Kendi derdimiz başımızdan aştığı için belki duymamış olabilirsiniz, geçtiğimiz hafta içinde Slovakya hükümeti, ilginç bir açıklamada bulundu. Avrupa Birliği’nin Suriyeli göçmen kriziyle ilgili yeni düzenlemesi kapsamında kendi payına düşen sayıda Suriyeli göçmeni ülkeye alırken, bu göçmenlerden sadece Hristiyan olanları kabul edeceğini belirtti. Bu dışlayıcı tavır kadar ilginç olan husus bazı cılız eleştiriler çıkmış olsa da bunun çok da konuşulan, tartışılan bir konu haline gelmemesiydi.
Bizim eski “Uyvar Vilayeti”miz olan bu ülke Demir Perde yıkıldıktan hemen sonra Almanlar tarafından Avrupa Birliğine üye yapılmıştı. Dolayısıyla birliğe üye her ülke gibi Slovakya’nın bu türden karar ve uygulamaların da otomatikman Avrupa standardı değeri kazanıyor. Bu bakımdan diğer Avrupa ülkelerinin ve bu arada Brüksel’in söz konusu kararla ilgili bir tavır alması gerekir. Slovakların bu dışlayıcı yaklaşımına itiraz edilmediği takdirde Avrupa Birliği idealinin IŞİD’in dünya görüşünden pek fazla farkı olmadığı ortaya çıkar.
Elbette Slovakların bu tuhaf kararı Avrupalıların tamamının bu meseleye bakışlarını temsil etmiyor. Mülteci politikaları çoğunlukla insanların dinine-diline bakmaksızın belirleniyor. Ama böyle bir damar da var Avrupa’da. Ve bu damar güçlü bir damar… Slovakların AB kararını uygulamak üzere ülkelerine kabul edecekleri, üstelik topu topu 200 kişiden ibaret, mültecileri dinine göre seçme tavrı birçoklarına normal görünüyor. Dolayısıyla bu noktada bütün bir kıta üzerinde rastladığımız Avrupalılık tanımına ilişkin farklı yaklaşımların ortaya çıkardığı büyük bir kırılmayla karşı karşıya bulunuyoruz., son yüzyıldan itibaren yoğunlaşan Avrupalı kimliğinin tanımlanmasına ilişkin tartışmalarda güçlü bir kanat en geniş ortak payda olarak Hıristiyanlık değerlerini öne çıkarıyor. Ama Hıristiyanlık kadar Aydınlanma hareketinin de ürünü olan bugünkü Avrupa bu konuda ikilem yaşıyor. Bunun bir örneği birkaç yıl önce Avrupa Birliği ülkelerinin ortak kültür değerleri tartışması çerçevesinde gündeme geldi: hatırlayacak olursanız, Fransa ve Hollanda’nın halk oylamaları sonucunda güdük kalan bir AB Anayasası girişimi olmuştu. Bu anayasa taslağı uzunca süren tartışmalar neticesinde meydana gelmişti. AB bünyesi içindeki Avrupa’nın Geleceği Konvansiyonu’nun, bu anayasayı hazırlamak için yürüttüğü çalışmalara ilişkin yapılan tartışmalarda din meselesi önemli bir yer tutuyordu.
Konvansiyon Başkanı Valéry Giscard d’Estaing ile görüşen o zamanki Papa II. Jean Paul, Avrupa kültürünün temelini Hıristiyanlık oluşturduğuna göre ortak anayasada Hıristiyanlığa yönelik bir atıf olmasını istemişti. Polonya, İrlanda, İtalya ve Slovakya gibi ülkeler de, Avrupa değerleri Hıristiyanlık değerleri demek olduğundan Avrupa kimliğinin köklerinin bu mirasta aranması gerektiğini savunarak Papa’nın talebine destek çıkmışlardı.
Ancak sonradan ortaya çıkan ve artık hükmü kalmamış bulunan- anayasa taslak metninde dini bir referans bulunmadığı görüldü. Çünkü dini kimliklerin yerine seküler esaslı milli vatandaşlık kimliklerini getirmiş olan Aydınlanma’nın ürünü durumundaki bugünkü Avrupa kültürünü Hıristiyan kimliğine indirgemek bütün bir modernite mirasını da çöpe atmak anlamına gelirdi. Ancak Avrupa Birliği’ni bir “Hıristiyan kulübü” olarak görmek isteyen damar hâlâ çok güçlü. Açıkçası Avrupa’nın tarihî yürüyüşünde bir gerileme anlamı taşıyan Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği önündeki önemli engellerden birini de oluşturan bu anlayış en son Slovakya’nın Suriyeli mülteciler kararında da kendini göstermiş oldu.