Yunanistan’da büyük ölçüde ekonomik kriz dolayısıyla iktidara gelecek kadar oy alabilen radikal solcu Syriza partisinin seçim zaferi çok dikkat çekici bulundu. Ama aynı seçimde oylarını artırmayı başaran aşırı sağcı Altın Şafak Partisi’nin yükselişi yeterince dikkate alınmadı.
Aslında sadece ekonomik krizle çalkalanan Yunanistan gibi ülkelerde değil, Avrupa’nın tamamında uzunca bir süredir aşırı sağcı, ırkçı, yabancı düşmanı, islamofobik vb. gibi ifadelerle anılan radikal siyasi hareketler giderek güçleniyor. Özellikle 1990’lardan itibaren, yani demir perdenin yıkılışının hemen ardından su yüzüne çıkan bu eğilim 2000 yılında Avusturya’da ırkçı Jörg Haider’in partisi iktidara geldiğinde dünyanın dikkatini üzerine çekmişti.
Derken bundan iki yıl sonra Fransa’da Front National (Ulusal Cephe) lideri Jean-Marie Le Pen 2002’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Chirac ile birlikte ikinci tura kaldığında ikinci bir şok yaşandı. O günden bugüne oylarını istikrarlı bir şekilde artırmaya devam eden Ulusal Cephe’nin Fransa’da 2014 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde en yüksek oyu alan parti olduğu düşünülürse, hâlihazırda partinin başında yer alan Le Pen’in kızı Marine’in bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçimini kazanması kimseyi şaşırtmayacak.
Almanya deseniz, İkinci Dünya Savaşı’nın kötü hatıraları yüzünden neo-nazi eğilimli aşırı sağcı hareketler baskı altında tutulduğu için böyle bir tehlike yok. Yani ırkçı bir partinin yükselmesine izin vermeyen mekanizmaları var Almanya’nın. Ne var ki Alman toplumunda yabancı düşmanlığının ve islamofobinin tırmanışı da bir gerçek. Dolayısıyla toplumdaki aşırılık eğilimleri ister istemez siyasete de yansıyor. Buralarda ırkçı partilerin aldığı oy oranları korkutucu seviyede değil ama merkezdeki hatta soldaki bazı partilerin politikaları giderek toplumdaki eğilimleri gözetme kaygısı doğrultusunda şekilleniyor. Bugünlerde gerçekleştirdiği kitlesel eylemlerle Almanya’nın gündemine oturan yabancı düşmanı ve islamofobik PEGİDA Hareketi gibi oluşumlar merkez partilerini de giderek daha sağa doğru itiyor.
Sadece kıta Avrupası’nda değil, üzerinde güneş batmayan İngiliz imparatorluğunun anavatanında da yabancı düşmanlığı ve ırkçılık mikrobu giderek güçleniyor. Tarihî tecrübesi dolayısıyla Avrupa anakarasındaki kadar olmasa bile Kraliçe’nin ülkesinde de Neonazi benzeri hareketler öteden beri var. Ancak eski bir göçmen ülkesi olan İngiliz topraklarında son yıllarda popüler hale gelen Avrupa Birliği karşıtlığı kisvesi altında ırkçı eğilimlerin tavan yaptığı görülüyor.
Önümüzdeki Mayısta Türkiye ile aynı günlerde- İngiltere’de milletvekili seçimi yapılacak. Orada da AB karşıtı sağcı UKİP (Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi) rakiplerini korkutuyor. Korkutmakla kalmıyor, onları da göçmen karşıtı politikalara göz kırpmaya itiyor.
Görüldüğü gibi, Avrupa bizim son birkaç yüzyıldır imrenerek izlediğimiz istikametten ayrılıp sosyokültürel anlamda çok farklı bir yola girmiş görünüyor. Birtakım liberal düşünürlere bakarsınız, sözüm ona “tarihin sonu” demek olan kapitalist demokrasi aşamasına geçmiş olan toplumların demokrasiden ve özgürlüklerden uzaklaşma eğilimi göstermekte oluşu ilginç bir durum.
Aslında ortada bir ilginçlik yok. Toplumlar yüzlerce ve hatta binlerce yıllık bir tarih süreci içinde geliştirmiş oldukları kolektif karaktere göre davranırlar; çevrelerindeki gelişmelere kendi doğalarına uygun biçimde tepki verirler.
Bu anlamda Avrupa’nın “öteki”yle ilişkisi tarih boyunca problemli bir ilişki olagelmiştir. Bugünkü sosyal ve politik durumu çözümleyebilmek için işin bu tarafını gözden geçirmek gerekiyor.