Her yeri ayna gibi kullanıyor. Karşısındakinin göz bebeklerini bile... Sürekli kameraya poz veriyormuş gibi bir hali var. Bir tür “narsist nöbet” geçirdiği söylenebilir mi? Hayır! Dikkat ediyorum: Yemek boyunca konu uygun olsun olmasın beş dakikalık aralıklarla beyaz ve düzgün sıralı dişlerini göstererek gülüyor. Saçlarını düzeltiyor. İddialı jestleri birbirini izliyor. İlginç. Konuşulanlar biraz dişe dokunur hale geldiğinde telaşa kapılıyor; sanki güzel bir su damlacığıymış da bir an da buhar olacakmış gibi... Sonunda anlıyorum: O, bir “kişi” değil, bir görüntü. Güzel bir görüntü! Ve bunu biliyor, böyle olmayı seviyor, bunun için çalışıyor. O yüzden de masadakilerin açılabileceği bazı konuların sanki bir televizyonun düğmesine basar gibi “görüntü”yü yok edeceğinden korkuyor.
Popüler kültüre göre gerçeklik: Hepimiz görüntüyüz...
Philip Sollers soruyor: “Doğmadan önce kimdiniz? Görüntüsüzlük. Ölünce ne olacaksınız? Silinen bir görüntü.”
İhtiyarlık anlam değiştiriyor. Elden ayaktan düşmek değil artık. Ne zengin bir yaşam tecrübesinin yorgunluğu ne de “ikinci çocukluk” evresi... Görüntüsü iflah olmaz biçimde bozulmak. İhtiyarlık bu şimdi.
Bir tür yağmur duası... 1970’lerin Fransız aşk ve polisiye filmlerini üst üste seyretmek. Adam direksiyonda, kadın yanında. Silecekler durmadan çalışıyor, hiç durmadan...
Sürekli “karşınızdakini nasıl etkilersiniz?” kıvamında kılavuz kitaplar çıkıyor, dergilerde yazılar yayınlanıyor. Bunları okuyan var mı gerçekten? Bu yazıların hepsinde “aman sen sus, yalanlar konuşsun” tavrı egemen. Stratejiler, taktikler, beden dili, kılık kıyafet dili vesaire... Bir tür hile kültürü!
Sezai... Plajda şemsiye, şezlong servisi yapıyor. Arada yanıma gelip endüstriyel futbol üzerine “özlü sözler” söylüyor. Bunlardan biri şöyle: “Bir takım adamlar işe el koydular; mahallenin en sevilen en güzel kızını orospu yaptılar. Bize de aşk şarabı içmeyi bırak müşteri ol” diyorlar.
“Seni hep seveceğim.” İlk işitişte hoş sanki. Teselli olabilir mi? Bilmem. Ama son bakışta nasıl da haince saldırgan bir sahiplenme ifadesi. Ya da... Bazen... Ürpertici bir baştan savmacılık.
“Seni hep seveceğim.” Bir tür sevgisizlik bu. Çünkü sevmenin gelecek zamanı yoktur. O hep “şimdiki zaman” da yaşar. Sevgi, “seni seviyorum” der hep... Kavuşurken de, ayrılırken de...
Çevre sorunu... Peygamberlerin, evliyaların, azizlerin, dervişlerin kuşlarla, ağaçlarla konuşmalarına “fantazi hikâyeler” gözüyle bakmaya başladıktan sonra değişti her şey! Yeryüzü de değil konuşmak, yüzümüze bile bakmıyor artık. Kuşlar ve ağaçlar da birer birer terk ediyor bizi.
Şöyle mi demişti? “Şu an senin sessizliğinin esiriyim.”
Birlikte olmak, tanışmaktır. Ne kadar uzun sürerse sürsün ilişki, çiftler ilişki boyunca birbirleriyle tanışık kalırlar ama birbirlerini tanımazlar. Tanımak... O tam ayrılırken gerçekleşir.
Bazıları “ben adamı gözünden tanırım” der ya... Bu neredeyse imkânsız şimdi. Bütün gözler sırlanmış. Hepsi ayna. Baktığın yerde onu değil, kendini görüyorsun. Kendi görüntünü, kendi kültürünü, kendi yargılarını, peşin yargılarını görüyorsun.
Garip bir çiçek sardunya. Hiçbiri diğerine benzemiyor. Şu pembeler ne kadar uysal, şu kırmızılar nasıl da çılgın! Sonra... Yakından bakınca sanki cılız, yaralı, bakımsızlar. Beyaz perdeler rüzgârla havalanıyor, aradan merdivenin önündeki sardunya saksısı görünüyor. Bu muhteşem güzelliğin biraz önce eğilip baktığımda gördüğüm cılız çiçek olduğuna kim inanır!
Pazar Notları
Haberin Devamı