Farkındaysanız, cumartesileri mümkün olduğunca siyaset dışı konulara değinmeye çalışıyorum. Hiç değilse haftada bir gün bu cangılın dışına çıkalım diyorum. Çünkü dünyada her şey siyasetten ibaret değil. Ama maalesef bu basit gerçeğin farkında olamayanlarımız var. Ele verir talkını kendi yutar salkımı demeyin. Gerçi biz mesleğimiz gereği siyasette olup bitenleri mecburen yakından takip ediyoruz ama özellikle gençlerin hayatlarını tıka basa siyasetle doldurmaktan sakınmaları hem kendilerinin, hem de ülkemizin ve hatta insanlığın yararına olur diye düşünüyorum.Zira tarih boyunca insanlığın her anlamdaki tekâmülü siyaset sayesinde gerçekleşmiş değil. Bilim, sanat, edebiyat ve felsefe alanlarındaki zihinsel etkinlikler bizi bugüne kadar taşıyıp getirdi. Yanlış anlamayın, bana göre de siyaset boş verilecek bir alan değil. Dünyada olup bitenlerden habersiz, ülkesinin sorunlarına duyarsız insanlardan oluşan bir toplum özlüyor değilim. 12 Eylül döneminde oluşturulmak istenen şekilde apolitik bir toplum en fazla benim canımı sıkar. Benim demek istediğim, şu tablo ümit veren bir tablo değil: Bir tarafta cumhurbaşkanın veya başbakanın adını bilmeyecek derecede apolitik bir gençlik var, öbür tarafta ise siyasi angajmanlarını sanatın, bilimin, edebiyatın, düşüncenin ve hatta dinin önüne yerleştiren bir başka gençlik...Her neyse… Nerede kalmıştık? “Hiç değilse cumartesileri” diyorduk. Yani tatil günü siyaset konuşmaya ara verelim diyorduk. Tatil kelimesi zaten Arapça’da “ara vermek” anlamına geliyor. Ama biz daha çok dinlenme anlamında kullanıyoruz. Haddizatında Cumartesi ve Pazar günlerinin “hafta sonu” olarak dinlenmeye ayrılması bizim Avrupa medeniyet dairesine girişimizin sonuçlarından biri. Biraz da batı güdümlü dünya düzenine uyum sağlama ihtiyacının gereği… İslam-Türk geleneğinde dinlenme günü diye bir kavrama yer yok. Hatta Hıristiyan ve Yahudilerin cumartesi ve pazarına tekabül eden Cuma (toplanma) günü “Cuma namazı” kılındıktan sonra herkesin işine gücüne bakması öğütleniyor.Biliyorsunuz, Yahudiler cumartesine “Şabat” derler. Şabat (Arapçadaki sebt gibi) “altıncı” demek. Ama Yahudi inancına göre dünyayı altı günde yaratan Tanrı yedinci gün dinlenmiş ve bu günü Yahudilere dinlenme günü olarak armağan etmiştir. Buna göre eğer Cumartesi altıncı gün ise Pazar’ın dinlenme günü olması gerekir. Yani Hıristiyanlar gerekçeleri farklı olsa da- Pazar gününü ibadet ve dinlenme günü yaparak isabetli davranmış oluyorlar diyebilirsiniz. Ne var ki cumartesi kelime anlamı olarak altıncı demek olmakla beraber aslında eskiden beri bütün takvimlerde haftanın yedinci günü. Durum karışık ama bir yanlışlık söz konusu değil!Batı dillerinde de cumartesi anlamına gelen kelimeler genellikle İbranice’deki Şabat adlandırmasına dayanıyor. Fransızcadaki Samedi, Sabado ve hatta Almancadaki Samstag adlandırmaları böyle. İngilizcedeki Saturday ise Satürn’ün günü, yani eski Roma tarım ve hasat tanrısı Satürn’e adanmış gün demek. Satürn gezegeninin adı da buradan geliyor.Diğer Avrupa dillerinde de Cumartesi dışındaki gün adları eski pagan tanrılarıyla ilişkili. Mesela Cuma İngilizce’de Friday, Fransızca’da Vendredi. İlki Freya’nın günü demek. İkincisi Venüs’ün günü. İkisi de aynı pagan tanrıçasının adı… Salı Fransızcada Mardi, yani Roma savaş tanrısı Mars’ın günü. İngilizce’de Tuesday, yani İskandinav savaş tanrısı Tiu’nun günü. Bu da aynı… Pazar gününe Fransızcada Dimanche, İngilizcede Sunday diyorlar. İlki Tanrı’nın günü, öbürü Güneş’in (yani Güneş tanrısının) günü. Aşağı yukarı aynı anlamda.Bizdeki gün adları ise sayısal sıralama ifade ediyor. Mesela Perşembe Farsça’da beşinci gün anlamındaki “penç şenbe” sözünden geliyor. Çarşamba da “cehar şenbe”, yani dördüncü gün. Kullandığımız gün isimlerinden Pazar, Çarşamba, Perşembe Farsça kökenli; Salı ve Cuma Arapça. (Eski Türkçede ise gün adları birinç, ikinç, üçünç, törtünç… diye sayılıyormuş.)Önceki gün Twitter’da nereden aklıma geldiyse bu konuyu açtım; gün isimlerinin kökenleri üzerine kısa bir sohbet yaptık sosyal medya arkadaşlarımla. Epeyce ilgi çekti. Sizinle de paylaşayım dedim. Belki hafta sonu için bir okuma ve araştırma konusu olur…İyi hafta sonları…
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hafta başında gerçekleştirdiği Suudi Arabistan ziyareti başta Kahire olmak üzere bölge başkentlerinde de büyük ilgiyle karşılandı. Mısır devlet başkanı Sisi’nin de aynı günlerde bu ülkede bulunması ise değişik spekülasyonlara yol açtı. Bazı Arap gazetelerinde Kral’ın iki lideri bir araya getirmeyi arzu ettiğine yönelik ısrarlı yayınlar yapıldı.Hem bu yayınlara hem de ülkenin gidişatına bakıldığında Kral’ın gerçekten de böyle bir arzu içinde olabileceği tahmin edilebilir. Zaten Sisi’nin ziyaretinin de Erdoğan’ın seyahat takvimi ortaya çıktıktan sonra planlandığı anlaşılıyor. Dolayısıyla yeni Suudi Arabistan Kralı’nın belki de ilk önemli dış politika adımlarından biri olarak Mısır’la Türkiye’yi barıştırmayı istediği düşünülebilir.Mısır’ın da bunu isteyeceği veya en azından Suudilerin bu yöndeki bir taleplerine hayır diyebilecek durumda olmadığı biliniyor. Ne var ki Cumartesi günü Cidde’ye giderken uçakta yaptığımız sohbette bu konuyu sorduğumuz Erdoğan, ilgili tarafların duymaktan hoşlanacağı bir cevap vermedi. Türkiye’nin bu konuda bilinen pozisyonunu koruduğunu gösteren açıklamalarda bulundu.Sisi’nin “Türkiye’ye karşı olumsuz bir tavrımız ve aleyhte bir beyanımız olmamıştır. Ama onlar da bizim içişlerimize karışmasın” şeklindeki sözlerine değinerek, şunları söyledi: “Biz Mısırın içişlerine karışmayız. Demokratik taleplerimiz var. Burada Mursi başta olmak üzere, siyasi tutukluların serbest bırakılması gerekir. Aynı zamanda bu insanlara siyaset yapma hakkı vermeleri gerekir. Bu Mısır’ın huzuru için gereklidir. Beklenti de budur. Şu anda ekonomik olarak büyük destekler alıyor olmasına rağmen, düzlüğe çıkmış değiller. Biz de arkadaşlarımıza alt düzeyde çalışmaya devam edebilirsiniz diyoruz, bizim bu ülkeye pres yapma gibi bir düşüncemiz olmamıştır.”Yani Erdoğan bir anlamda Mısır’la ilişkilerin düzelebilmesi için Türk tarafının şartlarında bir değişiklik olmadığını ilan etmiş oldu. Ertesi gün de Sisi ziyaretini tamamlayarak ülkesine döndü.Sonuç olarak, Suudi Kralı’nın arzusu olduğu söylenen girişim gerçekleşmedi. Zaten bunun çok gerçekçi bir düşünce olmadığı da ortada. Şu bakımdan: Evet, kral Selman ülkesinin dış politikasına dair yeni ve farklı bir vizyona sahip. Bunu veliahtlığı döneminden beri biliyoruz. Bu çerçevede tahta oturur oturmaz Türkiye ve Katar gibi ülkelere karşı selefinin izlediği tutumu terk etmeye yönelik adımlar da attı.Diğer yandan, Arap Baharı sürecinde bölgedeki ihvan etkisini zayıflatmak üzere Libya ve Suriye’de izlenen politikalara eleştirel yaklaştığı için, daha doğrusu kullanılan yöntemlerin sakıncalarına dikkat çektiği için BAE gibi bazı komşu ülkeleri kızdırmış bir veliaht olarak kendisini tasfiye etmek isteyen güçlerle hesaplaşmasını bekleyenler de var.Nitekim BAE, İsrail ve Suud’un eski yönetiminin yer aldığı söylenen cephenin adamı olarak nitelenen Sisi’nin Kral Abdullah’ın cenaze törenine çağrılmaması buna yoruldu. Ardından yine Sisi’nin “tape”lerinin yayınlanmasının zamanlamasına dikkat çekildi. Hatırlarsanız, bu tür analiz ve yorumların çoğunu ben de o günlerde bu köşenin okurlarıyla paylaştım.Ne var ki bu konuyla değindiğim yazıların daha ilkinde şunu da belirttim: “… bir ülkenin milli çıkarları ve öncelikli hedefleri gelip giden iktidarlarla birlikte değişmez. Değişen sadece ve sadece izlenen politikalardır, yani kullanılan araç ve yöntemlerdir. Bu gerçeği göz önünde bulundurmak kaydıyla Ortadoğu’nun en önemli devletlerinden biri olan Suudi Arabistan’da yaşanan iktidar değişiminin Türkiye’nin bölgesel çıkarları bakımından olumlu gelişmelere yol açması imkânını tartışmalıyız.” (“Abdullah Partisi kaybetti”, Vatan, 9 Şubat 2015)Dolayısıyla, hem bu gerçeği hem de dış politika alanında yeni bir vizyonun da paldır küldür hayata geçirilmesinin mümkün olmadığını göz önünde bulundurarak bakmalıyız Suudi Arabistan-Türkiye-Mısır ilişkilerine.
Suudi Arabistan’ın yeni kralı, Türkiye’nin Suriye konusundaki ‘güvenli bölge’ ve ‘eğit-donat’ tezlerine destek verdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “İş birliği yapabileceğimize yönelik irade beyanı bizleri gerçekten umutlandırmıştır” dedi.Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Suudi Arabistan ziyaretinden dönerken uçakta gazetecilerin sorularını yanıtlarken, yeni kralın Suriye konusunda Türkiye’nin tezlerini tamamen paylaştığını, uçuşa yasak bölge ve eğit-donat konularında da iş birliği yapılacağını açıkladı.‘Bizi umutlandırdı’- Seyahatinizde alınan sonuçları değerlendirir misiniz?“Yaptığımız ikili görüşmede gerek heyetler arası, gerekse dar kapsamlı görüşmelerde Türkiye Suudi Arabistan’la ilgili gelecek noktasında, ikili ilişkilerimizi çok daha iyi bir konuma geleceğine dair olan umutlarım artmıştır. Ve özellikle de siyasi alanda olsun, askeri alanda olsun, güvenlik alanında olsun, terörle mücadele ve insani yardımlar noktasında olsun, müşterek çalışmalar içerisine girebileceğimizi karşılıklı olarak teyit ettik. Bölgesel sorunlar noktasında ise yine bölgedeki ülkelerle olan ilişkiler noktasında hemen hemen bütün ülkeler ilgili yaklaşımımız büyük ölçüde örtüşüyor. Bu ülkelere İran, Irak, Suriye, Filistin, Libya da dâhil. Mısır’da biraz farklılıklar olsa da, bunlar bizim ikili ilişkilerimizi etkileyecek noktada değil. Bütün derdimiz Ortadoğu’da ve İslam dünyasında, özellikle Türkiye ve Suudi Arabistan ilişkilerinin çok daha güçlü bir zemine oturtulması ve bu şekilde de geleceğe yürümektir. Örneğin Suriye ile ilgili bölge noktasında, güvenli bölge noktasında aynı şeyleri düşündüklerini ifade ettiler. Eğit-donat noktasında da öyle. Buna benzer konularda iş birliği yapabileceğimize yönelik irade beyanı bizleri gerçekten umutlandırmıştır. Yakın bir zamanda, gerek Muhammed b. Nayef gerekse Muhammed b. Salman’ın Türkiye’ye geleceklerini umut ediyorum. Çanakkale kutlamalarına Suudi Arabistan’ı da davet etmiştik. G-20 toplantısına zaten gelecekler.”Sisi’den mesaj gelmedi- Suudi Kralı dün de Sisi’yle görüştü, Sisi buradaydı. Size Sisi’den herhangi bir mesaj iletildi mi?Hayır.- Suudi Arabistan’da da Türkiye’ye ve şahsınıza yönelik bir sempati olduğu gözlemleniyor.Evet, ülkemize yönelik bir sempati var ve her geçen gün artıyor. Rahmetli Kral Abdullah b. Abdülaziz ile de münasebetlerimiz aslında Mısır olayına kadar gayet iyiydi. Hakikaten bir abi kardeş hukuku içerisinde bir hassasiyet vardı. Bölge bugün o günlerden çok daha farklı bir travma yaşıyor. Ben özellikle Salman bin Abdülaziz’in Suriye’de uçuşa yasak bölge, güvenli bölge oluşturulması gibi konulardaki olumlu yaklaşımını önemsiyorum. Bu konulardaki tavrının bizim yaklaşımlarımızla örtüştüğünü, stratejik bir yaklaşım olduğunu söyleyebilirim.‘Mısır için ısrarları yok’- Mısır konusunda İhvan liderlerinin siyaset yapabilmeleri, idam cezalarının kaldırılması gibi hususlar gündeme geldi mi?Mısır meselesi konuşulurken, kendilerinin dikkatini oradaki duruma çektim. Kontrollü bir yumuşama olmazsa, yaşananlardan dolayı sosyal patlama olabilir. Öyle bir durumda da Mısır’da ne istikrar kalır, ne de güven! Mısır’ı asla yok farz edemeyiz. Mısır, Suudi Arabistan ve Türkiye; bu üçlü ayak, bölgenin en önemli ülkeleri. Bölgenin barışı, huzuru, refahı için hepimizin üzerimize düşen görevler var.- Bu üç ülkenin ortak strateji belirlemesi ABD ve Batı’yı rahatsız etmez mi?Önemli olan bölgenin barış, huzur ve refahı için birlikte hareket etmek. Bana göre Mısır konusunda, en etkin olabilecek olan ülke Suudi Arabistan’dır. Eğer burada Suudi Arabistan bir adım atacak olursa, devran tersine dönebilir.- Sizin programınız çok önceden belliydi. Ancak Suudi Kralı ani bir şekilde Sisi’yi de davet etmiş. Kraldan Mısır-Türkiye sorunlarının aşılması noktasında bir teklif geldi mi?Mısır konusunda şu anda öyle bir şeye ihtiyaç yok. Mısır’da üst düzeyde barışmamızı tabii ki istiyorlar ama ısrarları yok. İşin en güzel yanı, Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerinin Mısır’dan bağımsız olarak değerlendirilmesi.Dinleme operasyonu‘Bırakılmaları şaşırtıcı’- Paralel yapıyla mücadelede sık sık “yasa dışı dinleme” soruşturmaları yapılıyor. Ama örneğin bu çerçevede gözaltına alınan 54 kişi serbest bırakıldı. Bu konuda paralel yapı uzantılarının, hâlâ tehdit ve şantaj dilini kullanmasını nasıl yorumluyorsunuz?Serbest bırakılma konusundaki haber benim açımdan da şaşırtıcı oldu. Ancak konu tabii yargı sürecinde bir mesele olduğu için, değerlendirmeye girmem uygun olmaz. Bahsettiğiniz uzantıların, o tür bir dil kullanmasından toplum da rahatsız elbet. Toplum huzurunu kaçırıp, “Ben bilmediklerinizi biliyor, duymadıklarınızı duyuyorum” diye adeta devletle dalga geçmeye kalkışıyorlar. Devlet, her türlü kanunsuzluğun, yasa dışı işlerin elbette peşinde olacaktır. Er ya da geç gereği yapılacaktır. Daha sonra da yargı bu konunun değerlendirmesini yapacaktır. - Hakan Fidan meselesinde kırgın olduğunuzu söylemiştiniz. Hâlâ aynı hissiyatta mısınız?Biz devlet yönetiyoruz. O konuya ilişkin kanaatimi daha önce de söyledim. Kanaatlerimizi ifade etmiş olmamıza rağmen istifa edip adaylık söz konusu olmuş ise elbette bir kırgınlık söz konusudur. MİT sıradan bir kurum değildir. Devletin en önemli kurumudur. Devletin milli istihbarat teşkilatı zayıfsa, o devletin ayakta kalması mümkün değildir. Şimdi biz onu böyle bir göreve getirdik. Getiren de benim. Madem öyle, ayrılırken de, eğer müsaade edilmiyorsa orada kalması ve ayrılmaması gerekirdi. Dolayısıyla tabii ki kırgınım.İç Güvenlik Paketi‘Eksiği var fazlası yok’- İç Güvenlik Paketi’ne yönelik muhalefetin eleştirileri var. Yasa tasarısını inceleyebildiniz mi?İç Güvenlik Yasa Tasarısı taslağını inceledim. Eksiği var, fazlası yok.
Çözüm sürecinin Beştepe’deki Bakanlar Kurulu toplantısının ağırlıklı konusu olacağını açıklayan Cumhurbaşkanı, son açıklamayla ilgili, “Kandil’i de, HDP’yi de bağlıyor. İmralı kendi üstüne düşen görevi yapmış oluyor” dedi.Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Suudi Arabistan’a giderkenuçakta soruları yanıtlarken çözüm sürecinde gelinen aşama, ‘paralel yapı’yla mücadele, Hrant Dink cinayeti, Mısır’la ilişkiler konularında çarpıcı açıklamalarda bulundu. Erdoğan özetle şunları söyledi:- Son açıklamalardan sonra çözüm sürecinde hangi aşamadayız?(Başbakan Yardımcısı) Yalçın (Akdoğan) Bey ile yapılan toplantı ile (HDP lideri) Demirtaş’ın söyledikleri birbiriyle çelişiyor, ben örtüşen bir yan göremedim. Demirtaş adeta orada hükümeti hesaba çeker bir tavır içinde. Yani hükümet ona göre silahları bırakacakmış. Silahları bırakması gereken bölücü terör örgütü. Burada güvenlik güçlerimizin silah bırakma gibi bir şeyi olamaz. Onlar, güvenliğin ve huzurun teminatıdır. Fakat görünen o ki şu anda İmralı ile Kandil arasında ciddi bir kopukluk var ve ayrıca siyasi hareket olarak da parti içinde bugünkü açıklamalardan sonra bir bölünmenin olduğu ortaya çıkıyor.İmralı’ya gidip gelenlerin yaptığı açıklamalara baktığımız zaman, İmralı silahların bırakılmasını istiyor. Fakat partinin başındaki zatın yaklaşımı çok daha farklı, o adeta “hükümetin uygulamasına bakacağız” diyor. Hükümetin uygulamasına ne bakacaksınız? Hükümet zaten çözüm sürecinin adeta garantörü. Bu biliyorsunuz, “demokratik açılım” ile başladı. “Milli Birlik ve Kardeşlik” projesi ile devam etti, “Çözüm süreci” ile de yürüyor, netice almaya dönük adımlar var. Burada tutumlar temenni ediyoruz ki bu şekilde devam etmez, bir yerde bütünleşir. Bu seçimlerde kimin nerede durduğunu görme imkanımız açık şekilde olacak. Bütün temenimiz de silahların olmadığı birlik beraberlik içinde seçimlerin yaşanmasıdır.- Kandil ayak mı diriyor? Şu anda Kandil ile İmralı’nın farklı olduğu çok açık, net ortada. O (Demirtaş) faturayı hükümete kesiyor. Burada elinde silah olan hükümet değil. Elinde silah olan gücünü aldığı bölücü terör örgütü. Silahı bırakması gereken o. Maalesef her zamanki gibi olumsuz bir yaklaşımla sürece bir farklılık getirmiş oldu ki üzücü bir şey. Süreci olumsuz istikamette etkiliyor.‘Güvenliğe tehdit’- Hükümet hangi istikamette devam edecek sürece?Hükümet hangi istikamette devam ediyorsa öyle devam edecek. Cumhurbaşkanlığı makamı bu işlerin dışında değil. Hükümetle Genelkurmayımızla bunları zaten haftalık rutin toplantılarımızda görüşmek suretiyle sevk ve idare ediyoruz. Milli Güvenlik Kurulu’nda ve önümüzdeki hafta yapacağımız Bakanlar Kurulu toplantısında da zaten ağırlıklı konu bu. (Yaptıkları) bu açıklama onları bağlar. Kandil’i de, HDP’yi de bağlıyor. İmralı kendi üstüne düşen görevi yapmış oluyor. Açıklanan 10 madde var, Demirtaş’ın açıklamaları var. İkisi de birbrini tutmuyor. Gelinen durum huzur ve güvenliğe tehdittir. Bunların her biri aktördür. Bunları görmezden gelemeyiz. İmralı 10 maddeyi söyledi, Kandil kabul etmiyoruz dedi. Bunun üzerinde analizleri geliştirmek lazım. Kim bu ülkede çözüm sürecinden yana, kim ülkenin huzuruna refahına destek vermek istiyor. Bunları gözden geçirmek gerekir.Dink’te işin aktörleri ortaya çıkmaya başladı- Emniyette dinlemeler ve CHP ile ilgili iddialar...Güvenlik teşkilatlarımız kendi üzerine düşeni yapıyor. Biz onlara müdahale etmek durumunda değiliz, nasıl kararlar verirlerse onlara uymak durumundayız. Bazı durumlarda üzülmüyor değiliz. Bazılarıyla senelerdir bir arada olduğumuz için böyle bir zanla da olsa burada hakikaten ailem için de üzücü şeyler ortaya çıktı. Hatta kendileri “Baba değiştirmeyelim, aramızda bir hukuk var, onlar da rahatsız olduklarını anlatıyorlar” dediler. Ben de kızlarımın insani noktadaki hassasiyetleri nedeniyle hak veriyorum. Onlar diyorlar ki bunun kesin tespitini yapamadığımıza göre tamamını değişmesi gerekiyor, fakat bu bir sürgüne gönderme gibi cezalandırma değil. Farklı yerlerde görevlendirme şeklinde halletmiş bulunuyoruz.- Suikast iddiaları ne olacak?Savcılık medyada çıkan haberleri görmemezlikten edemez, bir anlamda suç duyurusu niteliğindedir. Adımların biz de takipçisiyiz, onlar da takipçisi.- Paralel yapı ile mücadelede kendinizi tek başınıza mı hissediyorsunuz?Bir mücadelenin derinliğini ortaya koymak zorundayım, onu yapıyorum. Ne kadar önem verdiğimi ortaya koymak için bunu söyledim. Bu olaya her mücadeleye her şeyini koyan, elinin ucuyla değil, gövdesini koymak durumundadır. Biz o zaman bu mücadeleyi evelallah kazanırız. Birçok kurumdan insanlar da ‘Yalnız değilsiniz, bu mücadelede varız, ne denli haklı bir mücadele olduğunu geç de olsa gördük, görüyoruz. Sonuna kadar yürüyeceğiz’ diyorlar. - Fethullah Gülen’in iadesi konusunda ABD ne yapacak?Fethullah Gülen ile ilgili ABD’ye ilettiğimiz bakışımız, duruşumuz aynen devam ediyor. Türkiye’den bol bol kaçıyorlar bunlar, kaçışlar başladı. Mahkemeler kararlarını verecek. Bunların içinde sınırdan kaçarken veya yakalananlar olduğunda zaten yasalarımızın gereği neyse bu muamele yapılacaktır. Ne kadar yurt dışında kalırlar bilemiyorum. Devam eden mahkemelerde içerde rakamlar her geçen gün artıyor... Her geçen gün yargı çok daha farklı belgeler elde ediyor. İşte Hrant Dink meselesinde bile son gelişmeler enteresan. İşin aktörleri ortaya çıkmaya başladı. Bunların sinir uçları tespit edilecek diye düşünüyorum. - Ramazan Akyürek ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Paralel yapının Dink cinayetindeki rolüyle ilgili iddialar var.Ben hukukçu değilim ama ihmal diye bir şeyi görmem mümkün değil. O hadisede, kasti olarak işlenen bir cinayet var ortada. İhmalle ilgisi yok. Bu işin bağlantıları ortaya çıktıkca daha da aydınlanacak bu mesele. ‘Güvenlik yasası önleyici tedbir’- Haziran seçimlerine yönelik bir kalkışma olabileceği iddia edildi? Güvenlik yasası bununla mı ilgili?Biz bazı şeyleri duyuyoruz, ama altından neler çıkacak görmemiz lazım. Gezi ile ilgili benzer şiddetli şeylerde artık bu ülkede devlet, iktidar bu işlere öyle çok sıcak bakmaz. Devlet kargaşaya müsaade etmez. Demokratik hak kullanacaksan bunu nasıl kullanılacağı bellidir. Yakıp yıkma vb. şu anda iç güvenlik yasası önümüzdeki birkaç hafta içinde çıkması halinde önleyici tedbirler olarak geliyor. Bunların gelmesiyle birlikte çok daha farklı bir Türkiye’ye gideceğiz. ‘Mursi bırakılsın’ - Mısır ile ilişkilerin normalleşmesi için bizim beklentimiz nedir?Mısır’ın iç işlerine karışmayız. Demokratik taleplerimiz var. Burada zülm içinde olan Mursi başta olmak üzere, siyasi tutukluların serbest bırakılması gerekir. Aynı zamanda bu insanlara siyaset yapma hakkı vermeleri gerekir. Bu Mısır’ın huzuru için gereklidir. Beklenti de budur. Şu anda ekonomik olarak büyük destekler alıyor olmasına rağmen, düzlüğe çıkmış değiller. Biz de arkadaşlarımıza alt düzeyde çalışmaya devam edebilirsiniz diyoruz, bizim bu ülkeye pres yapma gibi bir düşüncemiz olmamıştır. ‘Beşiktaş maçına gidebilirim’- Bir Fenerbahçeli olarak Beşiktaş’ın başarısını nasıl değerlendiriyorsunuz?Beşiktaş’ın bu başarısı her türlü takdirin üstündedir, rastgele alınmış bir galibet değil. Beşiktaş eze eze bir galibiyet aldı. Hele hele Demba ba’nın üst direkten dönen topu gol olsaydı o zaman çok daha neşeli olacaktı. Olayı farklı süslüyor. Netice çok daha iyi olurdu ama yine de Beşiktaş çok ciddi başarı elde etti... Başarılar diliyorum. Beşiktaş’ın Türkiye’de oynayacağı maçına gidip izleyebilirim.
Türkiye’yi Suriye içinde fiilen savaşa sokabilecek bir saldırı tehdidini bertaraf etmek için türbesi bir askerî operasyonla başka bir yere nakledilen Süleyman Şah’ın kimliğine dair belirsizlik hakkında şunu söylemiştik: “Önemli olan nokta Osmanlıların bu isme atfettiği manevi değer ve Caber Kalesindeki -yüzyıllardır “Mezar-ı Türk” olarak adlandırılan- türbenin taşıdığı sembolik anlam.” Osmanlı tarihine ilişkin benzer problemlere de aynı yaklaşımı uygulamak mümkün mü peki?Dünkü yazıda değinmeye çalıştığım kaynak eksikliği yüzünden Osmanlı kuruluş devri büyük ölçüde sisler altında. Dolayısıyla böylesi problemler çok. Mesela Osmanlı ailesinin Oğuzların Kayı boyuna mensubiyetleri de tartışmalı bir konu. “Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu” adlı eserini okuyanlar hatırlayacaktır, Köprülü gerek Kayıların Moğol asıllı olduğunu iddia eden Togan’ı gerekse Osmanlı ailesinin Kayı boyuna mensup olduğuna inanmayan Wittek’i şiddetle eleştirmiştir. Ancak şu noktayı da hatırlatmak lazım: Köprülü -her ne kadar kendisi Osman ve ailesinin soyunun Kayı kabilesine dayandığını ispat için büyük gayretler sarf etmiş olsa da- Osmanlı ailesinin etnik kökeni ve nereden nasıl göç ettikleri konularının “Osmanlı Devletinin kuruluşunu anlamak için esas mahiyette meseleler olmadığını” açıkça ifade eder. Büyük tarihçimize göre “bunu anlayabilmek için, her şeyden evvel, ucların dâhilî hayatını, oradaki içtimaî şartları, dinî, iktisadî ve siyasî âmilleri anlamağa ihtiyaç vardır.”Ne var ki Kayı meselesine dair tartışma bugün bile Osmanlı tarihçileri arasında bütün hızıyla sürüyor. Çünkü Osmanlı ailesinin kökenini ve hatta kuruluş döneminin hadiselerini bir netlik içinde öğrenmemiz imkânsız. Sebebini anlattım. Dolayısıyla yalnızca ailenin kökeni değil, devletin kurucusunun adı bile tarihçiler arasında ciddi bir tartışma konusu. Zira Osmanlı Beyliğinin kurucusunun gerçek adının Osman olması düşük bir ihtimal gibi görünüyor. Özellikle babasının (Ertuğrul), amcalarının (Gündoğdu, Dündar, Sungur Tekin), kardeşlerinin (Gündüz, Saru-Batu veya Savcı), oğlunun (Orhan) ve torununun (Murat) adları göz önüne alınırsa Arapça bir isim taşıması -imkânsız değil ama- akla uygun görünmüyor.Öte yandan, Macar tarihçi Moravscik, üçüncü halife Hazreti Osman’ın adının aslına sadık transkripsiyonunu kaydeden Bizans kaynaklarında Osman Bey’in adının Atman veya Otman şeklinde yazılmasını şayan-ı dikkat bulmaktadır. Gerçekten de Pachymeres ve Gregoras gibi ilk dönem Bizans müverrihlerinin Osman Bey’in adını Hazreti Osman’ın adını yazdıkları şekilde yazmamış olmaları yeterince anlamlı bir ipucu.Sonradan Osman’a dönüştüğü anlaşılan bu adın aslında “Atman”, “Ataman”, “Tuman” veya “Otman” olabileceğine dair farklı görüşler var. Bu görüşlerin dayanaklarını burada teker teker anlatmaya imkân yok ama bana sorarsanız, bütün bu görüşler dikkate alındığında Osmanlı Beyliği’nin kurucusunun gerçek adının Otman olma ihtimali diğer ihtimallere göre biraz daha güçlü görünüyor.Fakat bunlar her ne kadar renkli ve ilginç ayrıntılar olsa da, Osmanlı konusunda asıl cevaplanması gereken soru başka: Nasıl olmuş da Selçuklu hâkimiyetinin sona erdiği sırada Anadolu’nun egemenleri arasında adı bile anılmayan küçük bir beylik güçlü rakiplerini alt ederek bölgenin en büyük siyasi gücü haline gelebilmiş? Bu sorunun cevabını bulabilmek için ise Osman Gazi’nin asıl adı neydi, Ertuğrul Bey’in babasının adı Süleyman mıydı yoksa Gündüz Alp miydi gibi sorulardan ziyade şu soruya cevap aramak lazım bence: Osmanlı sistemini hayata geçiren “kurucu ideoloji” neydi?Bu nokta üzerinde duralım biraz…
Bugüne kadar ancak televizyon dizileri sayesinde kamuoyunda Osmanlı tarihine yönelik bir ilgi oluşabiliyordu. Şah Fırat operasyonu dolayısıyla Osmanlı tarihinin gerçek hayatta da hâlâ bir karşılığının olduğu ortaya çıktı ve bu sefer Süleyman Şah tartışması başladı. Bazıları Süleyman Şah’ın tarihî kişiliğinin belirsiz olması dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin söz konusu türbeye sahip çıkmasının lüzumsuzluğunu savunmaya kadar işi vardırdılar. Hatta -Türk tarihinde adı geçen herkes gibi Süleyman Şah’ın da işe yaramaz ve kötü bir adam olduğunu ispatlamaya çalışan- tarihçiliği kendinden menkul birileriyle hâlen MHP milletvekili olan bir tarihçimiz bu konuda aynı safta yer alarak hepimizi şaşırttı.Oysa milletlerin ve devletlerin manevi yani sembolik anlamlar yükledikleri bazı isim ve şahısların tarihî gerçeklik taşımaları her zaman söz konusu olmayabilir. Mesela, Britanya’nın efsanevi Camelot Kralı Arthur ve onun yuvarlak masa şövalyelerinin ve tabii büyücü Merlin’in- de tarihte varlığını ispatlayan bir belge mevcut değil. Sözgelimi Homeros’un anlattığı hikâyelerin tarihî gerçekliğinin olup olmadığı bu hikâyeleri milli kimliklerinin kurucu unsuru sayan bugünkü Yunanlıların umurunda değil.Süleyman Şah o kadar da mitolojik bir kişilik sayılmaz. Yalnızca sözlü kültürden yazılı kültüre intikal sırasında meydana gelen bir isim karışıklığı söz konusu. “Yeni başlayanlar için” konuyu kısaca özetleyeyim: Osmanlı’nın kuruluş dönemi adeta yazının bulunmasından önceki karanlık çağlar kadar bilinmezlik örtüleri altında. Çünkü Osmanlı’nın kuruluş dönemiyle ilgili en eski kaynak kuruluştan yüz yıl sonrasına ait. Üstelik nesnel bir tarih anlatısı veya tarafsız bir kayıt değil, hamasi bir manzume bu en eski kaynak. Bundan bir yarım asır daha geçince karşımıza çıkan Osmanlı tarih kronikleri ise hem neredeyse birbirinin tekrarından ibaret olduklarından hem de tutarsızlık, çelişki ve belgelenemezlik gibi problemler taşıdıklarından fazlaca güvenilir ve aydınlatıcı sayılmazlar.Peki, bu durumda Osmanlı hakkında bildiklerimizin hiçbiri gerçeğin ifadesi olamaz diyerek konuyu kapatacak mıyız? O kadar da değil. Kaynakların sınırlı ve kısıtlı oluşu veya birtakım problemlerle malul oluşu Osmanlı hakkında hiçbir şey bilemeyiz ve bilmiyoruz anlamına gelmez. Sadece bildiğimizi sandığımız hususlara biraz daha ihtiyatla yaklaşmamız gereğini ifade eder.Bahsettiğimiz bu ilk kaynaklarda Ertuğrul Gazi’nin babasının adı ihtilaf konusu… Bazılarında verilen soyağacı bilgilerinde Süleyman Şah adı geçiyor, bazılarında ise Gündüz Alp. (Aslında Süleyman Şah adı birden fazla kaynakta geçiyor demek yanıltıcı olur. Zira bu metinlerin hepsi ortak bir kaynağa dayandıkları için aynı bilgiyi vermeleri normal.)Söz konusu kaynakları eleştirel bir okumayla değerlendiren Osmanlı tarihçilerinin hemen hepsinin ortak kanaati Anadolu Selçuklularının atası olan Kutalmışoğlu Süleyman Bey ve oğlu Kılıçarslan’ın hikâyelerinin Osmanlı ailesinin atalarının hikâyesine dönüştürülmüş olduğu şeklinde. O çağda Osmanlı ailesinin atalarıyla Selçuk ailesinin atalarını karıştırmanın yaygın bir hata olduğu görülüyor. Mesela Karamanlı Mehmet Paşa’nın tarihinde Selçukluların Anadolu’ya Moğol istilası devrinde geldikleri yazar. Oysa Anadolu’ya bu devirde gelenler Osmanlılardır. Selçuklular’ın 1071 tarihindeki Malazgirt zaferinden sonra bu topraklara geldikleri malum.Demek ki Süleyman Şah hakkındaki anlatı da Selçuklulara ait bir konunun sözlü anlatımdan yazılı anlatıma geçerken “ufak” bir değişikliğe uğramasıyla oluşmuş olmalı. Ama bizim açımızdan önemli olan nokta Osmanlıların bu isme atfettiği manevi değer ve Caber Kalesindeki -yüzyıllardır “Mezar-ı Türk” olarak adlandırılan- türbenin taşıdığı sembolik anlam.
Katar merkezli Al Jazeera’nın İngiliz The Guardian’la birlikte- yayınlamaya başladığı “Casus Hattı” (The Spy Cables) dosyası “Snowden’dan sonraki en büyük istihbarat olayı” olarak duyuruldu. Ancak vaktiyle Wikileaks’in meydana getirdiği etki hatırlanacak olursa bu yayının pek de ilgi görmediği, beklenen sansasyonu yaratamadığı söylenmeli. Belki ilerleyen günlerde açıklanacak başka dosyalarla beraber bu durum değişebilir ama daha ilk günlerde ortaya çıkan sessizlik düşündürücü.Bu ilgisizliğin sebebi ne olabilir? Mesela, yayınlanan istihbarat yazışmaları daha ziyade Ortadoğu bölgesiyle ilgili olduğu için batı dünyasında ilgi çekmemiş olabilir mi? Bu çok ikna edici bir açıklama olmaz. Çünkü bahse konu olan hususlar yerel siyaset seviyesindeki konularla ilgili değil. Bilakis içinde Amerikan, İngiliz ve Rus istihbarat servislerinin ve dolayısıyla bu ülkelerin politikalarının mahrem boyutlarını deşifre eden belgelerin yer aldığı çok ilginç bir dosyadan söz ediyoruz.Gerçi okumuşsunuzdur ama yine de hatırlatayım: İsrail Başbakanı Netanyahu’nun İran’ın bir yıl içinde bomba üreteceği konusundaki BM konuşmasından bir ay sonra yazılan Mossad raporunda İran’ın nükleer silah üzerinde çalışmadığı ifade ediliyor. Böyle bir bilginin yeterince sansasyonel olmadığı iddia edilebilir mi?Demek ki bu ilgisizliğin veya ilgi azlığının başka bir açıklaması olmalı. Belki de söz konusu istihbarat sızıntılarının Katar merkezli bir yayın kuruluşu tarafından yayınlanmakta oluşu uluslararası kamuoyunun konuya daha mesafeli bakmasına yol açmış olabilir. Ne de olsa batılıların kültürel genlerinde yer alan “batı merkezli” bakış açısı başka coğrafyalardan gelen her şeye karşı temkinli bakmayı öngörüyor. Katarlılar da bunu hesap ederek işin içine The Guardian’ı katmış görünüyorlar.Aslında, biliyorsunuz, Al Jazeera daha önce de oldukça sansasyonel yayınlara imza atmış ve bunlar büyük ilgi görmüştü. İlk olarak Körfez Savaşı sırasında yaptıkları yayınlarla kendilerini gösteren Katarlı televizyoncular bilahare Usame bin Ladin’in ses kayıtlarını yayınlamak başta olmak üzere birçok ses getiren işe imza attılar. Yapılan bu tür işlerin içeriği sıradan bir yayın kuruluşunun erişmesi imkânsız olan bilgi ve belgelerden oluştuğu için de hep tartışma konusu oldular. Zira bu tür bilgi ve belgeler ancak istihbarat faaliyetiyle ele geçirebilir ve belirli bir amaçla gazetecilere sızdırılır.Demek ki bugünkü istihbarat sızıntıları yayınının da bir amaca yönelik olduğu düşünülebilir. Yukarıda bahsettiğimiz ilgi azlığının da bunun sonucu olması imkânsız bir durum değil. Dahası, dosyanın şimdiye kadar yayınlanmış olan kısmında çok ilginç bilgiler yer alıyor olsa da büyük siyasi değişikliklere yol açacak derecede önemli belgelerden söz edemeyiz. Ama sızıntı dosyasının bundan sonra yayınlanacak kısımlarında neler olduğunu şimdilik bilmiyoruz. Temkinli duruş bununla da ilgili olabilir.Bu tür işlerde zamanlamaya dikkat etmek bazı ipuçlarına ulaştırabilir bizi. Ama bu anlamda sonsuz sayıda spekülasyon yapılabileceğinden komplo teorisi üretir duruma düşmek de işten değil. Onun için sadece Katar devletini ilgilendiren süreçler üzerinden bir okuma yapmakla yetinerek şunu söylemek mümkün: Özellikle Suudi Arabistan’daki iktidar değişikliğiyle birlikte büyük komşusuyla arasını düzeltmeye başlayan Emirlik geçtiğimiz birkaç yıl içinde kendi aleyhine bozulan bölgesel dengeleri yeniden tesis etmek için harekete geçmiş olabilir. Ortadoğu’daki Türkiye-Katar destekli siyasi çizgiye en ciddi darbeyi indirmiş olan Sisi’nin “tape”lerinin ortaya çıkışı da Arap Baharı’nın en büyük düşmanı olan Suudi Arabistan’daki taht değişiminin hemen sonrasına rastlamıştı. Bunu da unutmayalım.
Türk askerinin bir gece sessiz sedasız gerçekleştirdiği Süleyman Şah türbesi operasyonu bir tarafıyla yürek burkucu tabii, ama bir tarafıyla da doğru karar. Yürek burkucu, çünkü Osmanlı hanedanının atası olduğuna inanılan Süleyman Şah’ın “Türk toprağı” kabul edilen türbesinin nakledilmek zorunda kalınması mutlu olunacak bir olay değil... Sembolik anlamda bile olsa bir toprak kaybından söz edenler de büsbütün haksız sayılmazlar.Diğer yandan ise bu doğru bir karar, çünkü bu operasyon gerçekleştirilmeseydi IŞİD tehdidine karşı burayı savunmak için -veya bir saldırı durumunda cevap vermek gerekeceği için- Suriye topraklarına ciddi sayıda asker sokmamız gerekecekti. Bunun anlamı belli: Türkiye’nin 4 yıldır direndiği bir talebi istemeden yerine getirmek zorunda kalması. Yani Suriye’ye tek başına müdahale etmesi… Suriye bataklığına şimdikinden çok daha fazla batması… (Bu bakımdan söz konusu operasyon aynı zamanda bazı çevrelerin bir süredir dolaşımda tuttukları “hükümet Suriye’ye asker sokmak için Süleyman Şah türbesini bombalamayı planlıyor” tezviratını da boşa çıkaran bir hamle.)2011’de Suriye iç savaşının patlak vermesinden itibaren Türkiye’nin buraya -tek başına- müdahale etmesi yolunda baskılar başlamıştı. Zira güçsüz muhalefetin Baas rejimini yıkması zordu. Batılı devletler hem Rusya ile karşı karşıya gelmekten çekindikleri için hem de müstakbel rejimin niteliği konusundaki belirsizlikten dolayı bu işten geri duruyorlardı. Suudiler veya Katarlılar da kendi içyapıları ve bölgesel bazı şartlar dolayısıyla bunu yapamazlardı. Öyleyse Türkiye yapsın dediler.Türkiye buna yanaşmayınca görünür ve görünmez baskılar başladı. Sadece dışarıda değil, içeride de “Türkiye ne duruyor, ordu neden Suriye’ye girmiyor” diyenlerin baskısı vardı hükümetin üzerinde. O günlerde özellikle Gülenciler bu kampanyanın bayraktarlığını yapıyorlar, “Ordu Şam’a” diye naralar atıyorlardı. Bir de Suudi ve Katar devletlerinin ajanları vardı bu propagandayı sürdüren. (Gazete yazarları olarak, asıl amacın bölgede Şii-Sünni gerilimine dayanan bir “soğuk savaş” atmosferi yaratılması olduğunu söyleyerek bu propagandanın karşısında duranlarımız da birilerinin düşmanlığına hedef olduk.)Neticede Türkiye hem bazı baskılara dayanacak gücü olmadığından hem de komşu ülkedeki siyasi şartların değişmesinin zorunlu kılmasıyla- bir süre sonra ilk günlerdeki Suriye politikasında ciddi anlamda bir değişiklik yapmak zorunda kaldı ama “tek başına müdahale” baskılarına da boyun eğmedi.Suriye politikaları konusundaki eleştirilerimizi saklı tutarak, Süleyman Şah türbesi operasyonuyla ikinci defa bu tuzağa düşmekten kurtulduğumuzu söylememiz gerekiyor. Türbenin yine Suriye sınırları içinde bir başka bölgeye taşınması ise hem meselenin sembolizminin muhafazası bakımından hem de Türkiye’nin tampon bölge vb. kavramlarla ifade edilen politikalarına uygun stratejik bir adım.Bizi Süleyman Şah operasyonunu gerçekleştirmek zorunda bırakan bir süreç var ortada. Bu süreçte yapılan yanlışları konuşmak, eleştirmek herkesin hakkı. Ama Suriye politikamızı eleştiriyoruz diye çok doğru bir kararla yapılan bu operasyona karşı çıkmak mantıksız.Türkiye’nin güney sınırında oluşmuş bulunan tablodan dolayı mutlu değiliz elbette ama daha kötü bir tablonun önlenmesi için atılan bir adımdan şikâyet edenleri anlamak da zor. Süleyman Şah operasyonuna karşı çıkanlar türbeyi korumak için ordumuzun Suriye’ye girmesini mi tercih ederlerdi?Bu vesileyle, operasyon sırasında bir kaza sonucu şehit olan Başçavuş Halit Avcı’ya Allah’tan rahmet, ailesine ve Türk Ordusuna başsağlığı diliyorum.