Terör eylemleri, adı üstünde, toplumu -veya belirli toplum kesimlerini- dehşete düşürmek için yapılan eylemlerdir. Bunu unutmayalım bir defa. İkincisi, bir siyasi amaca yönelik olarak yapılır terör eylemleri. Adamın birinin kafası atınca yaptığı şeye terör eylemi denmez. Amaçsız terör olmaz yani.
Bir de şu var: Terör eylemlerinin “başarı”ya ulaşması büyük ölçüde medya sayesinde mümkün. Çünkü bir olayın toplumu dehşete düşürmesi için öncelikle toplumun bundan haberdar olması gerekir. Bunun için de kitle iletişim araçlarına ihtiyaç var. Demek ki bu noktada medyaya bir sorumluluk düşüyor. Terör örgütlerinin ekmeğine yağ sürüp sürmemek bizim elimizde. Bu örgütlerin toplumu dehşete düşürmek amacıyla gerçekleştirdikleri eylemleri topluma duyururken nasıl bir yol izlemeliyiz?
Burada basın özgürlüğü ne yana düşüyor, teröre alet olmama hassasiyeti ne yana? Bu sadece bizim ülkemize has bir tartışma konusu değil. Neredeyse bütün dünyada, en azından özgür basının mevcut olduğu her yerde meslektaşlarımız bu ikilemi yaşıyor. Kimi basın özgürlüğünden yana koyuyor ağırlığını, kimi de terör örgütlerinin amacına hizmet etmekten kaçınmaya öncelik verilmesini savunuyor.
Ama her iki görüş de bir noktada buluşuyorlar sonuçta: Halkın haber alma hakkını zedelemeksizin terör örgütlerinin amaçlarına alet olmayacak bir habercilik yapmakta. Bunun için otosansür dediğimiz kurum giriyor devreye. Bizde derhal bir tür alerji oluşturan bu kavram, paradoks gibi görünebilir ama, en çok gelişmiş demokrasilerde revaç buluyor.
Mesela ABD medyası yüzyılın en büyük terör eylemi olan ikiz kuleler saldırısında bile “toplumu dehşete düşürebilecek” nitelikteki görüntüleri yayınlamadı. Üstelik bunu hükümetin talebiyle değil, kendi arzusuyla yaptı. Gerçi kimi zaman hükümetin de medyayı bu tür konularda uyarıp “rica”larda bulunduğunu biliyoruz ama ABD’de medya kurumları “terör eylemlerinin amacına ulaşması”na alet olmamak konusunda kendiliğinden bir hassasiyet taşıyorlar.
Bizdeyse durum farklı. Çağlayan Adliyesi baskınında bunu tekrar çok net gördük. Birçok gazete teröristlerin çekip dağıttıkları ve şehit savcıyı alnına silah dayanmış halde gösteren propaganda fotoğraflarını -üstelik birinci sayfalarında- yayınlamaktan geri durmadı. Yani ABD medyasının asla yapmayacağı türden bir yanlışa düşünmeden imza attı bizim meslektaşlarımız. Bilerek veya bilmeyerek...
Terörist bir eylemin yol açtığı trajediden doğrudan veya dolaylı olarak devletin kimi politikalarını sorumlu tutan yorumlar ise teröre en fazla ihtiyaç duyduğu şeyi bahşediyorlar: haklılık payesi... Oysa insanlığı terörün şerrinden koruyabilmenin tek yolu var: Masum insanları öldürmenin hiçbir haklı gerekçesi olamayacağını bir kırmızı çizgi olarak benimsemek ve bundan asla taviz vermemek.
Peki devletin veya hükümetin yanlışlarını eleştirmeyecek miyiz? Elbette eleştireceğiz ama bunu bir terör eylemi bağlamında yapmayacağız. Aksi halde terörü mazur göstermek gibi affedilemez bir hata yapmış oluruz.
Hükümet demişken, tam bu noktada şunu da söylemem gerekiyor: Yaptıkları fahiş yanlışla terörün amacına hizmet eder duruma düşen basın organlarını eleştirmek veya kınamak siyasi iktidarın hakkı, hatta görevi. Ama bu gazetelerin muhabirlerini şehit savcının cenaze merasimine almamak da bir başka büyük yanlış oldu... En başta böyle bir cezalandırmada bulunmaya hükümetin hakkı yok. Zaten buna gerek de yok. Bana sorarsanız konunun yargıya taşınmasına bile gerek yok. Toplumun göstereceği tepki yeter. Nitekim dilenen özürler, atılan geri adımlar toplumun tepkisi sayesinde mümkün oldu.
Diğer yandan, özellikle uluslararası sahnede yumuşak karnımız olan basın özgürlüğü konusunda başımızı ağrıtacak yeni gündemler yaratmamaya da dikkat etmek lazım. Üstüne üstlük haklı olduğu bir konuda yanlış tepki verip haksız konuma düşmek siyasi iktidarın arzu edebileceği son şey olmalıdır. Öfkeyle kalkan zararla oturur.