma sorumluluğu ile onların devlet içerisinde grupsal konumlanmasını temelden önleme zorunluluğu bir arada yürümelidir. Ahlaksızlığın, din adına istismarın ve devlet karşıtı yapılanmaların gün yüzüne çıkarıldığı bu süreç çok iyi değerlendirilmeli ve mutlaka dersler çıkararak ilerlenmelidir.
Brüksel’deki NATO Zirvesinde gündemin ana maddesi üye ülkelerin savunma harcamalarıydı. ABD Başkanı Trump sıkı para politikası uygulamalarıyla birlikte NATO üyelerinin savunma harcamalarını artmasını istiyordu. Almanya ve Fransa başta olmak üzere Avrupa ülkeleri Trump’ın eleştirilerine maruz kalıyordu. Nitekim Avrupa’nın toplam NATO bütçesi içerisindeki payı 242 milyar dolar ile %26 düzeyinde. Geriye kalan 680 milyar dolarlık kısım Kuzey Amerika’da...Burada en çok irdelenen husus savunma harcamasının ilgili ülkenin GSYİH içerisindeki oranı. Türkiye %1.70 ile pek çok Avrupa ülkesinden daha yüksek bir savunma harcamasına sahip. Hatta gazeteci Ian Bremmer son NATO zirvesinde Trump’ın bu konuda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı tebrik ettiğini de ileri sürmüştü. Diğer yandan ABD’nin kendi savunma harcamalarında bizim terör örgütü dediğimiz YPG’ye kaynak ayırması NATO sözleşmesini açıkça ihlal etmesi demek. ABD’nin YPG konusunda bir başka NATO üyesi olan Türkiye’ye yönelik hasmane tutumu gerek ikili ilişkileri gerekse Türkiye’nin güvenliğini ciddi biçimde tehdit etmektedir.Esat-YPG-İran denklemiHaziran ayında Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ve ABD’li mevkidaşı Pompeo arasındaki mutabakat ile YPG’nin Münbiç’ten çekileceği açıklanmıştı. Çekilirken de silahlarını teslim edeceklerdi. Ardından da Münbiç’in yönetimi ortak bir irade ile düzenlenecekti.Geçtiğimiz gün Münbiç’te kurulu yerel milis gücü, varılan bu anlaşma uyarında YPG’li teröristlerin kentten çekildiğini duyurdu. Ancak Türk Dışişlerinden hemen aksi yönde açıklama geldi. “Münbiç’ten bu aşamada PYD/ YPG’nin tamamen çekildiğine dair haberler gerçeği yansıtmamaktadır” denildi. Türkiye bu hassasiyetinde çok haklı... Zira YPG terör örgütünün en etkili şemsiyesi Demokratik Suriye Güçleri (DSG) ve Türkiye ile ilişkili konular söz konusu olduğunda ABD’nin sunduğu bir gerekçe görünümünde. Bu sebeple YPG unsurlarının gerçekten çekilip çekilmediklerini sahada birebir gözlemek ve tespit etmek hayati bir önem taşımaktadır. Burada başka önemli bir nokta Münbiç’ten çekilme anlaşması gündeme geldikten sonsa YPG ile Esat rejimi arasında hızlanan ilişkiler... PYD eski eş başkanı Salih Müslim hemen Alman basınına demeç vererek “Menfaatlerimiz neredeyse onunla yürürüz. Menfaatimiz Esat’la ise onunla yürürüz” demişti. DSG sözcüsü de “Esat’la müzakereye hazır olduklarını” söylemişti. Çok geçmeden enerji üretiminin önemli merkezlerinden, Tabka ve Tirşin barajının kontrolü Rejime devredildi. YPG’de kontrol ettiği alanlarda buradan enerji alacak. Terör örgütü şuan ülke topraklarının %25’nden fazlasını kontrol ediyor. Enerji kaynakları üzerindeki hakimiyeti ise daha kapsayıcı. Haseke’de olduğu gibi diğer petrol sahalarında da Esat’la göreli bir anlaşmaya varılması imkan dahilinde. Geçtiğimiz gün bir araya gelen Trump-Putin görüşmesinde Putin’in “İsrail’in hassasiyetlerini anlıyoruz” şeklindeki açıklaması bölgedeki Türkiye karşıtı yönelimlerin hala güncelliğini koruduğunu gösteren gelişmeler. Suriyeli gazeteci Abdul Rahim Said iddiaları bir adım ileriye götürerek YPG-Esat arasındaki yakınlaşmanın özellikle Türkiye’nin Kandil operasyonlarıyla birlikte PKK-İran arasında da bir takım etkileşimlere yol açabileceğini de ifade ediyor.O halde Türkiye bir yandan bu denklemin lehine çözümlenmesi için Afrin ve İdlib kartını elinde tutmalı, bir yandan da YPG’nin diğer yüzü olan PKK terör örgütüne yönelik operasyonlarından geri adım atmamalıdır.