Bir yanımız her duruma müsait

Ülkemizdeki sıkıntıları oryantalist gözüyle yorumlamak hem faydasız hem de rahatsız edici bir tutum. “Biz Türkler adam olmayız abi” veya “Avrupa’da yok böyle bir şey azizim” diye konuşmak aşağılık kompleksi işareti. Ama diğer yandan, haddinden fazla orijinal, yani tamamen bize özgü sosyal arızalarımız da yok değil. Mesela toplumsal olaylarda sebep-sonuç ilişkilerini görmezden gelme veya tersyüz etme alışkanlığımız var millet olarak.

Bu anlamda komplo teorilerine de zaafımız var. Bizi rahatsız eden herhangi bir toplumsal hadiseyle karşılaştığımızda “birilerinin bir yerlerde bir düğmeye basmış olduğunu” düşünüyoruz hemen. Elbette bu tamamen bize özgü bir refleks türü sayılmaz, ama dünyanın bütün toplumlarında aynı yoğunlukta görülebilen bir kolektif tutum da değil.

Komplo teorilerini benimsemeye bizim toplumun başka birçok topluma nazaran daha fazla meyilli olmasını açıklama sadedinde daha önce yazdıklarımı tekrarlayacağım: Bizim toplumumuz yakın dönemde dünyada örneği çok az görülebilecek yoğunlukta gelişmelere şahit oldu. Doğal yollarla gerçekleştiğini kabul etmekte zorlandığı büyük felaketlere maruz kaldı. Sözgelimi üç kıtaya hükmeden bir devlet kısa sürede dağıldı. Bir avuç toprak kaldı elimizde.

Haberin Devamı

Sosyal bilimcilere sorarsanız, tarihin yasası tecelli etti. İbn Haldun’un yüzyıllar önce gayet anlaşılır biçimde açıkladığı üzere devletler de insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. Bir çevrim içinde bu süreç devam eder, gider. Diğer yandan tarihçilerin spesifik açıklamalarına bakarsanız Osmanlı devleti aslında epey uzun bir zaman önce canlılığını devam ettirme kabiliyetini yitirmeye başlamıştı ve adım adım mukadder sona doğru ilerlemekteydi.

Aslında Osmanlı’nın kaybettiği şey öncelikle rekabet kabiliyetiydi. Kapitalist üretim modeli sayesinde verimlilikleri artan, doğa bilimleri alanında gerçekleşen ilerlemeler sayesinde sanayi devrimini yapan ve bunlar sayesinde gelişen askeri gücüyle sömürgeleştirdiği ülkelerin kaynaklarına el koymuş olan batılı rakipleriyle mücadelesini sürdürmesi her geçen gün daha da zorlaşıyor ve her geçen gün her bakımdan biraz daha zayıflıyordu.

Haberin Devamı

Ancak Osmanlı elitleri olup biteni seyretmekle yetiniyor değillerdi. Onlar da bir çare arıyorlardı bu duruma. Bulunan çareler Tanzimat’tı, Meşrutiyet’ti, Vaka-i Hayriye idi, askeri okulların modernizasyonuydu ve nihayet İkinci Meşrutiyet’ti. Bunlar hiç işe yaramadı diyemeyiz ama imparatorluğu eski heybetli günlerine döndürmeye değil, olsa olsa ömrünü biraz daha uzatmaya yaradı.

Ne var ki galiba fazlasıyla gururlu bir millet olduğumuzdan güçsüz düştüğümüzü, hele yenildiğimizi itiraf etmeyi izzetinefsimize yedirmiyoruz. “Almanlar yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık” diyoruz.

Bu bizim yenilgi tanımayan karakterimiz aynı zamanda derhal yeni bir başlangıç yapabilme kabiliyetimizin de kaynağı ve bu yönümüzle iftihar edebiliriz. Ancak başımıza gelenin ne olduğunu anlamaya çalışmak yerine olmadık sebepler ve mazeretler uydurma alışkanlığımız da aynı yerden neşet etmiş görünüyor.

Hasıl-ı kelam, yaşadığımız sıkıntılara doğru teşhis ve yorum getiremiyoruz. Zira sosyal psikolojimiz dolayısıyla “sebep”lerle “sonuç”ları birbirine karıştırmaktan kendimizi alamıyoruz.

Haberin Devamı

Aslında sebep-sonuç ilişkileri kavrayışımızdaki bu arızayı bugünlerdeki tuhaf bir tartışma bağlamında anlatacaktım. Bakın, “müsait” tartışmasından nerelere geldik! Diyeceğim şuydu: “Müsait” kelimesinin -veya başka herhangi bir kelimenin- gündelik dilde hangi anlamlarda kullanıldığından TDK’nun sorumlu tutulması saçma... Dilimizdeki cinsiyetçi öğeler kültürümüzün, yani dünya ve toplum anlayşımızın yansıması. Çünkü dil “Kültür”ün taşıyıcısıdır. Bunun için sözlük yazarlarını suçlayamazsınız.

Bir problemin sebebiyle sonucunu birbirine karıştırırsanız bir çözüm elde edemezsiniz.

DİĞER YENİ YAZILAR