Gerçeklere dokunmayıp etrafından dolaşmanın en kolay yolu hamaset... Önceki gün minik bir cesedin fotoğrafı görüntülenme rekoru kırdı. Sosyal medyada herkes Suriyeli çocuğun sahile vuran cesedinin fotoğrafını paylaşıp altına kendi yorumunu yazdı. Ne de olsa insanız... Peki, “insanım” diyen hiç kimsenin bigâne kalamayacağı o fotoğraf bunca şok edici etkisiyle insanlık âlemini harekete geçirip Suriye meselesinin çözülmesi yolunda bir ümit ışığı olabilir mi? Zor. Çünkü hemen herkes bu konuda kendi benimsediği görüşün veya siyasi pozisyonun haklılığını çıkardı o fotoğraftan. Yani o fotoğraf bizi rahatsız etmedi, aksine her birimizi ayrı ayrı rahatlattı. Çünkü “haklıymışız” dedirtti.
Oysa Suriye’de yaşanan büyük facia artık taraflardan hangisinin haklı olduğu tartışmasını bile çoktan önemsizleştiren bir boyutta bugün. Bununla birlikte bu boyutta bir hadisede şu ya da bu şekilde rol almış olan aktörlerin hiç birinin bütünüyle haklı veya bütünüyle haksız olması da söz konusu olamaz.
Ne dediğimi açıklamak için bir hatırlatma yapayım: dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu Suriye krizinin daha ilk günlerinde Ortadoğu’da mezhep ayrımına dayalı bir yeni soğuk savaş düzeni oluşturulmak istendiğine dikkat çekerek “buna izin vermeyiz, bunun parçası olmayız” demişti. Benzer ifadeleri o günkü başbakanın, yani Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından da işitmiştik. Keza Erdoğan daha Suriye krizinin ilk günlerinde Dışişleri Bakanını Esed’e göndermiş, ancak Bakan Davutoğlu saatler süren görüşme sonunda Suriye liderini siyasi reformlara girişerek ülkedeki karışıklığı önleme yolunda adım atmaya ikna edememişti. Bunun yerine silahlı çözümü tercih etmişti Esed. Akılsızlığından bu tercihi yapmış değildi muhtemelen; diğer seçeneğin artık çare olmayacağını gördüğü için bu yola girmişti. Çünkü Suriye istihbaratı Suudi Arabistan ve Katar tarafından desteklenen silahlı selefi grupların faaliyete geçtiğini haber almıştı. Libya modeli işliyordu.
Oysa halkın büyük çoğunluğu Libya modelini değil, Tunus ve Mısır’da başarıya ulaşan Arap Baharı modelinde bir değişimi arzu ediyordu. Hatta siyasi reformlar devam etse buna da gerek kalmayabilecekti. Ancak Körfez ülkelerinin amacı Ortadoğu’nun demokratikleşmesi olmadığından Suriye’de siyasi reformların yapılması onları tatmin etmeyecekti. Neticede Esed rejimi masum göstericilerin üstüne ateş yağdırarak iç savaşı resmen başlattı. Türkiye önce işin dışında kalmaya çabaladı. Ama dışarıdan gelen tazyikler o dereceye ulaştı ki Esed rejimine karışı adı konmamış da olsa bir savaşın içinde buldu kendini.
Bu güçlü tazyiklerin başarıya ulaşmasını sağlayan iki iç faktör vardı: İlki Libya sendromu. Yani işin dışında kalındığı takdirde daha sonra kurulacak masada oturma şansının kaybolacağı korkusu. En uzun sınırımızı paylaştığımız bir ülke için bunu göze almak zordu. İkincisi, Suriye’deki sosyal ve siyasal yapıyı yeterince analiz edemeyen bazı devlet kurumlarının yaptığı hayali kurgular... Suriye’deki Kürt nüfusunun varlığından bile habersiz kadroların yaptığı siyasi planlamalar... Suriye rejiminin küçük bir dinî azınlığa dayandığı için bir halk ayaklanması karşısında kolayca devrilebileceğini düşünen o analistlerimiz haklı çıksaydılar bu savaş bu kadar uzamayacaktı. Ama “pis bir gerçek güzelim teoriyi mahvetti”...
Sonuç olarak Türkiye yanı başındaki yangına isteyerek değil, mecbur kaldığı için karıştı. Şimdi bu gerçeği gizleyerek meseleyi hamaset konusu yapmaya devam edersek bu badireden bir çıkış yolu bulamayız.