2014'ün son yazısında “2015'te bizi neler bekliyor” sorusunun cevabı sadedinde yeni yılda gerçekleşmesi muhtemel iç politik gelişmelerin özetini yapmıştık. Şimdi sıra dış politikada. 2015'in ilk yazısında da dış politika alanında bizi neler bekliyor, bir bakalım.
Aslında dış politikadaki belirsizlikler bu dönemde iç politikadakinden çok daha fazla. Eskiden bunun tersi söz konusuydu, biliyorsunuz. Bu yeni durum hem bugün uluslararası yapıların içinden geçmekte özel olduğu konjonktürden kaynaklanıyor, hem de Türkiye'nin ve dolayısıyla Türk dış politikasının ilgi alanlarının geçmişe oranla kayda değer ölçüde genişlemiş olmasından. Bu arada söz konusu genişleyen kısmın bölgesel politikalar alanı olduğunu da söylemek lazım. Türk dış politikasının iki temel konusu var. Biri Batı sistemi içindeki rolümüzün korunması ve geliştirilmesi. Diğeri ise bölgemizdeki güç denklemleri içinde milli çıkarların korunup geliştirilmesi. Bunun dışındaki hemen her şey siyasi retorik kapsamında görülmeli...
Sadede gelelim... Türkiye'nin Batı sistemi içindeki rolü her şeyden önce ABD ile ittifakımız demektir. İkinci derecede ise Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz.
Özellikle Gezi Parkı olaylarından bu yana Washington'dan gelen mesajlar üslup ve içerik olarak Ankara'yı mutlu edecek nitelikte değil. Bu aşikâr. Son olarak IŞİD'le mücadele konusunda yapılan açıklamalara bakarak gerilen ilişkilerden söz edilebilir.
Ne var ki artık son dönemine giren Obama yönetiminin özellikle Ortadoğu'ya ilişkin vizyonu ve beklentileri Türkiye'nin çıkarları ve talepleriyle büyük ölçüde çakıştığı için iki ülke arasında ciddi bir anlaşmazlık doğması ancak özel bir gayretle mümkün.
Gerçi dışarıdan bakanlar Ankara ile Washington’ın anlaşamadığı konuların Arap Baharı’na yaklaşımda veya İsrail ile ilişkilerde düğümlendiğini sanabilir. Oysa iki başkentin her iki konudaki yaklaşımları da birbirine çok yakın veya uyumlu. Yani Obama’nın ikide bir Erdoğan’ın İsrail ile ilgili sözlerini eleştirmesi veya Erdoğan’ın söz gelimi Mısır’daki darbeye darbe demediği için ABD’yi suçlaması kimseyi yanıltmasın. Buralarda temelde sorun yok. Belki sorunların ifadesine ilişkin uyumsuzluk var veya iç politika zorunluluklarının getirdiği bazı yüzeysel çatışmalar var.
Ancak çok daha az sorunsuz gibi görünen bir başka konuda çelişkilerin görünenden çok daha derinde ve ciddi olduğunu söylemek lazım: Suriye meselesinde iki ülkenin başlangıçta birbirine çok yakın görünen pozisyonları geçen süre boyunca epeyce farklılaştı.
Bu bakımdan Suriye krizinin bizi memnun edecek şekilde bir sonuca ulaşmasını bekleyenlerin yanılma ihtimali yüksek. Bunu neden söylüyorum? Belki biliyorsunuz, bugünlerde Suriye’de “Esed’siz çözüm” konusunda ABD ve Rusya arasında bir uzlaşma sağlandığı veya sağlanmak üzere olduğuna ilişkin beklentiler diplomatik ve siyasi kulislerde dillendiriliyor. Ancak bu beklentilere ve söylentilere ihtiyatla yaklaşmakta fayda var. Zira Rusya’nın kendi mevcut pozisyonunu değiştirmesi için ortada bir gerekçe görünmemesi bir tarafa, Obama yönetiminin Suriye’de Esed rejiminin stabilitesini korumayı kendi çıkarları bakımından daha ehven bir yol olarak gördüğü ortada.
Diğer yandan bu denklemde İran’ın rolünü yok sayamazsınız. Bir defa sadece ABD ve Rusya’nın “Esed’siz çözüm” konusunda uzlaşmaları yetmeyebilir. Bu çözümün İran’ın onayı olmadan hayata geçirilmesi zor. Diğer yandan ABD’nin “İran’la barışma” projesi her ne kadar bir dargın bir barışık veya bir adım ileri iki adım geri temposunda gidiyor olsa da Obama’nın asıl büyük hedefi bu. Amerikan Başkanı’nın İran’ın dinî liderine gönderdiği gizli mektupta “Suriye’de sizin ve müttefiklerinizin zarar görmesine yol açmayacağız” şeklinde bir teminat verdiği yolundaki söylentinin yalanlanmadığını unutmayın.
Hâsıl-ı kelam, bir bulmacayı bütün gücünüzü kullandığınız halde çözemiyorsanız bulmacayı değiştirmenin yolunu aramanız gerekebilir.