Kendilerine IŞİD adını veren vahşiler bir kere daha bütün dünyanın gözleri önünde kan donduran bir cinayete imza attılar. Ürdünlü pilotun diri diri yakıldığını gösteren video görüntüleri bütün dünyada bir kere daha “bunlarla nasıl mücadele edilebilir” sorusunu gündeme getirdi. Biliyorsunuz, bu örgüt ilk defa Irak’ta birdenbire herkesi şaşırtan askeri başarılarıyla kendisini gösterdiğinde batılı bazı güçler buna karşı göstermelik olmanın ötesine geçemeyen bir askeri harekât başlattılar. Türkiye ise oluşturulan askeri koalisyonun içinde yer almadığı için eleştirildi. Hatta IŞİD’e destek vermekle suçlandı.
Oysa Türkiye’nin askeri koalisyonunu dışında kalmayı tercih etmesinin çok haklı gerekçeleri vardı. O tarihte kanlı terör örgütünün elinde konsolosluk görevlilerimizin rehin bulunuyor olması tek gerekçe değildi. Öncelikle bu örgütü var kılan sosyolojik ve politik şartları görmezden gelerek ve bunları değiştirmek üzere hiçbir çaba sarf etmeden böylesi bir mücadelenin başarı şansı olamazdı. Bütün dünyayı dehşete düşüren eylemleriyle İslam değerlerini de ters yüz ederek batıdaki islamofobiyi besleyen zihniyetin başlıca iki dayanağı vardı. İlki batılı sömürgecilerin bölge ülkelerine yönelik saldırıları ve Irak gibi ülkelerde yaşanan fiili işgallerin doğurduğu sosyal tepkiler. Irak’taki Amerikan işgali sırasında hayatını kaybeden sivillerin sayısı en az 1 milyon. Bu topraklarda yetişen genç nesillerin batıya dost olmasını beklemek saçma olur. İşgal acısını tatsın veya tatmasın, benzer siyasi şartlar ve dolayısıyla benzer toplumsal psikoloji bölge ülkelerinin çoğunda var. Bilhassa son yıllarda korkunç bir iç savaşın kurbanı olan Suriye’de.
Bunlar bir yana Ortadoğu’da bir de “İsrail faktörü” mevcut. Siyonist rejimin Filistinlilere yönelik bitmek bilmez zulümleri hem bütün Araplara hem de bütün Müslümanlara yönelik bir aşağılama olarak algılanıyor bölgede. İsrail ne yaparsa yapsın başta ABD olmak üzere batılı güçlerin destek vermekten geri durmayışları da Arap dünyasının gençlerinde büyük bir çaresizlik ve ümitsizlik doğuruyor. Böylesi bir psikolojinin radikalizmi besleyeceğini düşünmek için ise ne siyaset bilimci ne de sosyal psikolog olmaya gerek var.
Burası madalyonun bir yüzü. Madalyonun öbür yüzünde ise IŞİD ve benzeri radikal örgütlerin ideolojik beslenme kaynakları var. Akıl yerine nakli esas alan, şekilci bir din yorumundan söz ediyoruz. Bugün İslam dünyasının neredeyse tamamında dini hayata yön veren ve insanların dini anlayışlarını belirleyen din adamları ilahiyat eğitimlerini Selefi İslam anlayışına dayanan merkezlerden alıyorlar. İslam dünyasında “en muteber” ilahiyat eğitimi veren okullar Suudilerin Medine İslam Üniversitesi, Mısır’da Ezher, Pakistan’da İslamabad İslam Üniversitesi. Bu okulların mezun ettiği kişiler adeta İslam coğrafyasının kolektif din otoritesini oluşturuyor. Bu dairenin dışında kalan az sayıda Müslüman ülke var. Türkiye bunların başında. Hatta Diyanet’in İstanbul’da bir “uluslararası İslam üniversitesi” kurma projesi de var. Ama bugüne kadar bu işin önemi pek anlaşılamadı. Hatta kendi ilahiyat fakültelerimizin yer yer nakilci anlayışın etkisi altına girmesine bile mani olunamadı. Her neyse, bu başka bir tartışma konusu…
Diğer yandan, IŞİD ve benzeri radikal örgütlerin dayandığı ideolojik temelin inşasında olduğu kadar maddi donanımında da bazı Sünni Arap devletlerinin payı olduğunu görmek gerekiyor. Vaktiyle Türkiye’nin niçin IŞİD karşıtı askeri koalisyona katılmaması gerektiğini anlatırken de bunları zikretmiştim. “Başta Suud olmak üzere, Körfez şeyhlikleri, Mısır ve Ürdün hep birlikte bu mücadeleye destek vererek zaten kendi yaratmış oldukları canavarı ortadan kaldırmalılar” demiştim.
Tabii benim lafımı dinledikleri için değil, ama aklın yolu bu olduğu için geçen süreçte bazı adımlar atılmaya başlandı. Özellikle Suudilerin yeni kralı ve çevresindekiler IŞİD ve benzeri örgütlere verilen desteğin ileride kendilerine zarar vereceğini düşündükleri için bir politika değişikliğine yönelmek istiyorlar. Bugünkü kralın henüz veliahtlığının döneminde yönetime ağırlığını koymaya başladığı sıralarda gün yüzüne çıkan bu değişimin nereye kadar varacağını kestirmek zor. Suudilerin galiba Obama’nın da teşvikiyle- atmaya başladıkları adımların konuştuğumuz problemin çözümünde hayati derecede önem taşıdığını söyleyebiliriz. Ancak bunun tek başına hiçbir şey ifade etmeyeceğini de unutmadan...