Hakan Fidan olayı, dışarıdan bakıldığında, iktidar cephesinde ciddi bir kırılmaya dönüşmeden tatlıya bağlanmış görünüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tasvip etmediği siyasete atılma girişimi köprüden önceki son çıkıştan dönerken hem hareketin doğal liderinin arzusu hilafına bir gelişmeye müsaade edilmemiş oldu hem de Fidan eski görevine iade edilerek çerçevenin dışında bırakılmadı. Bu demektir ki Türkiye’nin önündeki en kritik konuların yönetilmesi işi yine Erdoğan-Davutoğlu-Fidan üçlüsünce sürdürülecek. İktidar açısından bardağın dolu tarafı bu...
Peki, bundan sonra her şey eskisi gibi olabilecek mi? Konunun zor ve problemli tarafı da bu. Zor çünkü öncelikle devletin zirvesindeki “uyum” görüntüsünün eski haline getirilmesi için ekstra çaba harcanması gerekecek. Zira iyi yönetilememiş kriz süreçlerinin ister istemez bir bedeli oluyor.
Gerçi bunu söylediğinizde “yaşanan sahiden bir kriz süreci miydi” veya “iyi yönetilmediğini nerden çıkarıyorsun” şeklinde birtakım sorular veya itirazlar yükselebilir. Ama kabul etmek lazım ki devletin tepesindeki aktörler arasında zuhur eden bir anlaşmazlık veya uyumsuzluk görüntüsü, işin iç yüzü ne olursa olsun, çözümlenmesi gereken bir problemdir. Özellikle konunun kamuoyuna akseden tarafı siyaset kurumunun sorumluluğu altında yönetilmelidir.
Ne var ki AK Parti sadece bu olayda değil, genel olarak kriz süreçlerinin yönetiminde başarılı bir kurum olmadığından hiç gereksiz bazı problemlerle uğraşıp enerjisini boş yere harcamak zorunda kalıyor böyle durumlarda. Oysa ki -batı ülkelerinde olduğu şekliyle- tıpkı afet yönetimi gibi siyasi ve sosyal kriz süreçlerinin yönetimi de profesyonel bir anlayışla gerçekleştirilebilir. MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın siyasete atılma kararına yönelik olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gösterdiği tepki çerçevesinde başlayan tartışma da böyle ele alınabilseydi bu kadar sıkıntı ve algı kirlenmesine yol açmadan meseleyi çözüme kavuşturmanın bir yolu bulunabilirdi.
Aktörlerin bu süreçteki bireysel hatalarından bağımsız olarak kurumsal bir zaaftan söz ediyorum burada. Daha doğrusu kriz yönetme mekanizmalarının çalıştırılamamış olmasından. Bunun sonucu olarak, siyaset gömleğinin düğmelerinin yeni baştan iliklenmesi gerekecek önümüzdeki dönemde. Bu da en azından vakit kaybı demek.
Abdullah Gül’ün partiye davet edilmesiyle ilgili konu da aynı şekilde değerlendirilmeli. Cumhurbaşkanlığı görevinin sona erdiği günlerde, Putin-Medvedev modelini gündeme getirerek kendisini hükümetin başında görmek isteyenlere “bugünkü şartlar çerçevesinde siyasette yer almayı düşünmüyorum” diye cevap vermiş ve aktif siyasetin dışında kalmayı tercih etmiş olan Gül’ün adının bu dönemde yeniden ortaya atılmasının hikmeti de ikna edici tarzda anlatılamadı. Sanki mevcut başbakanın yerine bir alternatif aranıyormuş gibi bir algı oluşmasına yol açacak şekilde yönetildi süreç. Üstelik herkes bakımından çok önemli bir seçimin sath-ı mailine girilmişken iktidar partisinin böyle bir algıyla ve tartışma konusuyla meşgul olması arzu edilecek bir durum olmasa gerek.
İşte bu yüzden, gerçekleşmesi halinde AK Parti hanesine çok değerli bir kazanç olarak yazılacak olan bu girişimin şimdi tam aksi yönde bir etkisinin olması pekâlâ mümkün. Dolayısıyla önümüzdeki günler itibarıyla bu sürecin de ustalıkla yönetilmesi gerekiyor. Gerek Abdullah Gül konusunu, gerekse Hakan Fidan olayını daha fazla tartışma konusu olarak gündemde tutmak AK Parti’nin hayrına bir sonuç getirmeyecek çünkü.
Fakat neyse ki AK Parti’nin karşısında CHP ve MHP gibi iki ne yaptığını bilmez muhalefet partisi var da bu türden krizleri ne kadar kötü yönetse de çok fazla yara almadan atlatabiliyor. Baksanıza, CHP ve MHP sözcülerinin bu süreç hakkında söyleyebilecek hiçbir şeyleri yok ki Hakan Fidan’ın yeniden MİT müsteşarlığına atanmasının yasalara aykırı olduğunu iddia ederek konuyu gündemde tutmaya çabalıyorlar.