24 Nisan yaklaşırken her yıl olduğu gibi “ABD Başkanı o kelimeyi kullanacak mı, kullanmayacak mı” diye bekleşiyoruz. Bazıları korkulan şeyin bu yıl başımıza gelebileceğini düşünüyorlar. Çünkü Ankara’nın Washington’la arası -nedendir bilinmez- bu sıralarda hiç iyi görünmüyor. Avrupa ile yıldızımız zaten hiç barışmıyor. AK Parti iktidarının ilk döneminde yaşanan kısa süreli balayından sonra ilişkiler giderek kötüleşti. Şimdi neredeyse sıfır noktasında... Gerçi Türkiye’nin Batı dünyası ile ilişkileri bugün şimdiye kadarki en kötü seviyesinde diyemeyiz ama 13 yıllık AK Parti iktidarı süresince görülen en düşük ilişki seviyesi bu galiba. Geçenlerde de yazdım, uluslararası Ermeni hareketinin yıllardır hazırlandığı 1915’in yüzüncü yıldönümünü biz çok iyi şartlarda karşılayamadık.
Ayrıca, benim bildiğim veya gördüğüm kadarıyla, ne devlet kurumları ne de sivil toplum hiç değilse yüzüncü yılda kendi tezimizi dünyaya anlatabilmek yolunda bir şeyler yapalım diye bir gayret içine girmedi. Çünkü epeydir kendi içimize dönük yaşıyoruz. İç siyasette elde edilen başarılar her şeyden daha değerli görüldüğü için zor işlerle uğraşmaya yeltenmiyoruz.
Ankara’nın gün gelip yeniden batılı dostlarıyla arasının düzelmesi ve “ne olursa olsun küstürülmemesi gereken bir dost” olarak görülmesi halinde konunun uluslararası ilişkiler boyutu halledilebilir. Fakat yine de söz konusu iddiaların tarihi gerçeklere uygunluğunun tartışılıp adil ve objektif bir değerlendirme yapılabilmesi yolunda çaba göstermekten geri duramayız. Çünkü bu aynı zamanda bizim kimliğimiz ve kişiliğimizle ilgili bir konu. Özellikle de yeni yetişen kuşakların kendi aidiyetlerine karşı problemli bir ilişki geliştirmelerine yol açacak bir kafa karışıklığına meydan vermemek gerekiyor.
Gençlerimiz şunları öğrensinler: 1915 olayları aslında 1914’te başladı. Osmanlı Devleti’nin Cihan Harbi’ne girmesi üzerine içerideki Ermeni siyasi hareketi Rus ordusunun Anadolu’yu işgal edip kendilerine toprak vereceği beklentisine yönelik bir hesapla hareket etmeye başladı. Ermeniler her tarafta silahlanmaya başladılar. Osmanlı vatandaşı gençler askere gitmedi veya gidenler kaçıp Rus ordusu bünyesinde kurulan Gönüllü Ermeni Tugaylarına katıldılar. İçeride de kanlı isyanlar başlatıldı. Van, Bitlis, Erzurum gibi illerde önce korunmasız Müslüman nüfus tamamen kılıçtan geçiriliyor; Rus Ordusu daha sonra gelip şehri Ermenilerden teslim alıyordu. Ermenilerin “İntikam Tugayları” diye adlandırdığı birlikler özellikle Sarıkamış Harekâtı esnasında Osmanlı ordusuna ciddi ölçüde darbe vurdu.
Bunun üzerine Rus cephesinin gerisinde kalan Ermeni nüfusun tehcir edilmesine karar verildi. Tehcir sırasında on binlerce Ermeni yurttaşımızın bölgedeki başıboş çetelerin ve intikam peşindeki bazı aşiretlerin saldırıları sonucu hayatını kaybettiği bir gerçektir. O günlerde ordu bütün insan gücüyle cephelerde bulunduğundan Tehcir esnasında yaşanan facialar göç kafilelerine nezaret etmesi gereken askeri birliklerin yetersizliğinden kaynaklanmıştır. Ermenilere yönelik kıyımların özellikle Van ve Bitlis gibi doğu vilayetlerinde Taşnak çetelerinin gerçekleştirdiği katliamların intikamını almak isteyen bazı kontrol dışı aşiret unsurlarının işi olduğu bellidir.
Arşiv belgeleri gösteriyor ki tehcir sırasında sivil Ermenileri çetelerden korumak üzere alınması gereken tedbirler konusunda yerel makamlarla başkent arasında bir hayli yazışmanın yanı sıra vuku bulan kıyımlarda ihmali olduğundan dolayı yargılanıp ceza alan binlerce yönetici ve subay var. Demek ki Ermenilere yönelik bir etnik temizlik niyeti yok. Devletin planladığı bir kıyım yok, ama önleyemediği kıyımlar var. Sadece bundan dolayı dönemin hükümeti eleştirilebilir, suçlanabilir. Ama olup bitenleri soykırım diye nitelemek hukuk cinayeti olur.
Bu gerçekleri dünyaya anlatmakta güçlük çekiyor olabiliriz. Ama hiç değilse kendi çocuklarımıza anlatalım.