Biliyorsunuz, yıllardır süren bir tarih tartışması var Lozan Anlaşması hakkında. Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasının ardından Birinci Dünya Savaşı’nın galipleriyle oturduğumuz masada imzalamış olduğumuz anlaşma “resmî tarih”e göre zaferdir. “Resmî gayriresmî tarih”e göre ise hezimettir. Çünkü boş yere tavizler verilmiştir, alınabilecekler alınamamıştır vs.
Ben bu tartışmanın saçma olduğunu düşünüyorum ama şimdi bu görüşümün gerekçelerini anlatmayacağım. Çünkü niyetim bir başka Lozan anlaşmasından bahsetmek. İran ile “5+1 ülkeleri” (ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya ve Almanya) arasında İsviçre’nin Lozan kentinde gerçekleştirilen müzakereler sonucunda varılan anlaşmadan. Taraflar tartışma konusu olan nükleer programın akıbeti konusunda uzlaşmakla kalmadılar; aynı zamanda İran’ın yeniden uluslararası cemiyete dönüşünün yollarını da açmış oldular.
İran’la Batı dünyası arasındaki gerilimin son bulması uluslararası sahnede birçok ciddi değişimi beraberinde getirebilecek bir adım. Muhtemel ve müstakbel değişmeler Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. Ne var ki Türkiye o kadar kendi iç gündemine kilitlenmiş durumda ki bu tarihî gelişmeye ilgi gösteren olmadı neredeyse. Lozan’da çerçeve anlaşmasının imzalandığı günün ertesinde yayınlanan Avrupa gazetelerinin en önemli gündemi bu haberdi. Türk gazeteleri ise İran’ın Lozan Anlaşması haberini ilk sayfalarında ya hiç görmemiş ya da pul gibi küçük anonslarla vermişlerdi. Görebildiğim kadarıyla, sadece Vatan ve Habertürk bunun istisnasını oluşturuyor. (Kendi gazetem diye söylemiyorum, haberi ilk sayfasında en geniş kullanan gazete Vatan’dı.)
Tam da bu noktada Türk basınının kalite sorunu kendini gösteriyor. Bir önceki gün şehit savcımızın teröristler tarafından propaganda amacıyla çekilip dağıtılan fotoğrafı konusunda sergilenen problemli tavır bu defa bir başka biçimde tezahür ediyor. Bu seferki belki daha zararsız gibi görünebilir ama bana sorarsanız kendi mesleğimiz açısından çok daha sıkıntılı bir durum bu. Hem basınımız için, hem de toplumumuz için… Çünkü, düşünsenize, bütün dünyanın oturup kalkıp takip ettiği bir gelişme bizim ilgimizi bile çekmiyor. Üstelik söz konusu gelişmenin belki doğrudan etkileyeceği birkaç ülkeden biri olmamıza rağmen…
Kendimize batırdığımız çuvaldızın ardından asıl konuya devam edelim: “İran’ın Lozan Anlaşması”ndan sonra özellikle bu bölgede hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Özellikle İran’la olan jeopolitik temelli rekabetlerini “Atlantikçi Blok” içinde yer almanın avantajlarıyla sürdürmekte olan Suudi Arabistan, Mısır ve İsrail gibi bazı ülkeler için zor günler başlıyor. Peki, bu denklem içinde Türkiye’nin payına ne düşecek. Bazı yorumcular İran’ın devreye girmesiyle Türkiye’nin batı dünyası nezdindeki öneminin azalabileceği uyarısında bulunuyorlar. Bu gerçekçi bir öngörü mü?
Bana sorarsanız, ABD’nin İran’la uzlaşması Türkiye’nin önemini, yani bölgesel gelişmelerde rol oynayabilme yeteneğini azaltmaz. Ankara ancak bölgedeki mezhep ve etnik kimlik ayrışmasına dayalı bloklaşmaların dışında kalamazsa sıradanlaşır ve önemi azalır. Açık konuşalım, İran Şii bloğunun doğal lideri. Türkiye ise kendi Sünni nüfusu itibarıyla ne Şii Bloğu içinde yer alabilir ne de Suudi ve Mısır gibi Sünni Arapların liderliğine oynama imkânına sahip. Öyleyse Ankara’nın bölgedeki etkinliğini artırması mezhep ve etnik kimlik ayrışmasına dayalı bloklaşmaların güçlenmesiyle ters orantılı işleyen bir süreç olmak durumunda.
Diğer yandan, söz konuşu anlaşmanın getirileri kadar götürüleri de var. İran’ın bazı büyük iddialarından vaz geçmesini gerektiren bir süreç başlıyor bu imzayla birlikte. Dolayısıyla Tahran sokaklarında gerçekleşen sevinç gösterilerinin alternatifleri de bir yerde hazırlanıyor olabilir.
Yani, bundan sonra İranlılar tartışacak, “Lozan zafer mi hezimet mi” diye...