Son günlerde olup bitene bakıp şaşıranlar veya şaşırmış gibi yapanlar var ama aslında hiçbir şey birden bire olmadı. Çözüm Süreci diye adlandırılan İmralı’daki devlet görüşmeleri başladığında veya kamuoyuna duyurulduğunda bu girişimi destekleyen ancak işin zorluklarına da dikkat çekenlerden biriydi bu satırların yazarı. Toplumun çoğunluğuyla birlikte bu girişimi destekledik çünkü hedef PKK’nın silah bırakmasıydı. 1999 yılından bu yana devletin elinde olan PKK lideri Öcalan otuz yıldır kan dökerek sürdürdüğü mücadelenin artık bu haliyle devam edemeyeceğine ikna olmuştu. Büyük ihtimalle bu fikre ulaşmasında “barış”ın sağlanmasına yaptığı katkı dolayısıyla kişisel durumunun iyileşeceği yönünde bir beklentinin de payı vardı. Ama sebebi ne olursa olsun önemli olan Türkiye’nin önüne etnik ayrılıkçı terörün sona erdirilmesi fırsatının çıkmış olmasıydı.
Terörü bitirmesi umulan Çözüm Süreci terörün bahanesi olan Kürt sorununu çözmeye yetecek bir yaklaşımı ise içermiyordu. Çünkü günlük, pratik bir meselenin çözümüne yönelik bir projeydi bu sadece. Kürtler’in yeniden kendilerini millet bütünlüğünün parçası olarak görmelerini sağlamayı vaadetmiyordu. Hatta belki de ayrışmayı tetikleme riski barındıran tavizler verilmesini gerektirebilecekti bu süreç. Ama atılacak adımların bir tür “toplumsal barometre” karşısında belirlenecek olması bu riski azaltıyordu. Çünkü hükümet toplumun rıza göstermeyeceği bir karar alamazdı. Sandıklı demokrasi bunun teminatıydı.
Üstelik hiç değilse akan kanın duracak olması bile tek başına böyle bir fırsatın (hatta Öcalan gibi her türlü pazarlığa açık yapıdaki birinin cezaevinde bulunması anlamında “şansın”) denenmesini gerektiriyordu. Dolayısıyla “yetmez ama evet” dedik bu girişime. Ancak işin zorluğu muhataplarınızın akıl ve mantık çerçevesinde ve iyi niyetle tavır alma ihtimalinin düşük olmasındaydı. Nitekim öyle oldu.
Öcalan 2013 Nevruz’unda Diyarbakır meydanında okunan mesajında silahın bırakılması ve silahlı unsurların sınır dışına çekilmesi çağrısı yapmıştı. Nevruz’dan sonra silahlı militanların yavaş yavaş sınır dışına çekilmeye başladığı duyulduysa da çok kısa bir süre sonra bu çekilme durdu. Silahlı eylemler de durmuştu gerçi ama silah bırakılmış değildi. PKK’nın silahlı gücünü özellikle sivil halk üzerinde baskı aracı olarak kullanarak köylerde, şehirlerde kurduğu “paralel hükümet” birimleri daha da pervasızlaşmıştı. PKK adına kurulan sözde mahkemelerde insanlar yargılanıyor, işadamlarından vergi adı altında haraç toplanıyordu. Devlet birimleri ise süreç zarar görmesin diye bunlara karşı sessiz kalıyorlardı. Yani süreç olumsuz yönde işlemeye başlamıştı. Bunun üzerine hükümet kamu düzeni şartını sürecin kırmızıçizgisi olarak ilan etti ve “bölge”de kamu otoritesini yeniden tesis etmeye yönelik adımlar atmaya çalıştı.
Ne var ki örgüt ne verdiği sözleri yerine getirmeye ne de saygıda kusur etmez göründüğü Öcalan’ı dinlemeye niyetliydi. Çünkü Kandil’e göre Çözüm Süreci öncelikle Öcalan’ın cezaevi koşulları ve bir gün serbest kalabilme imkânı demekti. Örgütün şimdiki yöneticileri ise ne uğruna olursa olsun kurulu düzeni ve sahip oldukları imkânları terk etmeye razı değillerdi.
Bu arada Suriye’de bazı gelişmeler olmaktaydı. Suriye’nin kuzeyinde üç ‘kanton’ bu bölgedeki siyasi otorite boşluğundan yararlanan PKK’nın Suriye kolu PYD’nin eline geçiverdi. Bunun üzerine Türkiye’deki Kürt Siyasi Hareketi’nin bütün ayarları bir anda bozuldu. Yıllardır hayalini kurdukları bağımsız Kürdistan’ın gerçekleşmesi fırsatı bulduklarını düşünüyorlardı. Dolayısıyla artık “getirisi sadece Türkiye’deki Kürtlere demokratik haklar verilmesinden ibaret olan” çözüm sürecine de muhtaç değillerdi... Son dönemdeki şımarıklığın asıl sebebi buydu. Uluslararası dengelerin önlerini açtığını düşünüyorlardı. Çözüm Süreci’nin üstüne tamamen sünger çekip “seni başkan yaptırmayacağız” kampanyasına yönelmeleri bundandı.
Ancak kendilerine ümit verenler Ankara’nın tek bir hamlesi üzerine arkalarındaki desteği çekiverince büyük bir hayal kırıklığına uğradılar bir kere daha. Bugünkü çılgınlıkları da bundan...