Zeki Velidi Togan adını duymuşsunuzdur. “Umumi Türk tarihi” sahasının en büyük otoritelerinden biridir Togan. Aynı zamanda İdil-Ural bölgesi başta olmak üzere Türkistan coğrafyasında iz bırakmış siyasi bir figür. 1917’den sonra sosyalizm kisvesine bürünmüş olan Rus emperyalizmine karşı Türkistan’da yürüttüğü mücadele başarısızlıkla sonuçlanınca akademik kariyerini sürdürmek üzere Avrupa üniversitelerinden teklifler almış, ancak Köprülü, Akçura gibi isimlerin ısrarları üzerine Türkiye’yi tercih etmişti .
Togan başlangıçta Türkiye’de el üstünde tutuldu. Çünkü yeni rejim Türk tarihinin Osmanlı ve Selçuklu asırlarını paranteze alarak Orta Asya dönemini öne çıkarmak istediği için bu sahanın en büyük uzmanlarından biri olan, üstelik Türkçülük fikriyatının önderlerinden sayılan Togan bulunmaz nimetti. Nitekim kısa zamanda akademik yetkinliğiyle yönetici elitin sevgi ve saygısını kazandı ünlü tarihçi. Atatürk’ün meşhur sofrasının müdavimlerinden oldu .
Ama bir gün aniden bu dostluk bozuluverdi. Atatürk’ün benimsediği “Türk Tarih Tezi” eski dostları birbirinden ayırmıştı. İşin aslı şu: Atatürk ve arkadaşları yeni kurulan laik ulus devletin kültürel temellerini atarken Türk tarihinin İslami dönemini görmezden gelerek Türk kimliğini Batı kültürüne bağlamak istiyorlardı. Bunun için Avrupa medeniyetinin göçler sonucu Orta Asya’dan gelen insanlar tarafından oluşturulduğu tezine dayanan bir tarih anlatısı üretildi. Buna göre Türkler medeniyetin merkezi olan Orta Asya’dan dünyanın dört bir yanına dağılarak Mısır, Anadolu, Mezopotamya, İnka, Aztek ve nihayet Yunan ve Avrupa medeniyetlerini kurmuşlardı. Dolayısıyla Anadolu’daki Yunanî medeniyet bizim medeniyetimizdi aslında. Keza Etrüsklere dayanan Latin kültürü de yabancımız değildi. Böylece antik Yunan ve Latin kültürüne dönüşü öngören Aydınlanmacı-Hümanist felsefe “Türkleştirilmiş” oluyordu. (Bu arada Etiler ve Sümerler de bizim atalarımızdı. Etibank ve Sümerbank isimleri bu dönemin hatıralarıdır.)
Ne var ki Togan bilimsel gerçeklere uymayan bu anlatıyı kabul etmedi. Bunun üzerine derhal “hain” ilan edildi. Sadece hain değil, aynı zamanda “cahil” de ilan edildi. 1932’de toplanan Türk Tarih Kongresinde “Saray’ın tezi”ni ifade eden bir tebliğ sunan Tıbbiye kökenli bir milletvekili bu teze karşı çıkan Orta Asya Türk tarihinin en büyük uzmanının “cahil” olduğunu ilan etti. “Saray tarihçisi” Afet İnan da benzer şeyler söyledi. Çünkü Atatürk’ün kabul ettiği tarih tezinin bilimsel olmadığını söylemeye cüret etmişti bu adam!
Çok geçmeden basında da Togan aleyhine bir linç kampanyası başladı. Gazetelerde yazılar yazıldı, radyoda konuşmalar yapıldı; dünyanın en önemli Türkiyat bilginlerinden birinin aslında cahilin biri olduğu anlatıldı .
Nihayet ünlü tarihçi Türkiye’yi terketmeye mecbur kaldı.
Togan’ın uğradığı muameleyi protesto eden Atsız, Boratav gibi genç aydınlar da bu yaptıklarının bedelini ödediler. Sürgünle, işsizlikle ve gizli polis takibiyle tanıştılar. “Türk ve Tatar Tarihi” yazarını -üstelik Türk Tarih Kongresinde- cahil ilan eden tıp doktoru ise bu olaydan birkaç ay sonra milli eğitim bakanı oldu!
Bu hikayenin üzerinde durulması gereken tarafı bence Zeki Velidi Togan’ın her ne olursa olsun doğru bildiğini söyleme ve ilmin haysiyetine sahip çıkma tavrı değil. Bu zaten olması gereken şey. B ir devlet başkanına neyin doğru olduğunu söylemekle yükümlü kişilerin asli görevlerini ifa etmek yerine karşılarındaki insanın beşeri zaafından istifade etmek gayesiyle onun hoşuna gidecek şeyleri söyleyebilmeleri -ve kendisine devlet denen bir yapının buna müsaade etmesi- asıl üzerinde kafa yorulması icap eden nokta.