Henüz üzerinden üç ay bile geçmedi... PKK’lıların sözüm ona Kobani’de yaşananlara dikkat çekmek amacıyla gerçekleştirdiği eylemler sırasında birçok masum insan vahşice katledildi. Okullar yakıldı, dükkânlar yağmalandı, hastanelere saldırıldı, ambülanslar tahrip edildi... Kundaklanan binalar arasında Kuran kursları, çocuk yuvaları ve Kızılay kan merkezleri de vardı. Doğal olarak bu olaylar çözüm sürecinin akıbetine dair endişeleri artırdı. Yine de çoğu uzman bu yaşananların iç ve dış konjonktürden kaynaklandığını düşünüyor ve 6-7 Ekim vahşetinin tekrarlanmayacağını ümit ediyorlardı. Nitekim taraftarlarını sokaklara çağırarak bu olayların başlamasına sebep olan HDP yöneticileri de toplumda oluşan tepkiler üzerine geri adım atmışlar ve benzeri olayların tekrarlanmayacağı yönünde açıklamalar yapmışlardı.
Oysa şimdi Cizre’de meydana gelen hadiseler HDP yöneticilerinin verdikleri sözü tutmaya niyetli olmadıklarını gösteriyor. Çünkü sözlerini tutmaları ellerindeki en güçlü silahtan vazgeçmeleri anlamına geliyor. Aslında “isteseler bile taahhütlerini yerine getirmeye güçleri yeter mi” diye de sormak gerekiyor belki. Zira 6-7 Ekim ve benzeri olayları sadece konjonktüre bağlı olarak değerlendirmek yanlış olur. Bu tür kitlesel taşkınlıklar konjonktürel olduğu kadar yapısal sebeplere bağlı olarak da su yüzüne çıkıyor çünkü.
Problem şu ki PKK’lılar bölgede kendilerinden başkasına hayat hakkı tanımak istemiyorlar. Bu onların ideolojik kırmızıçizgisi... Daha da önemlisi, örgütün kitlesi ve özellikle PKK ideolojisiyle yetişen genç kuşak kendileri dışındakilere karşı öfke ve nefret dolu. Çünkü örgütün yönetim kademesi hem örgütün meşruiyetini sağlamak hem de kitleyi konsolide etmek için ağır bir propaganda yürütüyor yıllardır: Kürtlere karşı baskı ve sindirme politikaları uygulanıyor... Kürtler Kürt oldukları için eziyet çekiyorlar... Kürt olmayan herkes Kürt düşmanı... PKK’lı olmayan herkes hain... vs. vs... Bu propagandanın etkisi altındaki cahil insanlar öfke ve nefret duydukları kişilerin kanını dökmekte bir sakınca görmüyorlar. Bilakis yaptıklarının “haklı” gerekçeleri olduğuna inanıyorlar. Fanatizm zaten bu...
Eric Hoffer’in “Kesin İnançlılar” isimli eserinde kitle hareketleri içinde yer alan kişilerin ortak karakteristiği hakkında çarpıcı tespitler vardır. “Dünyadaki bütün kötülükler, birilerinin başkalarının iyiliği için hareket etme hakkını kendilerinde görmesiyle başlar” diyen Hoffer’e göre kesin inançlı kişi kendi görüşünün mutlak doğru olduğunu, tartışılamaz olduğunu ve hatta başkalarına zorla kabul ettirilmesi gerektiğine inanır.
Çevrenize şöyle bir bakarsanız bu tarif edilene benzer çok insanla karşılaşırsınız. Bazısı bir partinin, bazısı bir cemaatin, bazısı da etnik bir hareketin mensubu olarak “mutlak hakikat”in sahibi edasıyla kendisinden farklı düşünenlere yok edilmesi gereken bir düşman gözüyle bakabilmektedir. Gerek 6-7 Ekim’de gözünü kırpmadan cinayetler işleyenler, gerekse şimdi Cizre’de aynı oyunun icrasında rol alanlar işte bu psikoloji içindeler.
Peki, örgüt yönetimi, parti eş başkanları vesaire Çözüm Sürecinin tehlikeye girmesinden endişe etmiyorlar mı? Hayır, etmiyorlar. Kürt Siyasi Hareketi içinde Çözüm Sürecine samimiyetle destek veren tek figür Öcalan. O da ileride bir gün cezaevinden kurtulma ümidiyle... Dolayısıyla PKK’lılar Cizre’de bir taşla iki kuş vurmayı da hesap etmiş olabilirler. Yani hem örgütün otoritesini kabul etmeye bir türlü yanaşmayan dindar Kürt gruplarının sindirilmesi hem de örgütün varlık sebebini ortadan kaldıracak Çözüm Sürecinin durdurulması... Tam da Kandil’in -İmralı’nın çağrısıyla- Türkiye sınırları içinde silahlı eylemlerini sonlandırılacağını açıklaması beklenirken Cizre olaylarının patlaması bunu düşündürüyor.
PKK’nın “kesin inançlı” kitlesi öfkesiyle, nefretiyle, ümitsizliğiyle ve çaresizliğiyle bu işlerde maşa olarak kullanılmaya çok müsait ne de olsa...
Öte yandan, “başarılı bir liderin en önemli işlerinden biri, taraftarlarında muhteşem bir görev yaptıkları hayalini yaratmak suretiyle ölmenin ve öldürmenin acı gerçeğini perdelemektir” diyor Hoffer adı geçen kitabında.